“Dinimizin hükümlerini hatırlatmak” için söz alan memur-imamların aklına hep toplumun en savunmasız kesimlerinin hak eşitliği mücadelesinin gelmesi, buna karşılık “inananların taşıyamayacakları yükler”i ihtiva eden hükümleri nedense hiç hatırlamamaları ilginç değil mi? Anlamak güç değil: Birincisi ne kadar risksiz ve kolaysa ikincisi o kadar riskli ve zor.
Egemenlik arayışı doğal bir dürtü. Homo türü güç, statü farkı, hiyerarşi ve rekabetle dolu 6 milyon yıllık bir geçmişe sahip. Ne var ki doğal olan aynı zamanda ille de ‘istenilir’, insanlık açısından ‘iyi’ olmayabiliyor… ‘İyi’ kültürel evrim süreci içerisinde üretiliyor ve onun ‘modern’ halinin milyonlarca yıllık biyolojik evrimin ürettiği erkek zihnini gemlemesi zor. Yine de yapılabilecek şeyler var…
Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda, “Hayır olmam” demiyor. Tabii muhalefetin tümünün desteği sağlanmadan böyle bir işe kalkışmanın imkansızlığını biliyor. Ama gönlünde Cumhurbaşkanlığına da yer olduğunu hissettiriyor. Son dönemin modası olan ‘kabadayı dil’ zaman zaman sözcüklerine yansıyor. Kürtler konusunda dışlayıcı, ötekileştirici dili geride bırakmış görünüyor.
TÜİK, siyasi telkinleri dikkate alıp ‘rakamlarla oynadığı’ düşünülen bir kurum artık. İki yılda dört başkan değiştirilmesi bile siyasi müdahalenin işareti. Kurumun son iki yıl içinde atanmış dördüncü başkanı, göreve gelir gelmez kendisinden iki önceki başkanın TÜİK rakamlarına artan güvensizliği gidermek için itibarlı ekonomistlerden kurduğu danışma kurullarını lağvetti. Yani istatistikleri kontrol etmek için kavga sürüyor.
Kürt emîri Vehsûdân’nın 1029 yılında 2000 çadırlık Oğuz Türkünün Tebriz kenti ve civarına yerleşmesini kabul etmesi, muhtemelen Türklerin Azerbaycan topraklarını yurt edinmesinin ilk ve en önemli evresini teşkil etti. Yaklaşık on yıl sonra (1040) Selçuklu devletinin kurulması, bölgedeki siyasi iklimi tamamen Türkler lehine çevirdi.