İçimizde bir hummayla uyuyup uyanıyoruz günlerdir, sanki kaburgalarımızdan biri yerinden ayrılmış da kalbimizi kanırtıyor parça parça. Gözümüz ekranlarda sürekli, Filistin haberlerini, görüntülerini, yorumlarını yiyip kusuyoruz. Gazze’nin, Kudüs’ün taze bahar çocuklarının tek tek ve bazen onlarca toprağa dökülmesine kayıtsız kalamıyoruz, göğsümüz sıkışıyor. Uzaktan bakıyoruz acıya ve merhametin yeryüzünde can çekiştiğine tanık oluyoruz. Var olan tek şiddet kan dökücünün yağdırdığı bombalarla tecelli etmiyor, bir de epistemolojik şiddet var. Batılı kimi ana akım medya, politika ve akademi kurumları; bir epistemolojik şiddetle gerçekliğin üstünü örtüyor, bazı bilme biçimlerini baskılıyor ve tahakkümü meşrulaştıran diğerlerini de dayatıyor. Bazı sesler kısılıyor, bazı sesler ise bangır bangır ekranlardan bağırılıyor. Mesela ‘kendini savunma hakkı’ savunuluyor ama ‘yaşama hakkı’ hasır altı ediliyor. Mesela bombalar altında kavrulanlara mikrofon tutulmuyor, onların acılarını hikâye etme biçimleri değersiz ve görünmez kılınıyor.
Kapanmayan bir kahır bahsi bu, içimize saplanmış bir şarapnel parçası. İsrail’in yetmiş yılı aşkın bir süredir bir vatanı kemirerek tükettiği kararlı, soğukkanlı bir stratejinin sahnelenişini izledik ömrümüz boyunca. Yıl geçmiyor ki yeni bir işgal, yeni bir insanlık dışı uygulama, soykırım, katliam, cinayet duymayalım. Sömürgecinin kibri ötekinin yüzünü silikleştirmekle kendisini gösteriyor, Gazze’de ölen çocuklar çoktan ‘munzam hasar’ hanesine yazılmış ve ‘yası tutulmayacak hayatlar’ arasında yerini almıştır. Ailelerin kasıtlı olarak toptan yok edildiği, berideki asıl niyetin azar azar bir soykırım olduğu, nihai hedefin insanları topraksızlaştırmaktan toprağı topyekûn insansızlaştırmaya evrildiğini gözlerimizle görüyoruz. BM ve benzeri teşkilatların gösterdiği ahlak miyopluğu giderek bir kasıtlı cehalete, bir ahlaki körlüğe dönüşmüş durumda. Bize gelirsek, hazırda bekleyen tepkilerimiz var artık, kahrolsunlu sloganlarımız var. Naftalinlere sarıp kaldırıyoruz sonra sloganları, vaveylaları, klişe bedduaları, nasılsa sezonu gelecek biliyoruz. En çok birbirimize gösteriyoruz bunları, birbirimizi göz altında tutuyoruz, kimin dilinde daha fazla sövgü kimin avcunda daha fazla taş var diye. ‘Zalime bir taş daha niye atmıyorsun’ diye hesap soruyoruz sesi bizden cılız kalanlara… Yıldık. Taşlar avcumuzda çöktük dizlerimizin üzerinde, acısın biraz da avuçlarımız. Bağırıyoruz çünkü, Filistin bizim hayalet ağrımız. Uzun zamandır haritalarımızın bir parçası olmasa da, hikayelerimizin, hatıratımızın, şiirlerimizin, mezar taşlarımızın içinde yaşamaya devam eden bir coğrafya. Sloganlar, beddualar, çığırtkanlık ne dünyanın hafızasında kalıcı bir etki yaratıyor ne de vicdanında bir karşılık buluyor. İçine düşüncenin, gayretin ve ruhun karıldığı eylemler başarabiliyor bunu ancak.
Henüz yedi yaşındayken İsrail’in 1948 yılında başlattığı işgal ve tehcir üzerine, saldırıya uğrayan köyünden ailesiyle kaçarak Lübnan’a mülteci olarak sığınan bir şair, “şâirü’n-nahda” (uyanışın şairi) Mahmud Derviş dünyanın sağırlığına saldırmıştı dizeleriyle “Aynalar oldu paramparça, yığıldı içimize acı üstüne acı/ Topladık sesin küllerini getirdik bir araya/ Böylece söyler olduk acılı türküsünü yurdumuzun./ Hep birlikte sazın bağrına ektik bu türküyü, evlerin damlarına taş fırlatır gibi fırlattık attık bu türküyü,/alın, dedik…” Ölenlerin sesinin küllerinden yaktığı acılı bir türküdür Derviş’in şiiri, anne, evlat, kardeş, sevgili, dost ve yurt sahibi her insanın yüreğindeki ibrişime dokunur tınısı, “Ve ant içerim ki, bir mendil işleyeceğim yarına kadar, gözlerine sunduğum şiirlerle süslü ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı:”Bir Filistin vardı,bir Filistin gene var!” diye seslenmeye devam ediyor şiirinde sevgilisi Filistin’e.
Şairler öfkeyi de gönülce söylemeyi başarabilenler, umudu da. Gönül mayalıyor gönülleri; hamasetin, kan içiciliğin, ölü seviciliğin sesiyle dile gelen hiçbir anlam muhatap bulmuyor. Zaten giderek bir gösteriye dönüşüyor, bir matem kültüne, acıperestliğe tahvil oluyor. Oysa yeryüzünde umudu büyütmek gerek. Çünkü umut geleceğin rüyasını salar kalplere, geleceği her şeyden önce insanların bağrında yaratır. Ve gelecek de zaten başka yerden doğmaz. Acıperestlik ve matem çığırtkanlığı insanları bir geleceğin olmadığına, yalnızca bir ebediyetin var olduğuna ikna eder. Külli açıdan bakıldığında her ne kadar tüm varlık bir an’dan ibaretse de biz toplumların ve insanların da dahil olduğu mevcudat bir dönüşüme tabidir, zaman bunun içindir. Ebediyet için geleceği gözden çıkarmak, ebediyeti de berhava etmek manasına geliyor, o yüzden her gün akşama kadar taraftarlık yapıp günü tamamlamakla ne geleceği yaratabiliyoruz ne de ebediyeti mamur edebileceğiz.
Dünya vicdanını uyandırmaya yönelik girişimleri küçümseyen, bir insanlık alemini toptan şeytanlaştıran bir kitle de var. Oysa Allah rahmandır, onun adından tüm insanların gönlüne ulaşan bir merhamet vardır. Yeter ki güzelin vasıtalarıyla anlatmayı başaralım, zihinler ve gönüller canlanıp ayaklanır, Allah’tan gelen yardım kulların elinden sudur eder. Kendi elimizden gelen yardımı yağdırmak, fiili olarak orada bir destek sunmak, kendi yöneticilerimizi doğru, adil ve cesurca tavır almaya zorlamak ilk elde yapılması gerekenler. Ama bunun dışında insanları, tüm dünyadaki insanları hakka ve adalete, güzele ve doğruluğa taraf olmak için çağırmak, mazlumla saf tutanlarla aynı yürek hizasında durmak, insan olmanın gereğini ifa etmek için bir imkânı biteviye sunmaktır bizim vazifemiz. “Omzunuzdan vaveyla heybesini atın” demişti şair, ıstırabın yırtılıp çıktığı boğazlar bu zulüm altında sevdiklerini kaybedenlerinki olabilir, ama bizim dilimiz onun kısılan bastırılan sesine tercüman olmak için var. Bir Filistin vardı, bunu anlatmak ve ileride de bir Filistin var olsun diye sağ kalım savaşında Filistin’in omuz hizasında durmamız gerekiyor. Ve bu sözcülüğün, dünyanın kalbinin hassas olduğu, anladığı kavramlar ve imgeler üzerinden yürütülmesi elzem. İsrail’e bugün hâkim olan militer tahakkümcü politik güç kendi günahlarının kaydını silerek bir tarih ve hikaye anlatıyor dünyaya. Biz bu epistemolojik şiddete karşı koymalıyız. Henüz yaşamda olanlar varken, soykırım, apartheid, ayrımcılık, işgal, tehcir hikayelerinin yazılı ve görsel tarih kayıtlarında, sanat eserlerinde, anlatılarda çoğalmasını sağlamalıyız. Ama çocuk ve yetişkin insan cesetleri tezgâhı açarak yapılamaz bu. Ulaşmaya çalıştığımız maşeri vicdan, her inançtan ve her düşünceden iyi insanların bağırlarında yaşıyor ve iyi insanlar bu tür görüntüleri seyredemezler, onlardan kaçmanın kurtulmanın bir yolunu ararlar. Merhamet de yorulur, oysa bu uzun soluklu bir mücadele ve en az çocukları katleden terör kadar stratejik ve uzgörülü bir azme ihtiyacımız var.
Her şeyden önce sorunu adlı adınca tanımlamak gerekiyor; bu yaşananlar, siyonist terör sorunudur, Filistin sorunu değil. Zalim ve zorba olanın, yarattığı eserin isim babalığını da yapması gerekir. Kolonyalist bir devlet kurulduğu tarihten itibaren işgal, yağma, cinayet, tehcir, gasp, cebir ve akla gelecek tüm maddi, psikolojik araçlarla Filistin halkını ve Filistin topraklarını yutarak genişliyor. İlan Pappe, Noam Chomsky ile ortak yazılarından oluşan Yaşamla Ölüm Arasında Gazze adlı kitabında “Elbette İsrail’de, yapmış olduklarını gayet iyi bilen insanlar yaşıyor; başkalarının ne yapmış olduğunu gayet iyi bilen insanların sayısı daha da fazla. Yine de İsrailli yetkililer bu eylemleri toplumun kolektif belleğinden bütünüyle silmekte başarılılar. Bir yandan da, İsrail’de veya başka ülkelerde 1948 yılının arka planına ışık tutmaya çalışan herkese karşı var güçleriyle mücadele ediyorlar. İsrail’deki ders kitapları, müfredat, medya ve siyasi söylemler incelendiğinde, Yahudi tarihindeki bu sayfanın -yurdundan sürme, sömürgeleştirme, katliamlar, tecavüz ve köylerin yakılmasından oluşan sayfanın- tamamen ortadan kaybolduğu görülür.” diyor. Bu son hafta içinde yapılan bazı kamuoyu araştırmaları (bir siyasi manipülasyon yoksa eğer) İsrail nüfusun ezici çoğunluğunun Gazze katliamını desteklediğini bildiriyor. İsrail’de sağduyulu insanların, bu barbar politikaları eleştiren çok sayıda aydının olduğunu biliyoruz, kimilerinin eleştirel yazılarını Haaretz gazetesinden okuyabiliyoruz. Bir topluma yapılacak en büyük kötülük onu baştan aşağı militarize etmektir, böyle bir toplum karşısında etten kemikten ve ruhtan yapılma insanlar değil, sadece düşmanlar görecektir.
Siyonist proje, bu topraklara yerleştiği günden bu güne kadar adım adım yürüttüğü işgal planıyla Filistin insanını yıldırarak göçe zorluyor. Bilhassa Gazze’yi sistematik olarak saldırılarla, bombalarla yıkıyor, toz topraklaştırıyor, eğitim, sağlık, alt yapı, güvenlik gibi en temel hizmetleri sağlayacak bir yönetim mekanizmasının kurulmasına engel olacak her türlü müdahaleyi yapıyor. Oraya da zamanı geldiğinde kurulabilmek için. Yıkıntılara çökmenin yarattığı kurtarıcının aura’sını, Amerika kadar İsrail de biliyor. Kudüs’ü ve bugün yaşadıkları diğer diğer şehirleri fiilen işgal etmeleri, yüzlerce yıldır orada yaşayan insanların evlerini ve yurtlarını ellerinden almaları, mültecilerin sığındıkları kamplarda yaptıkları katliamlar, Gazze’yi yok etmek için fiili saldırılarda bulundukları yetmezmiş gibi; Batı Şeria da İsrail kontrol noktalarının işgali altında. Koca Filistin toprağı dört bir yanı duvarlarla çevirili bir açık hava hapishanesine dönüştürülmüş durumda. Bugüne kadar ele geçirebileceği her toprak parçasını işgal eden ve dünyanın gözü önünde işkence, ve katliam yapmaktan çekinmeyen, asla bir barış talebinde bulunmayan ve masada verdiği tüm sözleri göz göre göre çiğneyen layüsel bir devletle karşı karşıyayız. Yaptıkları karşılığında hiçbir müeyyide ile karşılaşmadı. Batılı devletlerin, işgale açık ve örtük onayları bir yana, Arap ülkelerinin de yetimi durumda Filistin. Modern tarihin en büyük haksızlıklarından biri olan Filistin işgali konusunda açık açık konuşmaktan ve antisemitist etiketinden duyulan korku, hakikati bilen ve ona hizmet edebilecek bir mevkide olan birçok kişinin gözlerine bağ, ayaklarına bukağı, ağızlarına tıkaç oldu. Sadece Batı’da ve Doğu’da sesi güçlü bir avuç entelektüel, antisemitist diye damgalanmayı umursamadan bu arsız işgale karşı çıkmaya cesaret edebildiler.
Filistin meselesinde sesi en gür çıkan birkaç entelektüelden biri olan Edward Said “Çoğu Avrupalı olan Yahudiler, başka bir halkın çoktan yerleştiği ve yaşamakta olduğu Filistin’e gelmiş, onların toplumunu tahrip etmiş, malını mülkünü elinden almış, üçte ikisini sürgün etmişti; buna ilaveten İsrail onlarca yıldır ordularıyla Filistin (dahası Lübnan ve Suriye) topraklarını işgal etmektedir; tek yanlı olarak Doğu Kudüs’ü ilhak etmiştir” diyor Medyada İslam adlı kitabında. Batılı ülkelerin modernizmin güzergahı üzerinde ilerledikleri safkanlaştırma idealini Hitler, shoah ile taçlandırdı. Milyonlarca insanın savaş alanları dışında yok edildiği İkinci Dünya Savaşı’nda hiç de Hitler’den daha az sayıda ve daha az canice işlenmemiş olan Sovyet Rusya’nın cinayetleri sorun edilmedi. Soykırım, sadece bir kazanan- kaybeden tarafta olma aritmetiği meselesiydi. Batı için terör, devletlerin ilerlemecilik, küreselleşme, düzenleme ve entegrasyon adına kendi topraklarında ve devletlerin başka ülke topraklarında yapma hakkına sahip oldukları meşru bir enstrüman oldu daima. Siyonist bilinç, Batılı bir bilinçtir ve bu yüzden bir halkın “doku nakli” ile yerleştirildiği Ortadoğu topraklarındaki bir kangren başlatmıştır.
Pek çok kereler, Batı’nın riyakarlığından dem vuruyoruz, kendileri için hak olarak gördükleri özgürlük, adalet, insan haysiyeti, hatta yaşam hakkını başka coğrafyalardaki insanlara reva görmemelerinden, onları en temel insan haklarından sistematik olarak mahrum bırakmalarından şikayet ediyoruz. Bu tespit, Batı’nın ötekine bakışındaki ‘bana benzemiyorsun bu yüzden hiyerarşide daha aşağısın ve ne kadar uğraşırsan uğraş bana benzemeyeceksin’ düşüncesi açısından doğru olsa da bir riyakarlık olması açısından doğru değil. Batı, kendi ilerlemeci modern zihni açısından gayet tutarlı şekilde bir sınıflandırma yaparak, bu sınıflandırmada aşağıda gördüğü insanlara bilim, insan hakları ve aydınlanmacı bir zihin taşıma iddiasıyla kendini bir dindışı bir Mesih olarak görmektedir. Ancak bu değerleri kendi sınırları içerisinde tahkim etmesine yarayacak siyasi ve ekonomik enstrümanları güçlendirdiği oranda da başka ülkelerdeki insan hakları, demokrasi, özgürlük ihlallerine göz yumuyor, bu şekilde davranan yönetimlerle iş birliğine gitmekte bir sakınca görmüyor. Çünkü sonuçta güçlenen, kendi ulusal demokrasisini, özgürlüğünü ve insanların yükselen hak ve konforunu sağlayan kaynaklar. Ona bu güç aktarımını yapamayacak tüm “öteki” toplumları, özelde ise İslam toplumunu asimile etmeye yönelik gerek fiili gerekse kültürel-zihinsel bir şiddet, baskı politikası yürütmekten imtina etmiyor. Küreselleşme (yani Batı’nın kültürel emperyalizmi) artık sadece kültür ürünleri aracılığıyla gerçekleşmiyor; zihinsel-psikolojik tahakküm araçları olarak sosyal medya platformları ve video/ resim dolaşım platformları aracılığıyla Batı bize bir ekran kadar yakın, adeta aynı anda her yerde ve hiçbir yerde. Ömer Kemal Buhari, Varoluşsal Tehcir – Yeni Batı ve Dönüştürücü Şiddet adlı kitabında, 2001 yılı sonrasında “Modern Batı’dan yeni Batı’ya geçişle birlikte Batı’nın şiddet yöntemleri de belirli bir dönüşüme uğramış, fiziksel şiddet terk edilmemekle birlikte ondan ziyade derin ve görünmez şiddet türleri uygulanmaya başlanmıştı. Artık karşımızda “Deus vult!” naralarıyla üzerimize saldıran, haç işaretli üniformalarından kolayca ayırt edebileceğimiz eski Batı’nın demir zırhlı şövalyeleri veya modern Batı’nın düzenli “kurşun askerleri” değil, kravatlarıyla ve döpiyesleriyle bize gülümseyen, kulağımıza “iyiliğimizi istediklerini ama bunun için atmamız gereken bazı adımlar olduğunu” fısıldayan yeni Batılı aktörler” bulunduğunu, bunların söylemleri, giyim kuşam ve yaşam tarzları, fikirleri, düşünme sistemleri, psikolojilerini ötekilere dayatmalarının artık yeni bir sömürgeleştirme evresi olduğundan bahsediyor. Batı’nın ötekine uyguladığı şiddet türlerinin büyük bir kısmı güçlerini yaygınlık, süreklilik ve görünmezliklerinden alıyor, “ısınan sudaki kurbağa” hikayesindeki gibi, olağanlaşan psikolojik, ekonomik, kültürel baskı dönüştürücü bir işlev görüyor. Tahakkümün olağan olduğuna inandırılıyor mağlup edilenler, itiraz etmesin, kendi alt insanlığını kabullensin ve tarih sahnesinden köleliği kabul ederek çekilsin isteniyor. Belki de Filistin topraklarındaki Siyonist terörün bu kadar aymaz ve acımasız hale gelmesinin sebeplerinden birisi, sıradan Filistinlinin ruhunda kök salmış olan o derin vatan bilinci. Bunca yıldırmaya rağmen geri adım atmıyor, vatanlarını terk etmeye hiç de niyetli görünmüyorlar. Çocuk ve topyekûn aile katliamları ve doktorların öldürülerek, hastanelerin tahrip edilmesi bu varoluş bilincini kırmayı hedefliyor.
Jean Genet, “Filistin, dünyanın her yerinden gelen Yahudiler’in içeri sızmalarına direnecek, ve sonuçta doğmakta olan siyonist hareketlerle uyum içindeki İngilizler tarafından kandırılıp egemen olunarak istila edilecektir. Çok daha önce, ama özellikle 1880 ile 1940 arasında, Hıristiyan ya da laik Avrupa’da, Yahudi karşıtlığı oldukça mütevazı Yahudi kıyımlarından Dachau ve Auschwitz’e kadar varacaktır. Avrupa Yahudiler’i katleder veya tehdit ederken kıyımdan kurtulmuş Yahudiler de, Hindistan yolunu korumak için Ortadoğu’da emin bir konak yeri isteyen İngiliz askerlerinin yardımıyla, Araplar’ı katletmekte veya tehdit etmemektedirler. Horgörme, baskı, yüksek faizle satın alma, ekilebilir toprakların müsaderesi. Yahudiler Araplar’ı korkutup yıldırmakta, öldürmektedir. Hangi Avrupalı bundan duygulanabilir: Fransa Kuzey Afrikalı Araplar’ı, Madagaskar yerlilerini, Hindiçinliler’i, Afrikalı Siyahlar’ı korkutmakta, öldürmektedir. İngiltere aynı şeyi başka yerde yapmaktadır. Belçika da öyle. Hollanda Endonezya’da, Almanya Togo’da, İtalya Etyopya ve Trablusgarp’ta, İspanya Fas’ta, Portekiz bilmem nerede. Siyonistler suçludur ve bütün Avrupa Siyonizm’in suçlusudur.” diyordu Açık Düşman adlı eserinde, “Batı oyuna gelmedi, o suç ortağıydı.” diye ekleyerek.
Franz Fanon’a “negritude” hareketiyle ilham veren Aime Cesaire, “Sömürgecilik, tekrarlıyorum, en medeni adamı bile insanlıktan çıkarır, yerlilere duyulan nefret üzerine kurulan ve bu nefret aracılığıyla meşrulaştırılan sömürgeci faaliyet ve sömürgeci fetih, kaçınılmaz biçimde onu üstleneni dönüştürmeye yönelir, sömürgeci de vicdanını yatıştırmak için diğer insanı bir hayvan gibi görme eğilimi içine girer ve kendini ona hayvan gibi davranmaya alıştırır ve nesnel olarak bizzat kendisini bir hayvana dönüştürmeye yönelir. İşte sonuç budur, benim de işaret etmek istediğim sömürgeciliğin bumerang etkisi.” diyor Söylev eserinde. İsrail, Batı’nın ileri karakolu olarak, şımarıklığına, asla kendiliğinden son vermeyecek. “Devrimci bir mücadelenin temel görevi hasmını hem kendi gözlerinde hem de dünyanın gözünde ahlaki olarak yalnızlaştırabilmektir.” diyor İkbal Ahmed. Barbar savaş mekanizmasının hikâyeyi kendi ağzından anlatmasına, dünya kamuoyunda, sanki ortada iki devletin ordusu savaşıyormuş da bir takım sivil zayiatlar da bunun yanında oluşmuş algısı yaratmasına bir son vermek gerekiyor artık. Amerika başta olmak üzere Batılı devletlerin ekonomik ve teknolojik, taktiksel desteğini arkasına almış düzenli ve aşırı donanımlı son teknoloji askeri bir güç, sistematik olarak sivilleri, sivillerin yerleşim yerlerini, hastaneleri, okulları, yolları, insanların evlerini bombalıyor. Şehirlere su, enerji ve ilaç, gıda yardımı dahil yaşamsal her şeyin ulaşımına engel oluyor. Saldırılarda öldürmeyi başaramadıklarını, duvarlarla çevreleyip, denizden kuşatıp bir açık hava hapishanesinde insan dışı koşullarda ölmeleri için boğuyor. On yıla kalmadan, Arap nüfusunun, Yahudilerin sayısının iki katına çıkacağını söylüyordu Said; nüfus olarak azınlıktan kurtulmasına imkân bulunmadığından, yerli halkı topraklarından sürüyor ve yeni doğanları evet bilhassa çocukları planlı bir saldırılarla sokaklarda öldürüyor, sahilde oynarken öldürüyor ve okullarında, evlerinde öldürüyor. Filistinli çocukları insanlıktan azlederek kendi çocuklarını da insandışı bir ahlaka mahkûm ediyor İsrail savaş aygıtı.
Gerek Kudüs’te gerekse Filistin topraklarında bugün dünyaya servis edilen insan yüzleri, direnişe dair umudumuz. Yaşayan, umut eden, gülümseyen, direnen yüzler. Ölmüş olanların hikayeleri, umutları. Buna mukabil barbarların korkak, ışıksız karanlık bakışları. Bugünden yarına değişecek bir dünya vicdanı yok maalesef, ama gün be gün kazanılacak bir mücadele var. Bana öyle geliyor ki, dünya kamuoyunun vicdanı bu son katliamla birlikte sızlamaya başladı. Bugün sosyal medyada Gazze’nin yıkılan kitapçılarını yeniden ihya etmek için bir seferberlik vardı. Aynısı hastaneler, yetimhaneler için de yapılacaktır. İyilik barbarlığı geriletecektir, buna inanmak istiyorum. Taş üstüne taş koyarak, yıkılanı onararak, eksileni tamamlayarak sürdürülecek bir savaş. Ta ki bu çocuk katliamcısı terör, kendi çocuklarının gözünde de bir utanca dönüşene kadar. Halkların, sadece Batı’daki halkların değil, yılgın Arap halklarının de devletlerini bu utanca daha fazla ortak olmamaları ya da sessiz kalmamaları için zorlayacakları zamana kadar.
Şükür ki barbar istilasına rağmen, iyilik ve vicdan sönmeye yüz tutmadı. Bir Filistin vardı, bir Filistin gene var!