Halil Berktay

Solun Kültür Serüveni 15 | Halil Berktay: Klasik Marksizmden Geriye Ne Kaldı?

Terazinin olumlu kefesinde, bir kere halkçılık var: aşağıdancılık; ezilenlerden, yoksullardan, emekten ve emekçilerden yana olmak. Gene de, güçlü bir adalet ve hakkaniyet hissiyatı kuvvetle mevcut. Terazinin olumsuz kefesine geçeyim; Sistemik sektarizm. Monistlik(tekçilik) ve mutlakçılık. Çatışmacılık, devrimcilikten kolayca darbeciliğe kayabilen bir devirmecilik. Normal siyasette zaaf. İttifaklar karşısında tereddüt, komplo teorilerine yatkınlık Dolayısıyla hep, şu veya bu Red Cephesi. Yetmezcilik. Yetmez, dolayısıyla hayır. Siyasetin, hattâ hayatın kendisinin Yetmez Ama Evet’lerle ilerlediğini anlayamamak. Hepsinin önünde, arkasında, sağında, solunda: bilimselliğin bilimcilik türevi. Buradan, (elitizmle elele) din korkusu (hele, Reformasyon benzeri bir tecrübenin yaşanmadığı, dinin siyasî iddiasının sürdüğü İslâmî bir toplumda). Gene buradan, kibir. Hep haklılık; dünyanın, kâinatın sırrı bizde, yenilmiş olsak da. Mağduriyet ve haklılık. Nostalji ve haklılık.

(3) Eşkiyadan, kuvayı milliyelere

Bu yazı, Solun Kültür Serüveni başlıklı YouTube çekimleri (ve yazılı giriş notları) dizimin bir parçası değil. (1) Yeryüzünün bütün kuvayı milliyeleri’nden (30 Nisan) ve (2) Devrimci acımasızlık: Lenin’in “asın” emri’nden (7 Mayıs) devam ediyorum. Çıkış noktam, Hamas tartışması. Terör örgütü mü, millî kurtuluş örgütü mü? Bunun yanlış bir ikilem olduğu kanısındayım. O da bir kuvayı milliyedir demek, meseleyi hallediyor mu? Kendince, kendi tabanı ve ideolojisi nezdinde kuvayı milliye olmayan, kim var? Kaldı ki, millî kurtuluşçu olunca, temiz, günahsız, her türlü eleştiriden münezzeh mi olunuyor?

Solun Kültür Serüveni 14b | Halil Berktay: Çatışmacılık, Demokrasisizlik, Sınıfçılık, Diktatörlük

Marksizm total muhalifti, bizatihi sisteme muhalifti. Bunu da “burjuvazi” ve “burjuvaziyi devirmek” gibi soyut ve müphem kavramlarla ifade ediyordu. Bu toplumda değil başka bir toplumda yaşamak istiyordu. Umudunu, alabildiğine farklı bir geleceğe bağlıyordu. Olanca mutluluk vaadiyle sosyalizm, büyük tektanrıcı dinlerin Ölümden Sonra Hayat’ına, Sonsuz Öbür Dünya’sına karşılık geliyordu. 1848’den bugüne: sonraki 175 yıl boyunca bu sistemik sektarizm, mevcut hayatı (kapitalizmi) yaşamak ve yönetmek konusunda Marksist solun hep görece geri, acemi, eğreti, yabancı kalması ve hissetmesine, “bu bizim işimiz değil” dercesine pozitif öneri ve projeler geliştirememesine yol açacaktı.

Solun Kültür Serüveni 14a | Halil Berktay: Hayalcilik, Hegelcilik, Teorisizm

19.yüzyıldan bu yana, Marksizm ile birlikte bir de Marksizm eleştirisi söz konusu. Hem klasik Marksizm, hem Lenin ve Bolşevikler, hem Stalinizm, hem Çin’de Maoculuk; hepsi payını alıyor bundan. Böyle zengin bir literatür mevcut. Ama tabii Türkiye solunun bir problemi de bunları okumaması, düşünmemesi, duymazlıktan gelmesi. İnanmışlığın paradigmatik körlüğünü tercih etmesi: “burjuvazinin yalanları”na sığınması, bununla avunması.

Solun Kültür Serüveni 13 | Halil Berktay: Marksizmin Başarısızlığı

Marksizmin eleştirel ve açıklayıcı zenginliği, iktidardaki Marksizme yansımadı. Marx ve Engels, Hegel’in “sistemi”nin (Prusya monarşisi övgüsünün) diyalektik metodu (sürekli değişim fikri) ile çeliştiğini göstermişlerdi. Haklıydılar. Ama aynı şey kendi teorilerinin ve ütopyalarının başına geldi. Marksizmden yola çıkan sosyalist sistem kendi kurumlaşması (üstyapıları) içinde dondu kaldı. Değişme ve ilerlemenin önüne geçti. İnsanlığın geleceğini temsil etme iddiasını yitirdi. Bu hayalin lâfı bile edilmez oldu.

Solun Kültür Serüveni 12 | Halil Berktay: Marksizmin benzersizliği

Bilimcilik, Marksizmi benimseyen sosyalistleri onyıllar boyu, 20. yüzyılın ikinci yarısına, 1970’lere, 80’lere, 90’lara kadar taassuba, bağnazlığa hapsetti. Büyük tektanrıcı dinleri andıran bir inanç kudretine, bir yanılmazlık hissine yol açtı. Marksizm ve sosyalizm adına yapılan her şeyin haklı ve doğru olduğunu, bunun için de maddî-manevî her türlü bedelin ödenebileceğini yerleştirdi. Hıristiyanlıktaki martyr’lik, Müslümanlıktaki şehitlik mertebelerine karşılık gelen devrim şehitliği, komünizm şehitliği, parti şehitliği, devlet (işçi sınıfı devleti) şehitliği gibi törensellikleri besledi. Ancak bu sözcüklerle ifade edilebilecek; bireyi yok sayan kollektivist bir otoritarizme vardı.

Devrimci acımasızlık: Lenin’in “asın” emri

“Yeryüzünün bütün kuvayı milliyeleri”nden (30 Nisan) devam ediyorum. “Solun Kültür Serüveni” dizisiyle de kesişiyor kuşkusuz. Aralarındaki ortak noktalar: devrimci şiddet (veya haklı şiddet), devrimde hegemonya, devrimcilerin kendilerine ait saydıkları alanlarda rakip tanımazlığı, giderek devrimci diktatörlük sorunları. “Solun Kültür Serüveni”nde buraya Marksist devrim teorisinden geldim, geliyorum. İşçi sınıfı devriminin zorunlu ve kaçınılmaz (çünkü tarihin akış yönüne uygun) olduğunu ispatlamak için kurgulanan bütün felsefe-tarih-ekonomi-siyaset bütünlüğü, pratikle yanlışlandı. Çöktü. Geri gelmeyecek. Ama arkasında, (a) çatışmacılık ve (b) bilimcilik diye iki büyük zihinsel ve duygusal saplantı bıraktı.

E la nave va

Bir Fellini filmi (1983). Bizde “Ve Gemi Gidiyor” başlığıyla oynadı. Olanca sürrealist absürditesiyle son günlerde bana, Türkiye gemisinin nereye gittiğini düşündürüyor.

Solun Kültür Serüveni 11 | Halil Berktay: Bilimcilik ve Marksizm

Marx ve Engels yüzde yüz safiyetle, samimiyetle inanıyorlardı, daha önce kimsenin düşünmediği bir bilimsel zarureti, tarihsel bir kanuniyeti keşfettiklerine. Hiç düşünmediler, öngörmediler olumsuz sonuçlarını. “Bilimsellik” iddiası sosyalizm tarihinde yaşanan en vahim olumsuzluklarla, en büyük trajedilerle elele gitti. Dogmatizm ve fanatizm sorunları, demokrasi düşmanlığı sorunları, hegemonya ve diktatörlük sorunları, çok büyük ölçüde bu bilimsellik iddiasının pekiştirdiği aşırı epistemolojik özgüvenden kaynaklandı. Sosyalist solun çöktüğü ve silindiği bugün bile, eski solcuların (mealen) “her şeyin doğrusunu biz biliriz” kibirinde somutlanıyor.

Solun Kültür Serüveni – 10 | Halil Berktay: Marksizm ve Devrim

Lenin Ne Yapmalı’da açıkça söyler bunu: “İşçi sınıfı, günlük ekonomik mücadeleleri içinde, kendiliğinden siyasi bilince ulaşamaz; siyasî bilinç dışarıdan verilir.” Tuhaf bir şey değil mi, “kendisinin” olduğu söylenen bilince, kendi kendine ulaşamaması? Fakat doğru, çünkü işçi sınıfının olan “devrimci bilinç” diye bir şey yok aslında. Dolayısıyla Lenin’in iddiası bir itiraf niteliği taşıyor. Peki, nasıl oldu bu? Fransız Devriminin yükselişi ve sonra geri çekilmesi, bir devrimseverlik kültürü doğurdu. Kamusal alanda, bir önceki devrimi kaçırdığına hayıflanan, bir sonraki devrimi ise özleyen, bekleyen, uman politize bir aydın kesimi oluştu. Marx ve Engels de böyle iki genç aydındı.

(1) Yeryüzünün bütün kuvayı milliyeleri

Yıldıray Oğur’un “Denizli Hadisesi” (Serbestiyet, 20 Nisan) yazısındaki karşılaştırmayı genişletmek ve akademik bir çerçeveye oturtmak için yazıyorum. Evet, hepsi birbirine benzer aslında. Üstelik tek bir açıdan değil; birçok bakımdan. Bu noktada hemen uyarayım: Milliyetçi başkadır, tarihçi başka (veya: bilim ve meslek ahlâkı açısından başka olmak zorundadır). Çağdaş tarihçilik açısından, bütün devletler kan ve şiddet içinde doğar. Leyleğin getirdiği “temiz ve masum devlet” diye bir şey yoktur. Bütün kurtuluş ve bağımsızlık örgütleri hem (kendileri açısından) aynı derecede iyi, hem (“ötekiler” açısından) aynı derecede kötü sayılır.

Solun Kültür Serüveni – 9 | Halil Berktay anlatıyor: Devrimseverlikten Marksizme

“Türkiye’de de ideolojik etkilenme, makro planda Marksizmden İttihatçılığa ve Kemalizme doğru aktı. Sosyalist sol, Kemalist önderliğin Millî Mücadele ve Cumhuriyet devrimi başarılarından çok etkilendi kuşkusuz. O gücün, o meşruiyetin, o modernizmin gölgesinde kaldı. Tek Parti’ye, demokrasi açısından kapsamlı bir itiraz platformu ve cephesi oluşturamadı. Ama bu, Kemalizmin siyasî etkisiydi, ideolojik etkisi değil. Atatürkçülüğün kuyruğuna takılmanın teorik gerekçelendirmesi, damarlarında akan asil Marksizm-Leninizm kanında zaten mevcuttu.”

Solun Kültür Serüveni – 8 | Halil Berktay: İlk Devrim, İlk Aşk

Fransız Devrimi son plansız, programsız, kastedilmemiş, niyetlenilmemiş, gerçekten spontane devrimdi. Sonraki devrimlerde hep, devrim yapmayı (yani siyasî iktidarı şiddet yoluyla devirmeyi) amaçlayan bireylerin, grupların, partilerin, programların, platformların… önceden varlığı söz konusu oldu. Fransız Devriminde ise yoktu böyle bir şey. Daha geride, Aydınlanma’da da devrim fikri mevcut değildi. İlk aşk ağır bastı. Aşağıdanlığa, ayaklanmacılığa, baldırıçıplakların gök katlarını fethetmesine hayranlık, terazinin diğer kefesindeki pek çok şeyi affettirdi. Devrimin (muazzam) bedeli küçümsendi, asgarîleştirildi, “kurunun yanında yaş da yanar” veya “yumurtaları kırmadan omlet yapamazsın” gibi soğuk ve nasırlı aforizmalarla geçiştirilmeye çalışıldı

Solun Kültür Serüveni – 7 | Halil Berktay anlatıyor: 1789 Fransız Devrimi

“Fransız Devrimi… Nedir mesele; nedendir, neredendir “büyük”lüğü, benzersizliği, olağanüstülüğü? Kısmen, çok önemli bir anlamda ilk olmasıdır. Kısmen beklenmedik, faillerini de şaşırtacak derecede sürprizli ve hiç tasarlanmamış, hazırlanmamış, programlanmamış çıkagelişidir. Kısmen toplumsal etkisi ve sarsıntısının derinliğidir. Kısmen uluslararasılaşmasıdır. Kısmen de beslediği, yol açtığı teorileştirmeler, hattâ aşırı-teorileştirmelerdir.”

Solun Kültür Serüveni – 6 | Halil Berktay anlatıyor: İtaat ve İtiraz; Bilimperestlik ve Bilim Korkusu

"Cehenneme giden yollar iyi niyetlerle döşeliymiş. Aydınlanma’nın bilimperestliği, Marksizmin bilimperestliğine, Marksizmin bilimperestliği Stalinizme yansıdı. Buna karşılık Sağ, gene aynı Restorasyon döneminden başlayıp 19. ve 20. yüzyıl boyunca uzanan bütün şekillenişleri, farklı dönemsel tezahürleri içinde, hemen hiç hoşlanmadı Aydınlanma’dan. Tepkileri içinde, âdetâ Sol kültürün tam zıddını, aynadaki aksini oluşturdu. Rasyonalizmden hoşlanmadı. Bilinemezliğin esrarını, efsanesini korumayı yeğledi."

Solun Kültür Serüveni – 5 | Halil Berktay anlatıyor: Aydınlanma ve Kutsalsızlaşma

Marksizm başlangıçta statükoya karşı hep eleştirel, itirazcı ve tartışmacıydı. Tabii daha sonra Marksizm, özellikle 20. yüzyıldaki komünizm ve hele devletleşmiş komünizm varyantıyla kendi taassubunu oluşturdu. Bizde 1970’ler ve 80’lerin solcu gençlerinin (ve hattâ büyüklerinin) tartışma terbiyesi çok su götürür. Belki bu toplum klasik Aydınlanma ve klasik Liberalizm tezgâhından geçmediği için. Yani, gözlerini dünyaya açtıkları anda sırf Marksizmle karşılştıkları için.

Solun Kültür Serüveni – 4 | Halil Berktay anlatıyor: Hangi Sol?

Atilla İlhan’ın böyle bir dizi kitabı vardı bir zamanlar: Hangi Sol, Hangi Sağ, Hangi Batı, Hangi Atatürk gibi. Oldukça normatif karakterdeydi; her bir kategorisinin, tabii özellikle Atatürk’ün ve Atatürkçülüğün “doğru”sunu arıyor, daha doğrusu budur diye va’zetmeye kalkıyordu. Benim bugünkü sorum çok daha basit; bazı izleyicilerimden gelen ilk soru ve itirazlarla sınırlı...

Bir zamanlar

“Cumhurbaşkanı Erdoğan, Adalet Bakanlığı’na mı yeşil ışık yaktı, Yüksek Seçim Kurulu’na mı? Van belediye başkanlığı mazbatasının Zeydan’a verilmemesine mi kızdı, buna kızanlara mı? Mehmet Uçum’un ‘not edici’ parmak sallamasının mı önünü açtı, onu protesto edenlerin mi? Seçim yenilgisinin faturasını, Özlem Zengin, Rümeysa Kadak ve Müşerref Pervin Tuba Durgut gibi kadın milletvekillerine (ya da genel olarak kadın haklarının biraz olsun savunulmasına) çıkartan ‘Emre’ ve benzeri erkek trollerden mi, yoksa bu aşırı muhafazakâr saldırganlık karşısında Özlem Zengin’i savunan (yönetiminde kendi kızının da olduğu) KADEM’den mi yana?”

Tarihe çok kısa bir not

Otobiyografik özet: Ben lisansıma kadar çok hızlı gittim de, sonrası biraz karışık ve sarsıntılı oldu. Siyasî militanlıktan bilime ve akademiye; iktisattan tarihe geçiş zigzagları, “bir adım ileri iki adım geri”leri yüzünden. ABD’de, Yale’de ekonomi doktorası yaparken, 1969’de bırakıp Türkiye’ye döndüm; Ankara SBF’ye asistan girdim. Bir yandan da aşırı solculuğa devam ettim. 12 Mart [1971] geldi; hapse girdim. Çıktım; 1977’de eski kürsümü sınav yoluyla tekrar kazandım. Bu sefer 12 Eylül [1980] geldi. 1983’te zamanın Sıkıyönetim Yasası’nın 1402. maddesiyle üniversiteden tasfiyeler başladı. Beklemedim, istifa ettim.

Solun Kültür Serüveni – 3 | Halil Berktay anlatıyor: Büyük Dâvâların Gölgesinde

Halil Berktay: "Öncelikle Aydınlanmanın, Fransız Devriminin, Bolşevik Devriminin ve Sovyetler Birliği’nin dalgaları vurdu Türkiye’ye. Onları Kemalist Devrim, Faşizmin ve Nazizmin yükselişi, İspanya İç Savaşı, Yunanistan İç Savaşı, Soğuk Savaş, millî kurtuluş mücadeleleri (Kongo, Cezayir, Angola, Mozambik) izledi. En çok da Vietnam ve Küba damgalarını vurdu 1960’lar ve 70’lere. Bunlar büyük dâvâlarıydı solun, 19. ve 20. yüzyıllar boyunca üstüste binen. Sovyetlerin çöküşü bir bakıma hepsinin tarihe karışmasını simgeledi. Nostaljiyle yaşanmaz. Ne demiş Mevlânâ: Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım."

SOLUN KÜLTÜR SERÜVENİ – 2 | Halil Berktay anlatıyor: Kültüre Nasıl Bakmalı?

Halil Berktay, Serbestiyet'te başladığı 'Solun Kültür Serüveni' dizisinin ikinci bölümünde 'kültür' meselesini yorumluyor: "Kültüre salt bir iktidar alanı olarak bakmak, doğru mu acaba? Cumhurbaşkanı Erdoğan böyle görüyor olabilir, kültürel iktidar olamadıklarından yakındığına göre. AK Parti, yönetimi, bu alanı ele geçirmeye yönelik çeşitli politikalar izliyor da olabilir (Osmanlı nostaljisi ve dinî-millî değerler satürasyonuyla). Ama sırf bunlar kültürel alandaki değişimi açıklayabilir mi? Sırf bunları reddetmek, yeni bir kültürün inşasına katkıda bulunabilir mi? Negatif değil pozitif bir yaratıcılık, herhalde başka ve daha tarihsel-realist bir vizyonu gerektiriyor."

SOLUN KÜLTÜR SERÜVENİ – 1 | Halil Berktay: “Değişimi Kabullenme Sorunu – İster 1908’den ister 1923’den başlatın, bir siyasal ve kültürel paradigma sona erdi,...

“İsterseniz 1908 Jön Türk Devrimi’nden itibaren diyelim, isterseniz 1923 Cumhuriyet’in ilanından itibaren diyelim Türkiye’nin içinden yaşadığı belli bir siyasal paradigma ve bunu da çevreleyen bir kültürel paradigma söz konusuydu, o sona erdi, tükendi. Türkiye çeşitli yeni geçişler içinde. Türkiye için çare siyasi bakımından makul demokratik merkezde buluşabilmek, kültürel bakımından da kültürel melezleşmeye ulaşabilmek. Bunun için de hem sol hem de sağ mahallelerin muhasebesini yapması ve zaman içinde kaynaşması lazım. Sol örgütlerin muhasebesi faslı artık kapandı. Ama sol kültür tek tek insanların içinde ve vicdanında yaşıyor. Bu sol kültür hem Marksist alanı hem de Kemalist alanı kapsıyor. Bu kültürün zaman içinde nasıl geliştiğini ve değiştiğini ve zaman içinde nasıl yok olduğunu evet yok olduğunu incelemeye çalışacağım.” Halil Berktay’ın Serbestiyet kanalında başlattığı yeni serisi Solun Kültür Serüveni’nin ilk bölümü şimdi yayında.

Büyük yalnızlık

29 Ekim geçti; 10 Kasım yaklaşırken, üniversitedeki Müzik Kulübü’nün yöneticileri uğradı ofisime. “Hocam, biz Atatürk’ü anmak istiyoruz 75. ölüm yıldönümünde; niyetimiz, sevdiği bazı şarkıları kendimiz çalmak; siz müzikle çok ilgilisiniz, bir konuşma yapar mısınız bu konuda?” Yok, dedim, parçaları yorumlayamam, ama buradan hareketle, belki, kamusal kimliğinin gölgelediği bireysel kimliğine bir pencere açmayı deneyebilirim. Öyle de oldu. Yaslı, alçak gönüllü bir saat geçti. Oturumun genel başlığını “O’nun da bir iç dünyası vardı” koymuşlardı. Ben kendim “Büyük yalnızlığı”ndan söz ettim. Ana fikirlerini, temel yapısını korumakla birlikte, düzelterek ve çok genişleterek sunuyorum.

Devrimler ve asimetrileri

Cumhuriyetin 100. yılı münasebetiyle, çalıştığım üniversitede de 24 Ekim’de bir panel yapıldı. Teklifçisi, organizatörü, moderatörü ve ilk konuşmacısı konumundaydım. Gecikmeli de olsa, söylediklerimin yer yer oldukça genişletilmiş (söylemek isteyip zaman yetmeyeceği için atladıklarımı da içeren) bir versiyonunu ilişikte sunuyorum: “Türkiye farklı ve zıt mahallelerini aşamadı. Gerçek anlamıyla tek bir toplum olamadı. Cumhuriyetin bütün modernleşme hamleleri ve başarılarıyla birlikte, bu olumsuz mirasını da el’an yaşıyor ve taşıyoruz. Ve sanırım, bu Cumhuriyetin 100. Yılını tam nasıl kutlayacağımızı bilemeyişimize de yansıyor.”

Putin ve Prigozhin (3) Batı düşmanlığının iki varyantı

Genel ve özel. Her gün kullanırız, üzerinde fazla düşünmeden. Ama bunlar bilimde önemli kavramlar. Felsefî açıdan da önemli, metodolojik açıdan da. Biri olmadan diğeri olamıyor. Arada diyalektik bir ilişki söz konusu. Genel, daima çeşitli özellerden oluşturulan, onların üzerinde yükselen bir genel. Özel ise daima bir genelin içinde mevcut. Bunu anladığınızda, birçok problem çözülebilir hale geliyor.

Putin ve Prigozhin (2) Devlet ile katil, sonra isyancı, içiçe

Wagner özel örgütünün kısa süreli isyan denemesinin de, benim bu konuya girişimin de üzerinden hayli zaman geçti (bkz “‘Derin Yumurtlayıcı’ Putin’in ucube çocuğu Prigozhin,” 24 Haziran 2023). Fakat olayın üzerindeki esrar perdesi kalkmadı. Tersine, durum büsbütün garipleşti. Putin rejiminin niteliği, devlet gücünün kapsamı, rakip odaklar ve olası çatlaklar, iktidarın kolunun nereye uzanıp uzanamadığı… hep tartışılır hale geldi.

Nazilerin kitap yakmasından ne farkı var?

“Tarihten ders çıkarmak” der dururuz. Galiba kimse çıkarmıyor. Bir, öyle objektif, herkes için ortak dersler diye bir şey yok. İki, hafıza-yı beşer nisyan ile malûl. Sürekli unutuyor. Hem de özellikle özgürlükle (ve sınırlarıyla) ilgili olanları, çoğulculukla ilgili olanları, birlikte yaşamakla ilgili olanları, “öteki”lerle ve empatiyle ilgili olanları unutuyor. Kendini başkalarının yerine koymayı unutuyor. Medeniyet dediğimiz şey, vahşet ve şiddet potansiyelimizin üzerine vurulmuş sığ bir cilâ. Okul, aile, medya, kamusal alan: toplumsal bellek sürekli canlı tutulmazsa, demokratik değerler hayatımızın her zerresine nüfuz etmezse, kâh o tarafın kâh bu tarafın Momika benzeri veya muadili (simetriği) fanatiklerince delik deşik edilebiliyor.

Salwan Momika

Küfretmek ihtiyacındayım. İÖ 4. yüzyılda, Herostratos’un sırf meşhur olmak uğruna, İlkçağda “Dünyanın Yedi Harika”sından biri sayılan Efes’teki ikinci Artemis tapınağını (560-356) kundaklamasını hatırlatan, aşağılık pis cıvık habis şuursuz şımarık sırıtkan yaratık.

“Derin Yumurtlayıcı” Putin’in ucube çocuğu Prigozhin

Geçmiş efsaneler âlemini andıran zamanlarda yaşıyoruz. Pamuk Prenses’te zalim bir kraliçe vardır. Her sabah aynasının karşısına geçip sorar: Ayna ayna, söyle bana / Benden güzeli var mı bu dünyada? Uzun süre tabii yok cevabı alır. Derken bir gün ayna var, der: Pamuk Prenses (Snow White’tan doğru çevirisi Karbeyaz). Sonrasında kraliçe, kâh öldürülmesi için baş avcısına teslim ederek, kâh bizzat zehirli elma yedirerek, Pamuk Prenses’i nasıl yok edebileceğine odaklanır.

Erzurum’un ardından: Bugün Süleyman Soylu; 1946-50’de Recep Peker

Cumhurbaşkanı Erdoğan, iyi ki 14 Mayıs’ı seçmiş genel seçimler için. Beklenmedik, kastedilmemiş, planlanmamış sonuçlar yasası. Herhalde hiç ummadığı paralellikler giderek çoğalıyor. 1950’de ve 2023’te Türkiye’nin nasıl bir demokratik geçiş yaşadığı, giderek netlik kazanıyor.