Geçti, gitti, diyordu kulağımdaki ses, bitti. Sebebi ne olursa olsun. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Hava ağır ve rüzgârlıydı. Bulutlar neredeyse şehrin yüksek binalarına değecek kadar yakın. Uzak ama yakın. Artistik lafların zihnimde birbiri ardına belirmesine güldüm. Ayrılıklar ağır dram yüklüdür ne de olsa. İşte o an kafama dank etti. Ayrılık gündelik bir olaydı aslında.
Cumhuriyet denince ortada sadece kutlanacak şeyler değil, üzerinde düşünülecek büyük travmalar, dersler çıkarılacak acılar ve hatalarla dolu bir tarihi tecrübe de var. 98. yıl kutlamalarının ortasına düşüp, can sıkan üç haber tekrar bunu hatırlattı.
Batı Türkiye türü ülkeleri anlamakta her zaman zorlandı. Siyasetin toplumu layıkıyla temsil ettiğine inandıkları için toplumsal değişimi göremediler. Siyaset karşısında ise (kaba kuvvet veya açık şantaj uygulayabildikleri durumlar dışında) çaresiz kaldılar. İlkesel pozisyona geri çekilerek vicdanlarını rahatlattılar. Durum değişmiş değil… Büyükelçiler girişimini iyi niyete ve idealizme yorabileceğimiz gibi, cehalete de yorabiliriz.
Henüz araya on büyükelçi sorunu girmemiş; ABD ve diğerlerinin ‘biz zaten Viyana Sözleşmesi’nin 41. maddesine uyuyoruz’ yollu açıklaması ‘bak geri çekildiler’ diye Türkiye’nin kendi geri çekilmesine vesile yapılmamıştı. Marksist teoride, hele ilk başlarda ittifaklar sorununa pek yer olmamasına karşın, hem de 1848 yılının çalkantıları içinde Marx’ın ayağının nasıl yere bastığını ve kısmî, aşamalı, reformcu denebilecek adımları içine sindirdiğini yazmıştım.
SADAT ve ardından TÜGVA olaylarının duyulmasının ardından aklıselim sahibi hemen herkes ordu dahil tüm kamu personeli alımlarında ve terfilerde kayırmacılığa, kadrolaşmaya geçit vermeyen, evrensel ölçütlerde ve liyakate dayalı bir sistemin önemine vurgu yaptılar. Ancak Türkiye’nin özgül koşullarında bu güzel ve ezber öneriler daha baştan boşa düşüyor.