Ekonomideki akıl dışı tutum her geçen gün iktidarı zayıflatıyor, muhalefetin seçimi kazanma ihtimalini neredeyse kesin hale getiriyor diye düşünüyorduk. Ama görünen o ki Erdoğan’ın geçen pazartesi Bakanlar Kurulu sonrası yaptığı konuşma iş dünyasına yeni bir umut aşılayabildi.
Oysa ekonomik modelin temel akıl dışılığında bir eksilme yok… Anlatılan tedbirlerin tek sonucu enflasyonun kontrol dışına çıkma eğilimi ve tehlikesinin artması olacak. Yine de bu akıl dışı çerçeve içine yerleştirilen akıllıca görüntülü bir paket bile piyasayı olumlu etkileyebildi. Muhtemelen iktidarın tabanındaki özgüveni pekiştirdi ve belki bazı kararsızların aklını çeldi.
Muhalefet bu modelin çalışmayacağından emin şekilde istifini bozmayıp olumsuz sonuçların ortaya çıkmasını bekleyebilir. Ancak eğer iktidarın yürürlüğe koyduğu ekonomi modeli bir tür devlet politikası ise, iş biraz değişecektir. Çünkü bu modelin başarısız olması halinde iktidardan gelecek bir sonraki adım ekonomik değil, siyasi olabilir…
Bu ikircikli hali analiz ederken akla üç soru geliyor.
Birincisi ekonomi alanında izlediğimiz akıl dışı tutumun nasıl açıklanabileceği. Birçok kişi bunu Erdoğan’ın mutlak hakimiyetini kanıtlayan bir veri olarak görüyor. Eğer onun hesap verdiği ve söz sahibi olan bir ‘devlet’ olsaydı herhalde bu duruma müdahil olurdu diye düşünülüyor.
Ne var ki gerçeklik ‘ya hep ya hiç’ mantığına göre işlemiyor. Erdoğan ve devlet aktörleri kanadından hiçbiri diğeri üzerinde mutlak hakimiyet kurmuş değil. Birbirlerine muhtaçlar ve her ikisinin de kendisine göre avantajlı olduğu hususlar var. Önceki yazılarda ifade etmeye çalıştığım üzere Bahçeli önemsediği her alanda inisiyatif alarak Erdoğan’ın hareket alanını sınırlıyor. Buna karşılık Erdoğan’ın o hareket alanı içindeki tasarruflarına da arka çıkıyor.
Dolayısıyla devlet kanadı yanlışları görüyor olsa bile (şimdilik) geri duruyor. Bunun bir nedeni Erdoğan’ı engellemiş olma durumuna düşmemek olabilir. İkincisi henüz ekonomi programının sonuçları ortaya çıkmamış olduğu için doğru zamanın beklenmesi olabilir. Ancak bir neden daha var ve asıl ilginç olanı o…
Ya Bahçeli ve arka plandaki devlet kanadı aynen Erdoğan gibi düşünüyorsa? Bahçeli’nin yeni ekonomik modelle ilgili tutumunu hatırlayalım. Tam bir sahiplenme… Oysa şu ana kadar çok daha siyasi meselelerde Erdoğan’ın nasıl davranması gerektiğini, doğru politikanın ne olduğunu hiç çekinmeden empoze etmişti.
Söz konusu ekonomi modelinin akıl dışı olduğunu görüp de korkudan konuşamayan Ak Partililer olabilir. Ama Bahçeli’nin korktuğunu söylemek herhalde mümkün değil… O halde devlet bürokrasisi içinden bir itiraz niçin yükselmiyor? Belki de kendisini iktidar koalisyonu içinde gören bürokrasinin girilen çizgiye itirazı yok…
Bu durum çok şaşırtıcı gelebilir. Başkalarının zihnine kendi zihnimizi örnek alarak bakmaya alışık olduğumuz için, bize apaçık akıl dışı gözüken olguların herkes için akıl dışı olduğunu varsaymaya eğilimliyiz. Ne var ki bir tutumun akıllıca ya da akıl dışı olması basit aritmetik meselesi değil, çoğunlukla bir ideolojik mesele.
Kısacası ideoloji kişiyi, grupları, hatta (tarihte birçok örneğin gösterdiği üzere) toplumun tümünü akıl dışı hale getirebilir ve fakat ideolojinin takipçileri kendilerini gayet akıllıca kotarılmış bir misyonun taşıyıcıları olarak görebilirler.
Korku ve ihtiraslarımız sahip olduğumuz zihniyet zemini üzerinde bir çıkış yolu arayışını tetikler. Bu arayış bizim için belirli ideolojileri daha ‘doğru’ kılar… Bugün devlet ülkenin geleceğinin belirsiz olduğunu, kontrolü elinden kaçırabileceğini, bunun bir beka meselesi olarak tanımlanması gerektiğini düşünüyor ve ona göre konumlanma gereği duyuyor. Geleceğe bakıldığında Batı dünyasına yakınlığın ve Batı tipi demokrasinin bir tehdit olduğu değerlendirmesi yapılıyor. Türkiye’nin ancak ‘tam’ bağımsız olduğu takdirde bölünme, parçalanma tehlikesine karşı durabileceği, o nedenle Rusya ve Çin ile Batı’nın dengelenmesi ve yine aynı nedenle cari açık vermeyen, kendine yeterli bir ekonomi olmamız gerektiği düşünülüyor.
Yani bugün siyasi iktidarın ve devletin ortak bir dünya, Türkiye ve gelecek tasavvuru var. Bu tasavvur belirli bir ideolojiyi (İttihatçılığı) onların zihninde anlamlı ve gerçekçi kılıyor. Geliştirilen ekonomik modeli de somut koşullarla ülke hedeflerini buluşturan akıllı bir çıkış yolu olarak görüyorlar.
Söz konusu modeli akıl dışı gören biziz… Ekonomik modelin önceden düşünülmemiş, hasbelkader üretilmiş olduğu gözlemi doğru olabilir. Ancak esas soru bu modelin nasıl bu denli doğal bir tercih olarak benimsenebildiği. Nitekim ekonomideki akıl dışılık ona meşruiyet sağlayan arka plandaki siyasi akla ışık tutuyor.
Velhasıl kendimizi iktidarın yerine koyarak analiz yapmak anlamaya hizmet etmez… Çünkü iktidarın zihni bizimkinden farklı işliyor. Yaşananları anlamak ve geleceği bir miktar öngörmek istiyorsak iktidarın zihninin ‘içine’ girmemiz ve onu kendi mantığı içinde anlamaya çalışmamız gerek.
Ele almak istediğim ikinci konu muhalefetin bu tablo karşısında ne yapması gerektiği… Birçok kişi iktidarın anketlerdeki oy kaybına ve ekonominin hezimete doğru gittiği gözleminden hareketle muhalefetin zaten seçimi kazanacağını, motivasyonu bozmamak, muhalefete moral destek vermek gerektiğini savunuyor.
Bu muhakemenin iki zaafı var. Birincisi rakibi küçültme kolaycılığına başvuruyor, ikincisi seçim sonrası ile ilgili kaygıların seçimi etkileyebileceğini es geçiyor. Oysa eğer devletle Erdoğan arasında bir uyum varsa, bu seçimlere devletin de ‘taraf’ olarak girdiğini dikkate almalıyız. Dolayısıyla iktidarın hareket alanının öngördüğümüzden daha geniş olma ihtimali var. Devlet aktörlerinin bu alanı kullanması (hazırlıksız olduğu takdirde) muhalefetin yalpalamasına neden olabilir. İlaveten muhalefetin gelecek üzerine ya da temel meselelerde anlaşamaması durumunda oylarda ters yönde bir kayma yaşanabilir.
Unutmamakta yarar var… İttihatçılık bu topraklarda çok ‘doğal’ bir dürtü. Eğer iktidar gündemi gelecekteki tehlike ve tahayyüllere taşıyabilirse Ak Parti/MHP iş birliğinin ima ettiğinden daha geniş bir taban kotarabilir.
Siyasi dinamiğin ana özelliğini yakalamak adına bir anlığına ekonomiyi unutalım. Veya iktidar Naci Ağbal’ı yerinde tutsa ve şu anki modeli onun nezareti altında uygulamaya koysaydı diye düşünelim. Güven unsuru bu denli zedelenmeyecek ve toplum iktidara ekonomi deneyimi ile ilgili bir şans verecekti.
Bu açıdan bakıldığında şu ana kadarki ekonomik başarısızlık bir lütuf… Ya ittihatçı tasavvur kabul edilebilir bir ekonomi performansıyla birlikte önümüze gelseydi? Muhalefetin şansı ne olurdu? Neyse ki ekonomideki başarısızlık siyasi ittihatçılığın bir nebze dizginlenmesini sağladı. Çünkü İttihatçılığın siyasi plandaki muhtemel akıl dışılığının maliyeti çok daha yüksek olacaktı.
Ne var ki ‘ev ödevini’ iyi yapmayan, yani ekonomideki performans ile rahatlayıp iktidarın siyasi/ideolojik tasavvurunu muhatap almayan bir muhalefetin seçim yaklaştığında yüzeysel, kifayetsiz, güçsüz görünme ihtimali var.
Belki ekonomideki çöküş gerçekten de iktidarın değişmesi için yeterli olur. Ama ya olmazsa? İşini doğru yapmaktan kaçınmak akıllıca mı? Eğer seçim kaybedilir ve sonradan dönüp baktığımızda muhalefetin tutumunu akıl dışı olarak değerlendirirsek bu çok yakıcı bir ironi olmaz mı?
Aylar önce ‘otların hışırtısı’ örneğini vermiştim. Vahşi bir ormanda çevrenizde otlar hışırdadığında bunu rüzgâra da yorabilirsiniz, vahşi bir hayvanın varlığına da. Eğer ikinciyi varsayar ama hışırtıyı yapanın rüzgâr olduğu anlaşılırsa, boşuna tedbir almış olursunuz. Ancak o da pek boşuna olmaz çünkü kendinizi korumaya yönelik alışkanlık geliştirirsiniz. Ama eğer hışırtıyı rüzgâra yorar ve birden vahşi bir hayvanla karşılaşırsanız muhtemelen ölürsünüz… Kritik nokta şu ki bu ikinci durumda hayatı geriye sarmak mümkün olmuyor.
Benzer şekilde eğer muhalefet bu seçimi kaybederse bant geri sarmayacak, Türkiye bir başka maceraya doğru sürüklenecek ve belki de oradan geri dönüş mümkün olmayacak. O nedenle muhalefetin işini ciddiye alması, sorumluluğunu idrak etmesi gerekiyor.
İktidarın şu veya bu alandaki akıl dışı tutumu onun bizatihi akılsız olduğunu göstermiyor. Rakibi akılsız olarak kurgulamak muhalefeti zayıflatır. Çünkü rakip bunu fark eder ve bu farkındalık onu giderek daha da akıllı kılar. Şu dönemde iktidarı olduğundan daha akıllı kılacak bir muhalefet stratejisi herhalde çok hazin olur… Rakibin akılsızlığına güvenip kendi aklından feragat eden bir muhalefet ülkeye kaçırılmış bir fırsattan çok öte zarar verir.
Nihayet irdelemek istediğim üçüncü konu, muhalefetin bir araya gelebileceği ‘gerçekçi’ zeminin ne olduğu… ‘Gerçekçi’ buluşma her zaman karşılıklı tavizi gerektirir. Dolayısıyla uç noktaların anlamsız olduğu aşikâr. Kimse muhalefet partilerinin her konuda mufassal bir anlaşma yapmaları gibi saçma bir beklenti içinde değil. Nitekim parlamenter sistem üzerinde anlaştılar, ekonomi üzerinde çalışılıyor ve bunlara hukuk alanında bir ortak pozisyon metni eklemeyi de düşünebilirler.
Mesele şu ki bunlar teknik konular. İktidarın siyasi diline, sunduğu hikâyeye, gelecek tasavvuruna dair bir şey söylemiyor. Oysa büyük ihtimalle iktidar seçim atmosferini ‘büyük meseleler’ ile boğmaya çalışacak. Sadece teknik konularda anlaşan, siyasi/ideolojik içerikli alanlarda ne yapacağı belli olmayan bir muhalefet acaba seçmen gözünde ne kadar cazip olacak?
Muhalefetin yarına ilişkin doyurucu ve inandırıcı iradesi olmadığı anda oy kaybı yaşaması şaşırtıcı olmaz. Çünkü insanlar geçmişin yanlışlarına göre değil, geleceğin muhtemel doğrularına göre oy verirler. Muhalefet talip olduğu işin gereğini yapacak güçte ve uyumlulukta olduğunu göstermek, devleti yönetebileceği kanaatini yerleştirmek zorunda.
Aksi halde bazı temel konularda anlaşamadığı, ya da devleti yönetme açısından ikircikli olduğu izlenimini verebilir. Bu durumda muhalefete oy verirken neyi seçtiğimiz belli değil demektir. Partiler arası anlaşmada kritik meselelerde açıklığın olmaması halinde her parti kendi dar bakışını ve çıkarını koruyor demektir.
Bu tespitten hareketle uca gitmek gerekmiyor. Muhalefetin her konuda sonuna kadar anlaşması diye bir beklenti zaten olamaz. Ne var ki devlet-Erdoğan bütünleşmesi karşısında asgari ölçekte bir irade beyanına ihtiyaç var. Muhalefetin örneğin basit bir dünya analizinde, Türkiye’nin ‘yeri’ meselesinde, komşularla ilişkide, Kürt meselesinde, sosyal politikalarda, vatandaşlık anlayışında, temel hak ve özgürlüklerde (derin ve kapsamlı olmasa da) ortak bir pozisyon ve eylem haritası üretmesi lazım.
Olmasa ne olur? Daha önce dediğim gibi belki de bir şey olmaz, seçimler yapılır, iktidar gider, muhalefet bu haliyle kabul görür, bir sonraki adıma bakılır… Ama ya seçim tarihi belirsizleşir ya da seçim kaybedilirse? Veya seçim kazanılsa bile kamusal alan yönetilemez, iş birlikleri bozulur, yeniden seçim atmosferine girilirse?
Bunu tarih muhalefetin aymazlığı olarak yazar…