İşin aslı, deprem toplum olarak bizim önceliğimiz değil. Hiçbir zaman olmadı ve muhtemelen bundan sonra da olmayacak. Bir süre konuşulacak ve yine arka plana itilecek. Çünkü hayata olan temel yaklaşımımız hayatı ‘her ne pahasına olursa olsun’ öncelemiyor. (…) Kendimize soralım: Şehitliği sorgulamayan, aksine doğallaştırıp içselleştiren bir toplum, depreme olması gerektiği gibi hazırlanabilir mi? Yaşamı sürdürmeyi ve yaşayanları korumayı tek ve acil öncelik olarak önüne koyabilir mi?
Deprem aynı zamanda bir dejavu olarak da yaşanıyor. Kahredici benzerliklerin sonuncusu deprem yardımlarında devletten daha güvenli bulunan AHBAP ve Haluk Levent’e karşı başlatılan kampanya. Ama bunu da sanki daha önce yaşamıştık. 17 Ağustos 1999 depreminin üzerinden bir hafta geçmemiştir...
Halkın bir felâkette, tek başına ne yapacağını bilememesi normal ama öyle günler için oluşturulmuş, görevi, kâğıt üzerinde yetki alanları öyle olan kurumların, birimlerin ne yapacağını en tepeden “talimat” gelmeden bilememesi yahut talimatsız adım atamaması normal değil. Ve maalesef yaşanan en büyük felâkette de ortaya çıkan bu kriz yeni bir şey de değil.
Bu devlet, deprem vergisi toplayıp depreme karşı hiçbir önlem almayan, isteyen müteahhidin istediği gibi bina yapmasına göz yuman, kendi mevzuatına uyulmasını bile sağlamayan bir devlet. Ama olsun! Önemli olan, puslu havalarda kurtlara dikkat etmektir.
Depremde askerin devreye girmemesini EMASYA (Emniyet ve Asayiş Yardımlaşması) protokollerinin 2010’da AKP iktidarı tarafından kaldırılmış olmasına bağlayan yorumlar doğruluk taşısa da gerçeğin sadece bir yönüne işaret ediyor. (…) Askerin kullanılmaması kararının esasen kimden kaynaklandığını tam olarak bilmiyoruz. Erdoğan’dan mı, Akar’dan mı? Erdoğan’dan kaynaklandıysa ne anlama gelir, Akar’dan kaynaklandıysa ne anlama gelir?