Mesihçi siyaset, kibirli bir güç kullanımı içerir ve demokrasinin temel ilkelerini kendi dışındakiler için geçerli addetmez. İnsanlar hiçbir zaman eşit değildirler ve özgür olmaları halinde eşitsizlikleri derinleştirirler. Egemenlik eşitsiz bir özgür insan topluluğuna ait olduğunda ise dünyanın düzeni büsbütün bozulacağı için aleme nizam vermesi gereken birileri her zaman olmalı, o da “en demokratik” dogmalara sahip uluslardan çıkmalıdır.
Hayatın tıpkısı olması bir yana… Seyredeni de o hayatın, stüdyodaki o habitatın içine alıyor, onu da “dizi”nin kadrosuna katıyor. Her akşam seyrede seyrede kahramanlarına alışmak, onları hayata eklemek bir bakıma kaçınılmaz. Zira alışkanlık, postu en kolay serdiğimiz zaafların başında geliyor.
Cahit’lerden bahsedince aklıma Edip Cansever’in bu şiiri geliyor. Böyle hafif öz eleştirilerle birlikte, “bakımsız” hayatlar güzellemeleri pek çoktur “İkinci Yeni”de de. Bu incecik şiirlerde de çok geçer rakılar, şaraplar, içmeye sığınmaklar. Ama hep “biz” olarak, büyük sofralarda ve arkadaşlıkla beraber. Biraz daha az yıkıcı olmasının belki de tek mantıklı açıklaması budur.
Başkasını bilmem ama, muhtemelen bizim kadar abartmazlardı, biz “takım kurma” ve “takım olma” işini çok ciddiye alırdık. İçimizdeki “adam olacak çocuk” Ömer, sonradan öğretmen...
Hepsi geçişimli bir yumak. Bu tipik sol duruş karmaşasının kalbinde, merkezinde, demokrasiyi, seçimleri, çoğulculuğu, genel oy hakkını sindirememişlik yatıyor. Devrimci bir kültürden gelen solcu, reel anlamda devrimci olamıyor (devrimci bir pratiğin içinde yer almıyor) ama devrimseverliği sürüyorsa, devirmeci oluyor. Bütün diğer nevrozlar, bu köklü patolojiden, anti-demokratik devirmecilik patolojisinden kaynaklanıyor.