Gazze soykırımı, Lübnan, Suriye ve şimdi de ABD’nin İran’a saldırıları gösteriyor ki, bizim hayatlarımızın bir değeri yok. Bizim ölmemiz, çocuklarımızı, evlerimizi ve yurtlarımızı kaybetmemiz ve mülteci durumuna düşmemiz ABD, İngiltere ve sözüm ona “özgür dünya”yı çok da rahatsız etmiyor. Çoluk çocuk nereye gidecek bu insanlar, kim bilir kitlesel can kayıplarının sayısı ne olacak diye de düşünmüyorlar. Trump’ın İran’ın 18 milyon insanın yaşadığı başkenti “Tahran’ın boşaltılmasını” isteyebilmesini de böyle anlayabiliriz.
Donald Trump’ı anlamak, onu sevmekten veya ondan nefret etmekten daha karmaşık bir şey. Çünkü Trump, klasik siyaset figürlerinin sınırlarını aşarak bir “duygu rejimi” olarak işliyor. Ne tamamen muhafazakâr, ne tamamen popülist. Ne tam anlamıyla ciddi, ne de tamamen maskara. Trump’ın en güçlü yönü, bu ikilemleri aynı anda taşıyabilmesi. Kendisini hem “barış getiren lider” olarak sunabiliyor, hem de “kıyameti başlatmaya hazır” bir figür gibi konuşabiliyor. Bu çağın despotları mit değil; akış, performans ve duygu dalgası. Onlar sabit kalmıyor, sadece yön değiştiriyorlar. Bu yüzden Trump’ın ardında bıraktığı en büyük miras belki de şu:
Artık despotlar konuşmuyor, tweet atıyor.
Trafikte bir “Waymo” var. Bildiğimiz “vay mo!” değil, otonom araç şirketi. Yani içinde direksiyon var ama tutan yok. Gaz var ama panikleyen yok. Sinirlenen, kornaya abanıp camdan küfür savuran da yok. Çünkü direksiyonda insan yok. Şirket diyor ki: Eğer bizim robotaksileri ülke geneline yayarsak, yılda 35.000 ölüm engellenebilir.
İran’ın petrolü millileştirme kararı alan demokratik olarak seçilmiş başbakanı Muhammed Musaddık’a karşı 1953’te İran ordusuna yaptırdıkları darbedeki rolü tam 50 yıl sonra Obama’nın ağzından 2009 yılında itiraf ettiler. Ettiler de ne oldu? Doğru dürüst bir özür bile dilemediler. Hatta belki gelecekte bir gün, Gazze’de devam eden soykırımdaki ortak sorumluluğunu en çarpıcı biçimde başka bir ABD başkanı dile getirecek; soykırımla ilgili en acıklı filmleri de yine Hollywood yapacak. Biz asıl o günlerden korkalım. Çünkü o günler geldiğinde bizler, ABD, İsrail eliyle bölgemize dayatılan bu savaşları kaybetmiş ve canavarlara yem olmuşuz demektir.
Toplumsal sorunları ve farklılıkları ifade etmek için "iç cephe" gibi savaş terminolojisi içeren kavramlardan uzak durulması, sağlıklı bir demokrasi ve geleceğe yönelik ortak bir vizyon için hayati önem taşımaktadır. Aşırı kutuplaşma hali üzerine düşünmek ve çözüm yolları aramak başka bir şeydir; toplumu "cepheler" üzerinden tanımlamayı doğal kabul etmek ise bambaşka bir şey.