Yaşar Sökmensüer
Çanlar bugün şair için çalıyor
Çanların kimin için çalındığını 500 yıl önce duyuran vaiz, şair John Donne’ın dizeleri, aşk, tanrı, ölüm üçgeninde gezinen bir münazara alanı. Şiirleri, “edep”le edebiyat arasında terbiye, ahlak, hicap, haddini bilmekle kurulmaya çalışılan asma köprüleri sarsıyor. Donne “seks” kelimesini “cinsellik” anlamında kullanan ilk İngiliz yazarı. Ve “kadınların yüreğini hoş tutacağı yerde onların aklını karıştıran” bir gafil. Zira ona göre kadınların tek kusuru erkeğine bağlılık.
“Sen seni bil sen seni…”
İnsanın kendisine sürekli “Sen” diyen bir “Siz”i uyarması sadece bir nezaket kuralı değil en olağan iletişim hakkı. Ama bu hakkı, bir yönüyle bu kadar “basit” bir şeyi anla(t)mak bile kolay değil bu ülkede. Hele bu hakkı savunmak başlı başına yaman mesele. “Damdan düşenin hâlini damdan düşen anlar” atasözü, “Dama düşenin hâlini…”ye dönüştüyse iyice zor. Bedeli de büyük.
Eskitilen yeni yıllar
Senede bir gün kutlanan o mâhut yılbaşılar, bana ertesi gün “N’aber, nasılsın”a “Valla bildiğin gibi, yeni bir şey yok” diyen kalabalıkları da hatırlatıyor. Ve o ezberde mırıldanılan yeni yıl dileklerini… Ki “Allah sağlık, para, aşk versin, âmin”in kısaltması Aspava’yı bizim nesil kafa çektikten sonra rendelenmiş hıyarlı cacık eşliğinde soslu dürüm döner yiyerek biraz ayıldığı sabaha kadar açık mekânlar olarak bilir.
Paramparça…
Paramparça hatıralar bazen hatırası değil bugünü olabiliyor insanların. Yaşamı da dön-gel “yaşantı”lar… Hepsi, bir dairenin döngüsünde -zamanla- hızlandıkça bir tayfa dönüşüyor, tüm renkler silikleşiyor. “Beyaz”a yıllar sonra, o tayfın hızlı döngüsüyle ulaşıyorsun. Aklandın sanıyorsun, halloldu sanıyorsun. Oysa tüm renkleri yok ediyor o tayf, bembeyaz oluyor. Beyaz sanki bir gölge değil de renkmiş, beyaz marifetmiş gibi.
Şiddetli farkındalık
Şiddet her türüyle sahnede, ekranlarda. Popüler aksiyon sineması da “eğlenceli şiddet haberciliği”nin keyfini, sinemanın sonsuz olanaklarıyla, mutlu, rahatlatıcı, gösterişli finalleriyle olağanüstü katlıyor. Ama bazı filmlerde şiddet insanın sanık sandalyesine toplumu oturtarak kendini seyirci sıralarında saklamasını, rahatlatmasını da engelliyor.
Üstesinden geleceğiz
Joan Baez’in Beyaz Saray’da söylediği şarkıya, Başkan Obama, ailesi, Joe Biden ve tüm konuklar katılıyor: “El ele üstesinden geleceğiz…” Bob Dylan da aynı sahnede: “Toplanın senatörler, milletvekilleri /Çağrıma cevap verin /Kapının önünde beklemeyin /Koridoru, yolu kapatmayın /Çünkü duraklayan acı çekecek /Düzen hızla sonlanıyor /Çünkü devran değişiyor.”
Padişahın elması
Böyle de ihtiyarlıyor insan. Beyni, alnı, alınyazısı kırışıyor, buruş buruş… Ömür değil yol yoruyor, aksatıyor, bıkkınlık kocatıyor. Hani uzunyol sürücüsüne yaşını sormuşlar… “Benim yaş normal de, kilometre çok be abi” demiş, o hesap. Ömrümüz, kilometrelerimiz yıkımla, yağmayla, yalanla talanla geçti, katlanarak geçiyor. Memleket normalleri, bir bilene sorarsan.
Firar oyunları
Kediler firar ustası. Firar ruhunda, ayrılık aklından geçenlerde… Kaçış arzusu insanın da en kapsamlı özgürlük taslağı. Öyle örneklerde “Benim her yere gidesim var, hiçbir yere dönesim yok” bile Teneke Trampet’in repliği değil sadece. Mesele bazen Esme Aras’ın cümlesinde gizli: “Hiçbir yerli veya her yerli olabilmeyi asi bir asaletle yapabilmek de stildir!” Stil de bir tür kaçış, bir ayrı(ca)lık, istikametini, rap rapını ezelden almış kalabalığın akışından.
“Ayrılık da sevdaya dâhil”
Ankara’yı sevmek, o aidiyeti yaşayan insanın kendisini de sevmesiyle büyüyen bir sır sanki. Temelinde sadakat, bir tür güven filan var. Sürprizsiz… Yani kedi sevgisi gibi değil, daha çok köpek sevgisi gibi. İstanbul’un kedilerini ise edebiyatı, hikâyesi, hayatla, denizle, balıkla iç içe efsaneleriyle de tanıyoruz. İstanbul’la sadece “rakı-balık” özdeş değil, “kedi-balık” da var. Başkentin ise Ankara Kedisi… Hayatım boyunca şahsen tanışamadım.
Sadakat felsefesinde Kedi Okulu
Kedileri baştan mahkûm eden zihniyet çok kuvvetli bir temele, bir kavrama, “sadakat”e dayanıyor. Ezelden tanımlanmış, altın varaklı çerçevede kutsanmış sadakat, “sahip”ine kayıtsız şartsız bağlılık gibi maalesef insanların hâlâ yüce değerler atfettiği şeyler, kedilerin has özelliği değil. Yahut bizim anladığımız, arzuladığımız hâliyle yok onlarda. Zaten birçok kavram, değer “bizim anladığımız şekliyle” gürültüye gidiyor.
“Kadınlar kedi yaratıklardır”
Cadı, kedi kadınların tarihi yüzyıllardır güncellenen postmodern bir mesele. En dehşetengiz haliyle cadılık başrolde kedi(li) kadının olduğu neredeyse 10 asırlık bir tiyatro eseri. Batman filmlerinde “modern” suretini bulan “Catwoman” ise kediler kadar olmasa da (!) “ahlâk”tan yoksun yahut “belirsiz ahlâkî kodlar”a sahip bir canlı türü. Ne yapacağı belli değil, asla güvenemezsin.
Kedili Antik tarihin geçici kredisi
Çin mitolojisine göre tanrılar yeni eserlerinin, yani yarattıkları insanların gidişatını izlemeleri, gözlemeleri için kedileri görevlendiriyorlar. İnsanlarla iletişimlerinin net, onların anlayacağı dilden olması için de Başmüfettiş kedilere konuşma yetisi veriyorlar. Ama kedi işte; göreve, dikte edilmiş sorumluluklara gelecek, tanrı buyruğu da olsa o abuk düzene uyacak kullar gibi itaatkâr, tuhaf değiller.
Kedidir…
Bağımsızlık, zarafet, kedi, müthiş bir üçleme… Ulus Baker zarafetin “bakış açısının işe yaradığı, anlamamızda işe yaradığı şeylerden birisi” olduğunu vurguluyor: “Hayvanların insanlardan çok daha zarif yönleri var. Bir kedinin atlayışını düşünün… Bunlardaki çok özel zarafet sanata her zaman kaynaklık etmiş bir doğa zarafeti”. Onlarda “başka bir dünya”nın estetiği, zarafeti, mânâsı gizli. Başka dünyaları anlamak, kabullenmek, sevmek, farklardan hoşlanmak için de hayvanlara, kedilere ihtiyacımız var. Enis Batur’un yazdığı gibi “Kralların yaşadığı ülkelerde, insanların kedilerden öğrenebilecekleri bir şey var” aynı zamanda.
İki dakika utan
Bir kuşağın gelecek kuşaklara bırakacağı en ağır miras, -doğuştan- kambur, “utanç” olmalı. Öyle majör mirasların sayısız örneklerini “12 Eylül Utanç Müzeleri”nden, “Utanç Duvarı”ndan adıyla da hatırlıyorsun. İşaret direği gibi darağaçları da dikiyor oraya tarih, göresin diye. O dönemleri geride, o yüzyılda bırakmak benzerlerinden, belirtilerinden utanmaktan âzâde kılmıyor insanı. Atılan adımlar onlarla aranı “yüzyıl farkı”yla açmana yetmiyor. “Burun farkı” desem, bazı mevzularda eğreti durmayacak sanki.
Vb. hayatlar-ölümler
Rakı, viski, votka filan yerine içilen “benzeri ürünler” her konuda hayatımızda. Ekonomik düzen, koşullar ve onun dallarından-budaklarından Aroma İmparatorluğu beslenmeyi “benzeri ürünler”e mahkûm ederken, temel ihtiyaçlar, giyim, eğitim, barınma vb. bile “benzeri ürünler”le sağlanıyor. İyimser bir bakışla “hayat benzeri” bir ömrü, demokrasi aromalı bir düzende, vb. yaşıyoruz. Öyle, vb. nedenlerle de ölüyoruz sık sık.
Kraliçeyi reddeden şövalyeler
Ekranımdaki filmatik kraliyetleri en çok o tahtlara kurulan kralla kraliçenin huzuruna çıkanları “Çekilebilirsiniz”, “Alın götürün bunu…” gibi birçok anlama gelen, kulu farklı akıbetlere sürükleyebilen baş ve orta parmak işaretiyle hatırlıyorum. Dışarıya doğru hafifçe kıpırdatılan, her kıvamda “Çek git” diyen iki parmak, kibrin, yeninden gözüken zulmün, tehdidin tarihi sembolü… O yüzden krallık ihtirasını, otoriteyi ellerinden, el dilinden, hatta kaldırdığı tek parmağından bile tanıyoruz.
Kraliçe gitti, masal bitti
Masallarda padişahların, hanım sultanların, şehzâdelerin, ceddimizin aşklarını, kral, kraliçe, prenses dozajında al(a)madık bünyemize. Öyle uluorta âşık da olmazlar, ortalıkta öyle “setresi uzun, eteği çamur” Kâtibim misali dolaşmazlardı da zaten. Nedense müzelik sayılan numunelerine yerinde, bizzat göz attığım kadarıyla çok odalıydı “aşk”ları. Haremleri “mahrem”in tek kaşı kalkmış anagramı… Monogamik türlere ise tarihsel olarak yasaktı aşk. Tarih dediysem uzağa, masallara gitmeyin, anam babam usulü…
Tarihî bir muammanın analizi: Paranormal “klip klak” sanatı
Multimilyoner Tayfur çilingir sofrasında Emmoğlu’yla kafa çekiyor. Emmoğlusu ona ayıp olmasın diye bağlamasını bırakmış, belki de muhtarın “Bitnik” oğlunun gitarını çalıyor. Ama o ne! Bir an Mercedes’in içinde tek başına oturan bir “sosyete kızı”nı görüyoruz: “Paranormal Aktivite”. Aslında öyle bir kadın yok ama kamerada görünüyor. Ardından başta imam, arkada cemaat bir tabut geçiyor şarkılı, türkülü çilingir sofrasının hemen yanından. “Paranormal Aktivite 2”, tüylerimiz ürperiyor.
Kulağa stereo fısıldayan şeytan
70’lerde Amerika’da taşınabilir emsallerine gümbür gümbür fark atan cüsseli teypler, stilini, “akım” payesini omuza alındığında kazanıyor. Siyah, Hispanik öncüleriyle “Ghetto Blaster” akımı, dışlandıkları düzene karşı müzikle silahlanma: “Teyp omza!” Geçen ay yine iştigali belirsiz biri çıkıp “İnsan şarkıcıları, türkücüleri dinlediği zaman şeytan omuzlarının üzerine, sağya bir şeytan, sola bir şeytan (stereo yani) çıkar, vurmaya başlar” diye ortalığa üfledi ya… O takımı, sonrasındaki “Walkman”leri filan getirsen, notasız zihniyete her açıdan elverişli numune sağlayacak.
Bana kaset çeker misin?
Karışık teyp kasetleri bazen kişiye özel aşk mesajlarıyla sevgiliye serenat imkânı. Sabra göre 46-60-90-120 dakikalık kesintisiz ilan-ı aşk! Diğer adıyla “karma kasetler”in o yıllardaki Hint filmlerinden keşfedemediğimiz anlamıyla da bir “karma”sı var. “Sana bu kaseti doldurdum” yahut “Bana kaset çeker misin?” öyle durumlarda flört cümleleri, birlikte şarkılardaki dünyaları kurma îmâsı. Birbirini birbirine kaset dolduracak tanıyorsan, ilerde öyle boşlukları doldurmak icat edilen “ruh ikizliği” filan ne kelime. Olmuşsunuz işte…
“Plak dinleyen zat” sineması
Mutsuz, agresif dedektif Harry Bosch’un en tepedeki çıkma, camdan evinde Los Angeles’ın şıkır şıkır gece manzarasına karşı ana mobilyası, pikabı, lambalı amfisi, kabinleri, plak dolabı, bir kanepe. Viskisini koyup caz albümlerini odayı dolaşan, kafasına nişan alan o efsane müzik sisteminden, kabinlerden dinleyince o kasvetli, gergin Bosch da farklı bir siluet. Melekler Şehri’nin duruşuyla şık sakini. İşte o zaman, o an orada, onunla içesin, doya doya susasın geliyor.
Radyo devrim, pikap benim devrimim
Bizim kuşakta “Hard Rockla Slow Dans” çağı pikapla perdeyi aralıyor. Partnerine belinden-omzundan, bir yerinden değerek başlayan dans, yapışık ikizlere de özgürlük tanıyor. Müziğe az uyarak hafifçe sağa-sola sallanırsan, hatta sabit kıpırdanırsan adı “Slow Dans”. Dans pistini acemi birliklerinin tâlim-tatbîkatına çeviren tango, vals, foxtrot adımlarına, o disiplinin kadına erkeğe toplumsal rol dağıtan tedrisatına ihtiyacın yok artık. Dansta eşitlik ve özgürlüğün küçük dev adımı…
Fingirdek nesil
Radyodaki standart akış nedeniyle milletin Batılı dansları mecburen türkülerle yapması, Anadolu Pop’u, Rock’ı da intihalen etkiliyor. Zira miladındaki Pop, Rock türkülerin hepsi oynak, “Halk Oyunu”na değil dansa davet. 1960’lardan başlayarak “Asmam Çardaktan”lar, “Kundurama Kum Doldu”lar artık türkü değil hızlı dans müziği. Kum dolan kunduranı çıkarıp “Abidik gubidik twist”ini çorapla yapıyorsun. “Titrek Shake” için horonu, kalabalığa karışacaksan “Lokomotif Dansı”nı bekliyorsun.
Ya bir şarkı, ya bir dua…
Demeye dilim varmasa da, her yönüyle “ölüm, yas magazini”, “tek tip ölüm süslemeciliği”, “kederi koyulaştırma, yönlendirme makyajı”, hatta “ölüm asparagası” diye bir şey var. O alaylı, kaba zanaat, onun matbû dili ülkemizde de makbul. Kara günlerin “beyaz” yalanları… Ki boş yere, körü körüne canından olmasın, ölünce badem gözlü olan insan.
Yedi paşadan darbe şarkısı siparişi
12 Eylül darbesi her an müziğiyle de çığırarak çığır açıyor. Bir kere Kenan Evren assolist, 7/24 darbe sahnesinde… Sanatla, müzikle de uğraşmaması imkânsız. O her konuda or(dinaryus)general… Vikipedi’yi açın bakın “Türk asker, devlet adamı ve ressam” diyor mesela. Cumhurbaşkanlığı koltuğuna yerleşince ekranlarda “İncecikten bir kar yağar” diye türkü, “Bekledim de gelmedin” diye şarkı şey ediyor. “Parası oldukça dans zevkini gidermek için ‘konsomasyonlu bar’lara gittiğini” bile keyifle anlatıyor.
“Uygun adım marş”la radyo tarihi
Bizim kuşak için 27 Mayıs darbesi, benzetmek gibi olmasın ilk aşk gibi biraz, antrenmansız yakalanıyoruz. Darbeye de müzik, “Uygun adım marş”a tempo şart mesela. Lâkin 27 Mayıs’ta insanlar darbe yapacaklar, bakıyorlar ki ellerinde radyodan yayınlayacakları plak yok. Olacak şey değil, bulamazlarsa belki darbeyi ertelemek zorunda kalacaklar. Onca hazırlık, onlarca tank, rölantide bekleyen jetler filan yeniden hangara, binlerce askeri subayı “Bugün yapmayacak mıydık komutanım?” hüsranıyla koğuşlara…
Sonraki şarkıyı sen bana söylemiş ol
Çocukluğumda, ergenliğimde radyo şiirsel güfteleriyle de sürpriz. O sürprizi flörtöz mimiklerle “Sonraki şarkıyı sen bana söylemiş ol”, “Sonrakini de ben sana…” kurgusuyla hususileştirmen, cüret edemediğin serenadını şarkılara bırakman da mümkün. Hem aşkta “ikimizin şarkısı”, “bizim şarkımız” diye bir ünite var, zorunlu müfredat o zamanlar. O yoksa ağız tadıyla düğün bile yapamazsın, ilk dansında sıradan taşralılar gibi “La Cumparsita” ile sağa sola sallanır, düğünleri kimliksiz kalan milyonlarca Jane-John Doeların arasına katılırsın.
“Öyle bir kuşak ki…” müzikali
Bizim kuşak müzikal tarihin hemen her çağını bizzat yaşadı. Müzikal antika muamelesi yapılan “müzelik parça”lar, vaktiyle onların demirbaşları. Çoğu o butik müzenin yaşayan, hâlâ “çalışan” tanıkları… Misal şahsımı müzede lambalı radyonun yanına koysalar, al sana tarihi stand-konu mankeni. Evimizdeki antika radyo, benimle yaşıt. Müzikte bugünün “Türk Büyükleri” kimimizin yaşıtı… Erkin Koray’a “Erkin Baba” diyen, Gürses’ten “Müslüm Baba” diye söz eden nesle biz de uyduysak, yaşımız ortaya çıkmasın diye.
Ölüm değil hayat acıtır
Yetişememek, işte bütün mesele… İnsanın son ana kadar pek bilemediği ölüm acısı, hayatı boyunca tüm gecikmişliklerin de sızısı, ağrısı esasında. Yaptıklarından değil yapamadıklarından duyduğu pişmanlıklarına kesilen cezanın infazı. Jack London Martin Eden’ın ağzından son nefesinde “Bu acı ölüm değil, hayattı acıtan” diyor ya, işte ondan.
Kaç yıl değil kaç bahar daha
Bir yaşı geçince ömür insana “hayat” eklemiyor, ömrün hazan mevsimleri sana ilkbaharlar vâdetmiyor. Hayatın ölçüsü, o demde ömür, yıl filan değil kalan baharlar. İlki beyhude aritmetik… Elde kalan soru da “Kaç yıl daha yaşarım?” değil her anlamıyla “Kaç bahar daha…”. O hazin sorunun yanıtı bir vakit sonra aritmetik de gerektirmiyor zaten, parmak hesabı. Ki saymayın bence, saydıkça bereketi kaçıyor.