Halil Berktay

Ah, o nefret dilini de unutmayalım

Solda, Eski Bolşeviklerin imhasının yargı ayağı, kendisi eski Menşevik, dağdan gelip bağdakini kovan, Moskova Duruşmalarının başsavcısı Andrey Vyshinsky. Sağdakini herkes tanıyor.

Eski Bolşevikler

Unutulmuş birer birer / Eski dostlar, eski dostlar / Ne bir selâm, ne bir haber / Eski dostlar, eski dostlar / Hayâl meyâl düşler gibi / Uçup giden kuşlar gibi / Yosun tutan taşlar gibi / Eski dostlar, eski dostlar / Unutulmuş isimlerde / Bilinmez ki nasıl, nerde / Şimdi yalnız resimlerde / Eski dostlar, eski dostlar

Niçin, sayın Koca, niçin?

Bugün 7000 civarındaki “hasta” sayısının üzerine 28,000 de “vaka” sayısı eklemek gerekiyorsa, Eylül-Ekim aylarındaki fark ne olmuş olabilir? WHO’ya bildirdiğimiz toplam sayı 467,000 mi, yoksa en az 1 milyon mu olmalı? Sayın Bakan, siz doktorsunuz. Bir bilim insanısınız. Hipokrat Yemini ediyorsunuz. Öncelikle hakikate bağlı olmanız gerekir. Yakıştı mı?

ANALİZ – Bu tanker dönebilir de, dönmeyebilir de

Erdoğan başaracak diye bir kanaatim yok. Üstelik, hayli zor görüyorum. Ama bu son salvo, hemen vazgeçtiğinin işareti olmayabilir. Politikada viraj almak hiçbir zaman kolay değildir. Savunma reflekslerini; ileri geri, zigzaglı süreçleri; inkârı, iman tazelemeyi ve aidiyet tahkimini; sağa sola kâh ihtar, kâh baraj ateşi açmayı; bir tür mehter yürüyüşünü gerektirebilir.

“Sosyalist sistemin daha da mükemmelleştirilmesi için” (ek notlar)

Dindar-muhafazakârlar için de önem taşıyan bazı çok ciddî hukukî ve siyasî meseleler olduğu kanısındayım. (1) Şehir Üniversitesi’nin yok edilmesi ve (2) ardındaki Bilim ve Sanat Vakfı’na da el konması. (3) İstanbul seçimlerinin tanınmaması ve zorla tekrarlatılıp beter biçimde kaybedilmesi (böylece hile iddialarının kof çıkması). (4) İstanbul Sözleşmesi’nin feshi girişimine karşı hemen bütün Müslüman kadınlardan yükselen protesto. (5) KHK’larla gerçekleştirilen Gülenci temizliğinin çok geniş ve çok amansız tutulması sonucu, belki milyonlarla sayılabilecek bir “mülksüzleştirilmiş yoksulluk Gulagı” yaratılması.

Bir İsrail ambülans görevlisi ve Metin Karabaşoğlu

Tükürürüm. Hazreti İsa resimleri putperestliktir. Bizim Tevrat’ımızda, yabancı inanç ve ibadetlerden uzak durmak yazılıdır.

Bir panelde, konuşma notları

15 Kasım Pazar akşamı Habertürk’te, Kübra Par’ın “Açık ve Net” programına davetliydim. Ali Çarkoğlu, Binnaz Toprak, Özden Zeynep Oktav ve Serap Yazıcı da dahil, toplam beş kişiydik. Berat Albayrak’ın istifasından sonra, şu veya bu ölçüde bir reform ve değişim penceresinin açılıyor gibi olmasını konuştuk. 12 Eylül’den çıkış sürecinde, 1986’da katıldığım bir panel geldi aklıma. Bu da bir çıkış süreci mi olacaktı? İnsanın fazla yaşayınca bu tür benzerlikler geliyor aklına.

Koronaya karşı “destan yazmak” (herhalde bu da bir fikrî iktidar sorunu)

Fakat ne ilginç değil mi; 80 küsur milyon nüfusuyla Türkiye’de, salgının genel profili bu dört ülkeyle hemen aynı ama, mutlak rakamlar itibariyle günlük yeni “hasta” sayıları aynı dönemde 1000-2000-3000 seviyesini aşmıyor ve dolayısıyla, herhalde diğerleri gibi günde en az 20-30,000 yeni vakası olduğu halde bunları açıklamamak sayesinde, “ilk 20”de tırmanacağına Belçika, Çekya ve Hollanda gibi nüfusu çok daha küçük ülkelerin de altında 25. sıraya düşmüş gözüküyor.

ABD seçimleri (4) Biden’ın liderliği tartışması

Farklılık ile önleyicilik aynı şey mi? Bir seçimin, 3 Kasım 2020 seçimlerinin ötesinde, bugünkü adıyla Trumpçılığı, biraz daha açarsak Amerikan popülist otoritarizmini, daha daha açarsak düpedüz Amerika’nın ana akım neo-faşizmini önleyip geri püskürtebilmek, kapının dışında tutabilmek aynı şey mi acaba?

ABD seçimleri (3) Türkiye’nin Trumpçıları

Ağır yazıya hafif başlangıç. 1999 Türkiye Kupası’nın 3. turunda Fenerbahçe Pendikspor’la eşleşmiş ve 2-1 mağlup olmuştu. Kendisi de hasta Fenerli olan rahmetli Tosun (Terzioğlu), daha beni kapıda görür görmez gardını almıştı: “Hiç üstüme gelme, Anayasa Mahkemesine gidiyoruz.” Son günlerin aynı absürd havadaki iki güzel esprisi: (1) Trump seçimleri iptal ettirmek için Amerikan mahkemelerini bırakıp YSK’ya başvuracakmış. (2) Gene de yeniletmese iyiymiş, çünkü bu sefer fark 800,000 olurmuş.

ABD seçimleri (2) Trumpçı faşizm üzerine bir not

Hiper-milliyetçiliği, “millî dâvâ”sı, narsistliği, performansçılığı, demagogluğu, kişi kültüne yatkınlığı, militarizmi, orduyla ve kiliseyle kurduğu oportünist ilişki, devleti çeteleştirmesi, taraftarlarının bağnazlığı ve fanatizmiyle Donald Trump ve Trumpçılık, 1930’lar Faşizmi ve Nazizminin pek çok temel özelliğini şahsında ve kitlesinde barındırıyor.

ABD seçimleri (1) Nihayet yenildi; mendebur faşistliği (şimdilik) durdurulmuş oldu

Ve şimdi üçüncü böyle “vaka”yı yaşıyoruz, Türkiye’de değil binlerce kilometre uzakta, Amerika’da. Fakat Amerika diye geçmeyelim; bütün dünyanın kaderi biraz buna bağlı. Dünyada azıcık olsun iyilik olabilmesi, hiç olmazsa bu sefer, bu kötünün yenilmesine bağlı.

Ayrı bir “İslâmî bilim” olabilir mi (3) Ekonomide faiz fobisi ve bölüşümcü politika arayışları

Var mı, teorik düzeyde herhangi bir itirazı, gerek mikroekonominin, gerekse makroekonominin temel prensiplerine? Örneğin marjinalci değer ve bölüşüm teorisinin yerine farklı bir değer ve bölüşüm teorisi koyabiliyor mu? Piyasasız, “marjda düşünme” rasyonalitesinin olmadığı bir İslâm toplumu (ümmeti) inşa edebiliyor mu? Ya da makro dengeleri, temel Keynesçi teoriye dayanmadan kurmaya kalkabiliyor mu?

Ayrı bir “İslâmî bilim” olabilir mi (2) Fizik, Astrofizik, Kimya – ve Biyolojinin özel durumu

Aşağıda, 1925’te Tennessee’nin küçük Dayton kasabasında görülen, ama bütün dünyada yankılanan “Maymun Dâvâsı”nın rakip avukatları. Solda, iddia makamının evrim teorisini mahkûm ettirmek için yardıma çağırdığı William Jennings Bryan. Sağda, ACLU’nun önde gelen isimlerinden Clarence Darrow. Neredeyse yüz yıl sonra bugün, aynı çatışma İslâm âleminin bazı köşelerinde hâlâ yaşanıyor.

Ayrı bir “İslâmî bilim” olabilir mi (1) Üç temel soru cevap arıyor

Aşağıda, İslâm medeniyetinin “altın çağı”ndan iki büyük âlim. Solda, matematikçi, astronom, fiziğin optik dalının öncüsü kabul edilen İbn Heysem, Latinize adıyla Alhazen (y.965 - y.1040). Sağda, hekim, fizikçi, astronom ve filozof İbn Sina, Latinize adıyla Avicenna (y.980 - 1037). 11. yüzyılda İslâm âlemi, henüz mevcut olmayan bir “Batı”dan geri değilmiş, buna bakılırsa. Madalyonun diğer yüzünde, bilim tarihinde İslâm âlimlerinin yeri ve payının restore edilmesi, bizi “Batı bilimi”nden ayrı bir “İslâm bilimi”ne götürmüyor. Tersine, İbn Heysem, İbn Sina ve daha niceleri, insanlığın ortak bilim hazinesine katkıları ölçüsünde değer kazanıyor.

Mahcupyan’a hem destek ve ilâve, hem kısmî eleştiri

Serbestiyet sayfalarında, adı konmamış ama çok önemli bir tartışma gelişmekte. Son katkı Etyen Mahcupyan’dan geldi. Esas doğrultusu çok haklı. Tam zamanında bir müdahale. Fakat belki kızgınlığı içinde yer yer kantarın topuzunu kaçırıyor. Batı’nın farklılaşması ve yükselişini o kadar gerilere götürüyor ki, Oryantalizan bir özcülük tehlikesi başgösteriyor.

Doğa yasaları ve insan yasaları

Dün gece okuduğumda, iki şey geçti aklımdan. Birincisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan bir bakıma kendi kendisiyle de konuşuyor gibi geldi. Dört yıl önceki sorusu veya tavsiyesine şimdi kendisi cevap veriyor. 2016 Şubat sonlarında “Onlarla ilgili kararı veren mahkeme kararında direnebilirdi. Direnseydi AYM’nin verdiği karar boşa çıkabilirdi” demişti. 14 Ekim 2020’deki yankısı “demek ki [yerel mahkeme] atabiliyor böyle bir adımı” şeklini alıyor.

14. Ağır Ceza’ya, kararında direnmesini dört yıl önce Cumhurbaşkanı Erdoğan söylemişti

AYM’nin yıpratılıp itibarsızlaştırılması süreci, daha 2016’da, hem de darbe öncesinde başladı.

Günlük test sayısı ile yeni hasta sayısı arasındaki ilişki

Son iki üç haftada günlük yeni hasta sayılarının 1500-1800 arasında gezinmesi, acaba istatistik dilindeki adıyla “rastgele” (random) bir dalgalanma mı? Yoksa bağımlı bir değişken mi? Tesadüfî olmayan bir belirleyicisi mi var?

12 Eylül’ün muhasebesi olmaz; bundan sonra sadece tarihi yazılabilir

Artık görelim ki sakatlık onlarda değil; sol kökenden gelen bizler gibi yorumcu ve eleştirmenlerde. Onları ve kendimizi aynı madde, aynı uzam gibi düşünmekten bir türlü kurtulamıyoruz ki, hâlâ en azından şiddet ve sol-içi şiddet, belki barış, demokrasi ve yasal mücadele (yani bunları reddetmişlik) konularında iki çift namuslu lâf bekliyoruz. Bu tam bir optik yanılsama.

Mustafa Kemal ne kadar Türkse, Napolyon da o kadar Fransızdır

Ne Fransızcıyım, ne Napolyoncu, ne Atatürkçü, hattâ ne de Türk milliyetçisi. Sade bir vatandaş ve vatandaş-tarihçiyim. Sırf bu sıfatla sormak istiyorum: Bir, geçmişe bu tür göndermeler, mevcut sorunları çözmeye mi, keskinleştirmeye mi yarar? İki, başkalarının tarihini küçümseyip aşağılamanın sonu nedir? Kendi tarihinin Batı-merkezcilik çerçevesinde küçümsendiği ve aşağılandığından şikâyet eden Türkiye, dengeyi bu yolla mı kurmaya çalışmalı?

Hayat ve temsil; reel ve sanal tarih

“Bütün iktidar siyasetçileri, sanki Ertuğrul ve Abdülhamid dizilerinin senaristi gibi” yazıp konuşmaya başlamış bulunuyor.

Kırk yıl önce

Cunta özellikle bıraktı, uzattı, seyretti – ve sonra, küçük yerel kavgaların çok üzerindeki asıl hegemonyanın kimde olduğunu gösterdi. Hamur yoğurur gibi yoğurdu bütün toplumu. Başka bir şekil verdi.

(10) Son birkaç söz

“Zorluk yeni fikirlerde değil, zihnimizin her köşesine nüfuz etmiş bulunan eski fikirlerden kurtulmakta yatıyor.”

(9) “Kategorik temiz solcu”nun karasevdası: boykot

Boykot nasıl protestocu olmayabilir? Geniş kitleler açısından bu olanaksız. Boykot dendi mi, protestoyu anlarlar. Basit aklı selim bunu zorunlu kılar. Madalyonun diğer yüzünde, ancak sizin kendi kafanızda, içsel sübjektivitenizde “protestocu olmayan” ve “boykot” sözcükleri yanyana gelebilir. O da bir tek koşulla: neyi protesto ettiğinizi bilmiyorsanız. Yani protesto edecek ciddî bir şeyiniz yoksa.

(8) Gelmeyen devrimin diğer ikameleri: Krizcilik, devirmecilik, darbecilik, boykotçuluk, ayaklanmacılık

Hepsi geçişimli bir yumak. Bu tipik sol duruş karmaşasının kalbinde, merkezinde, demokrasiyi, seçimleri, çoğulculuğu, genel oy hakkını sindirememişlik yatıyor. Devrimci bir kültürden gelen solcu, reel anlamda devrimci olamıyor (devrimci bir pratiğin içinde yer almıyor) ama devrimseverliği sürüyorsa, devirmeci oluyor. Bütün diğer nevrozlar, bu köklü patolojiden, anti-demokratik devirmecilik patolojisinden kaynaklanıyor.

(7) Bugün “en büyük tehlike”: Avrasyacı-ulusalcı faşizm

Bir de bunların eteklerine yapışmaya çalışan çok daha bilinçli, çok daha habis borazancılar var. Adını koyalım: bu yeni bir faşist akım. Atatürkçülükten türemiş Avrasyacı-ulusalcı faşizm. Günümüzün en büyük tehlikesini oluşturuyor.

(6) Gelmeyen devrimin beklemeyeni: “Düşünen bir kamış” kalmak

Önce Maoist, sonra Stalinist, sonra Leninist, giderek asıl Marksist teoriyle hesaplaşmak, beni teorik kibirden de vazgeçmeye zorladı. Solculuğu bir paye, bir kimlik, bir üstünlük, bir madalya gibi taşımayı bıraktım. Gelmeyen (ve galiba gelmeyecek) devrimi beklemekten vazgeçtim. İkamelerini, “ersatz” versiyonlarını aramıyorum. Ama başkaları arıyor sanırım.

(5) Gelmeyen devrimin teorisi: Kibir ve yanılsama

Sosyalizm çökmüş mü? Devrim çökmüş mü? Yok canım. Ne münasebet! Olmadı böyle bir şey. Olabilemez ki. Muhkem teorisi var. Benim teorim senin teorini döver. Hem aslında senin bir teorin bile yok.

(4) Devrimciliğin ayrılığı, özelliği, kutsallığı: Lenin’den Guevara’ya

Yeter ki fikirlerimiz nesilden nesile geçsin, demiyordu Guevara. Yeter ki partimiz nesilden nesile geçsin de demiyordu. Yeter ki mitralyözlerimiz elden ele geçsin diyordu. Lenin bu kadar silâh-indirgemeciliğe, siyasetin bu kadar militarize olmasına ve “yeni tip parti”sinin bir adım ötede gerilla foco’suna dönüştürülmesine itiraz edebilirdi kuşkusuz. Ama tohumlarını kendisi atmıştı. Yaşasaydı, ektiğini biçmekte olduğunu farkeder miydi?