Avrupa Birliği’nin (AB) oldum olası bir ortak enerji politikası olamamıştır. Gümrük Birliği, üyelerin bir kısmında tek para birimi ve ilgili para politikası, bir ölçüde dış politika ve güvenlik, iç pazar, Schengen, vize ve göç politikaları gibi alanlarda ortak hareket mümkün olmuştur. Bu alanlarda üye ülkeler yetkilerini paylaşmışlar, hatta dış ticaret söz konusu olduğunda bunları büyük ölçüde AB Komisyonuna devretmesini bilmişlerdir.
Ancak enerji söz konusu olduğunda ortak hareket etmek mümkün olmamıştır. Bunun değişik sebepleri var diyebiliriz.
Birincisi hidrokarbon enerji alımı ve dağıtımının AB ülkelerinde devletler ve hükümetler tarafından değil, çoğunlukla çok uluslu özel şirketler tarafından yürütülmesidir. Şirketler de uzun vadeli stratejik hesaplar yürütmekten ziyade karlarını maksimize ederler, ortak hareket etmezler, birbirlerini rakip olarak görürler.
İkinci neden de 27 AB ülkesinin özellikle doğal gaz söz konusu olduğunda tedarik ihtiyaçlarının ve ilişkilerinin aynı olmamasıdır. Örneğin Kuzey ülkeleri daha çok Norveç ve kısmen Hollanda’dan gelen Kuzey denizi kaynaklarını kullanırlar. İspanya ve Portekiz, Cezayir ile bağlantıları kullanmaktadırlar. Fransa elektrik enerjisinde büyük ölçüde nükleer kullandığı için doğal gaza çok muhtaç değildir. Buna karşılık Orta ve Doğu Avrupa Rusya’ya bağımlıydı. Almanya gazının yarısını oradan temin ediyordu. Doğu Avrupa’nın bazı küçük ülkelerinde bu bağımlılık derecesi %100’e varıyordu.
Ortak bir politikanın olmamasının bir sonucu da altyapının bütünleşmemiş olmasıydı. Gazı Avrupa’nın bir ucundan öbür ucuna ve her iki istikamete taşıyabilecek bir boru hattı ağı mevcut değil. İnşası da kısa zamanda o kadar kolay olmayacak. Örneğin İspanya’yı Fransa’ya bağlayacak yeni bir boru hattı projesine, maliyetinin yüksek olacağı ve çevreye zarar vereceği gerekçesiyle bugün bile Fransa hükümeti karşı çıkıyor. Yerine denizin altından geçecek olan ve çok daha maliyetli olacağına şüphe bulunmayan bir hat tercih ediliyor.
Ancak bu konuda en sorumsuz davranışın eski Şansölye Merkel döneminde Almanya’dan geldiği söylenebilir. Merkel, Rusya’nın ticaret yoluyla değişime uğrayacağına, karşılıklı bağımlılık olgusu karşısında Rusya’nın bir tehdit olmaktan çıkacağına ve dünya ekonomisiyle bütünleşerek, bir demokratik hukuk devletine dönüşeceğine inanıyordu. Dolayısıyla doğal gaz konusunda Rusya’ya bağımlı olmakta bir sakınca görmüyordu. Savaştan önce Almanya gazının %45’ini Rusya’dan ithal ediyordu. Hatta Rus devlet şirketi Gazprom’un inşa ettiği ve AB kurumlarının karşı çıktığı Kuzey Akım 2 boru hattı faaliyete geçmiş olsaydı, bu oran daha da yükselecekti. Kuzey Akım 2’nin bir önemli sakıncası da Baltık denizinin altından geçerek, Ukrayna ve Polonya’yı devre dışı bırakmasıydı. Nitekim bu affedilmez hatalardan sonra 15 yıl ülkesini başarılı bir şekilde yönetmiş olan ve savaştan sadece birkaç ay önce kendi isteğiyle siyaseti bırakan Merkel’in ortadan kaybolduğuna hepimiz tanık olduk.
Putin’in gelişmeleri tamamen yanlış okuduğu açıktır. Ona göre başta Almanya olmak üzere, Doğu Avrupa ülkelerinin Rus gazına bağımlılıkları ona enerjiyi bir siyasi araç olarak kullanma imkanını vermişti. Ne yaparsa yapsın Avrupa’nın tepki göstermeyeceğini düşünüyordu. Pek de haksız sayılmazdı. Gürcistan’ın bir kısmını 2008’de, Kırım’ın tamamını ve Donbas’ın bir bölümünü 2014’te işgal ettiğinde bir takım cılız yaptırımlar dışında pek bir şey yapan olmamıştı. Bu tepkisizliğin de onu cesaretlendirdiğine şüphe yok.
Ancak hepimizin bildiği gibi 24 Şubat’ta başlayan Ukrayna saldırısı, bardağı taşıran son damla oldu. Avrupa’ya da maliyeti çok yüksek olan yaptırımlar kısa zamanda uygulamaya sokuldu. Gerek petrol gerek doğal gaz ithalatına tedbir kondu. Avrupa’nın Rusya’dan doğal gaz ithalatı kısa zamanda %40’lardan %9’lara düştü. Çeşitlendirme tekrar gündeme geldi. Almanya Şansölyesi Scholz Körfez ülkelerine, Komisyon Başkanı Von der Leyen Azerbaycan’a yaptıkları ziyaretlerle kaynak çeşitlendirmesi gayretine girdiler.
Diğer taraftan, AB ülkeleri de tedbir arayışına girdi. Tasarruf yollarına başvuruluyor. Gaz fiyatlarına bir tavan konması üzerinde çalışılıyor. Bu konuda farklı görüşler olduğu için henüz bir mutabakat yok. Örneğin bazı ülkeler fiyatlara tavan konduğu takdirde gaz tedarikinin sıkıntıya girebileceği, ayrıca fiyatlar suni olarak düşük tutulursa gazın tasarruflu bir şekilde kullanılmasının önünün kesileceği görüşündeler. Ancak AB’nin temel ilkesi olan uzlaşı prensibi çerçevesinde ortak bir formüle ulaşılacağına şüphe yok.
Savaşın yarattığı ekonomik krize karşı devlet destekleri gündeme geldi. Almanya hükümeti hem şirketlere hem de vatandaşlara yönelik 200 milyar avroluk yeni bir paket açıkladı. Gerçi bu paket onunla yarışamayacak olan küçük ülkeler için bir sıkıntı kaynağı. Haklı olarak rekabeti bozucu yönleri olduğunu öne sürüyorlar.
Önümüzdeki kış muhakkak ki sıkıntılı geçecek. Ancak özellikle Türkiye’de iktidarın iddia ettiğinin aksine Avrupa donmayacak. Depolar dolu. Hatta önemli bir bölümü savaş başlamadan doldurulmuştu. Ancak gaz fiyatları nerede ise 10 katına çıktı. Gerçi sonradan düştü ama yine de geçen yıla nazaran çok daha yüksek. Beklenen resesyonun ve artan enflasyonun önemli bir sebebi muhakkak ki budur. Ancak şimdiden dikkatler 2023-24 kışına dönmüş vaziyette. Kışın boşalacak depoları yeniden doldurmak için Rus kaynaklarına müracaat etmek mümkün olmayacak. Gerçi ekonomik durgunluğun neticesinde dünyada talebin azalması ve belki de fiyatların bir nebze daha düşmesi mümkündür.
Diğer taraftan Avrupa’da Enerji Birliği ve alt yapı bütünleşmesi tekrar gündeme geliyor. Ancak yukarıda bahsettiğim nedenlerle bunun oluşması o kadar kolay değil. Enerji politikasının tek elden yürütülmesi tartışması da yeniden alevlendi. Bakalım nasıl gelişecek. Gazın münferit şirketler tarafından değil, AB adına tek bir alıcı tarafından satın alınması gündemde. Amaç, bu yolla farklı alıcı şirketlerin birbiriyle yarışarak fiyatları yükseltmesini engellemek, tek alıcının kuvvetli piyasa gücüne dayanarak fiyat indirimleri sağlamaktır. Ekonomide buna oligopol denir. Gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini ve etkisinin ne olacağını zaman gösterecektir.
Bu arada kısa vadede, iklim değişikliğiyle mücadele çerçevesinde devre dışı bırakılması öngörülen kömür santralleri Almanya dahil bazı ülkelerde çalışmaya devam edecek, ayrıca yine Almanya’da kapatılması planlanmış nükleer santraller bir süre daha açık kalacaktır. Nitekim sera gazı salınımları geçici bir süre için de olsa Avrupa’da yükselmeye yüz tutmuştur.
Kesin olan bir şey varsa, savaş bittikten sonra Rusya’da Putin ayakta kalmaya devam ettiği veya yerine gelecek liderler aynı saldırgan politikaları uyguladıkları takdirde, Avrupa’nın kendini tekrar Rusya’ya bağımlı bir konuma sokmayacağıdır.
Bu ortamda Türkiye’nin rolü maalesef pek gündeme gelmemiştir. Bundan 10-15 yıl önce AB ile Türkiye arasındaki ilişkilerin iyi olduğu, AB’nin de Rus gazına bağımlılığını azaltmak, kaynak çeşitlendirmesine gitmek için alternatif aramak gayreti içinde olduğu dönemde gözler Hazar denizi gazının büyük miktarda Türkiye üzerinden Batıya taşınması için Nabucco adlı proje geliştirilmişti. Gerçekleşseydi, bu proje AB tüketiminin ilk başta %5’ini sağlayacaktı. Ancak, Rusya’nın şiddetli muhalefeti, Türkiye’nin de projeye sahip çıkmaması nedeniyle proje gerçekleşmedi.
Bugün artık AB Türkiye’ye güvenmediği için bu konuları iktidarımız ile konuşmayı düşünmüyor. Hatta zengin olduğu anlaşılan Doğu Akdeniz kaynaklarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması tercih edilmiyor; sıvılaştırılmış olarak İsrail, Güney Kıbrıs ve Mısır üzerinden tankerlerle ihracı gündemde.
Bu ortamda Hollanda hükümeti, bir bölümü Hollanda şirketi tarafından inşa edilen ve Rus gazını Türkiye üzerinden az bir miktarda da olsa AB ülkelerine taşıyan TürkAkım adlı boru hattına verdiği lisansı iptal etti. Bunun neticesinde boru hattının ihtiyacı olabilecek yedek parçalarının tedariki güçleşmiştir. Aynı sorunun Türkiye için en önemli tedarik hattı olan ve Karadeniz üzerinden Türkiye’yi Rusya’ya bağlayan, yabancı teknoloji kullanan Mavi Akım boru hattı için de geçerli olma ihtimali yüksektir. Diğer birçok konuda olduğu gibi bu konuda da hiçbir saydamlık olmadığı için kamuoyunun bilgisi maalesef mevcut değil. Ancak her şeyin yolunda gitmediği, iktidarın Rusya’dan doğal gaz borcunun ötelenmesini istemesinden anlaşılmaktadır. Gerçi, iktidarın Putin’e verdiği desteğin her gün biraz daha belirgin olduğu bu ortamda, Rusya’nın bu talebi geri çevirmesi pek olası görülmemektedir. Enerji ile ilgilenenlerin sık sık tekrar ettiği bir söz vardır: en ucuz enerji kullanılmayan, tasarruf edilen enerji derler. Aslında en ucuz enerji parası ödenmeyen enerjidir denilebilir.
Tam o sırada, bundan 10-15 gün kadar önce, Putin Rus gazının AB ülkelerine ihracı için Türkiye’nin bir merkeze dönüştürülmesini önermiştir. Bu uçuk teklife Enerji ve Dışişleri Bakanlarının, sorunun AB’nin Rus gazı satın almak istememesinden kaynaklandığı, dolayısıyla böyle bir projenin işlerliği olmadığı yönünde makul cevaplar vermelerine karşılık, Cumhurbaşkanı Erdoğan hemen üstüne atlayarak Putin ile kendisinin projeyi hayata geçirmeleri için ilgililere gerekli talimatları verdiklerini açıklamıştır. Oysa Rus gazının AB ülkelerine ulaştırılması için Türkiye’ye ihtiyaç olmadığı, zaten çeşitli boru hatlarının Rusya’yı direkt veya dolaylı bir şekilde Avrupa’ya bağladığı bilinmektedir. Kaldı ki Rus iddialarına göre 64 milyar metreküp kapasiteye (TürkAkım’ın 4 katı) sahip olacak bu hattın inşası için yaptırımlara tabi Batı teknolojisine ihtiyaç olacağı için gerçekleşmesi mevcut şartlarda mümkün değil.
Bu önerinin tek amacı, zaten Türkiye’nin Rusya’ya uygulanan yaptırımları delmekte olduğu kanaatinin AB ve ABD’de gittikçe arttığı ve bunun sonucunda ülkemize karşı da bazı yaptırımların yürürlüğe girmesinin gündeme geldiği bir ortamda, Türkiye ile Batı arasında yeni bir nifak yaratmaktır. Bunu Enerji ve Dışişleri Bakanları kavramış ve soğuk bir tepki vermişlerdir. Ancak, Cumhurbaşkanı Erdoğan, bunu iç kamuoyu nezdinde parlatılacak bir fikir olarak görmeyi tercih etmiş ve ona göre hareket etmiştir. Bu durum önerinin içinin boş olduğu gerçeğini değiştirmez.