Yunanistan ile nüfus mübadelesinin müzakere edildiği bir dönemde nüfusları nerede ise tamamen Yunanlı Hristiyanlardan oluşan üstelik işgal etmediğimiz adaları Lozan’da istemek abesle iştigal olurdu. Gökçeada ve Bozcaada, Lozan’ın 14’üncü maddesine göre kendi kendilerini yönetecekti. Oysa bu madde hiçbir zaman uygulanmadı. Dört yıl sonra Mahalli İdareler Kanunuyla tek taraflı olarak yürürlükten kaldırıldı. Yunan vatandaşlığına sahip Rumların İstanbul’da serbestçe ikametini sağlayan anlaşma 40 yıl sonra 1963’de İsmet İnönü başbakanlığında ihlal edildi, İstanbul Rumları 1964 yılında birkaç gün içinde sınır dışı edildiler.
Bu iki örnek bile Lozan’ın bizzat imzacıları Antlaşmayı bugün bazılarının yaptığının aksine putlaştırma arzusunda olmadıklarını gösteriyor. Mustafa Kemal ile İsmet Paşalar, Lozan’ın işlerine gelen hükümlerini uygulamışlar, işlerine gelmeyenlerini de hasır altı etmişlerdir. Bu çok şaşırtıcı değildir. Nitekim, Lozan’ın imzacılarından hiçbirisinin bu ihlalleri mesele edip ihlal edilen hükümlerin uygulanmasını talep ettiklerini duymadım.
Bir müşkülat çıktığında arkadaşlarımızı yardıma çağırabiliriz, bir hüzne düştüğümüzde arkadaşlarımıza sığınabiliriz. Salt mutluluklarımızı değil mutsuzluklarımızı da arkadaşlarımızla paylaşırız. Bir felakete duçar olduğumuzda, başımız dara düştüğünde arkadaşlarımıza müracaat ederiz. Bittabi bunların hepsi kıymetlidir, ancak bunlardan öte bir arkadaş, sırf varlığı ile mutluluk sebebidir.
Türkiye 70 yıldır Oppenheimer’ın icat ettiği nükleer bombalarla yaşıyor, Türkiye’nin son 70 yıllık hikayesi soğuk savaş ve nükleer silahlanma mücadelesi olmadan yazılamaz. Ama soğuk savaşın cephe ülkesinde bu yakın tarih bugüne kadar sansürsüz, açıkça konuşulmadı, arşivler ortaya çıkmadı. Bu da sadece konuya uzun bir giriş yazısı. Ama merak etmeyin; oppenheimer’ı henüz izlememiş olanlar için spoiler yok. Çünkü tüm bunlar filmin kapanış jeneriğinden sonra yaşandı.
Barbie’yi özel kılan, ancak 2000lerden sonra bize batmaya başlayan bu ince belli uzun bacaklı gerçekdışı “mükemmellik” tasviri değildi. Piyasaya çıktığında (1959), Barbie, 50ler ABD’sinin itaatkar, munis, Pleasantville’e yaraşır ev kadını stereotipine bir başkaldırı gibiydi. 60’ların kız çocuklarına “istediğin her şeyi olabilirsin” cesaretini veren bir bebekten bahsediyoruz. Örneğin astronot Barbie, 1965’te piyasaya çıktığında, NASA’da ilk kadın astronotların eğitime başlamalarına daha 13 yıl vardı. Şimdi biz de, 64 yılın pop kültürüne pembe kalemiyle imza atan bu kahramanın önemli stil anlarında tatlı tezatlarla dolu bir yolculuğa çıkalım.
Başörtüsü inancın konusuyken, diğer yönüyle bireysel bir tercihken bu kez toplumun, siyasetin nesnesi ve ülkede neredeyse nefes alan her canlının üzerinde yorum yapabileceği bir konu haline geliyor. Başörtüsü uzun yıllar boyunca yasaklanarak kadınlar için çok ağır, taşıması zor bir “yük” haline getirildi. Sonra dindar kesim tarafından siyaset arenalarında bir savaş aracı olarak kullanılarak başörtülü kadınların yükü artırıldı. Buradan bakınca, “bu kadınlar başını niye açıyor?” gibi bir soru sormak, abesle iştigal olabiliyor. Çünkü o artık Allah’ın emri başörtüsü değil, garip biçimde, başını örtmeyen yığınlar tarafından ağır bir yük haline getirilmiş bir nesne!