Hızlı adımlarla yürüdük beraber, Eminönü’nün karanlık ara sokaklarından geçip Mısır Çarşısının orada Yeni Cami’nin önünden geçerken bir martı sürüsü havalandı birden. Karanlıkta bembeyaz uçuşan martıları görünce durdun birden. Demek karanlıkta da beyazmış martılar, dedin. Başta anlamadım söylediğini, başını kaldırmış gökyüzüne bakıyordun. Çirkin sesleriyle çığlık çığlığa bağıran kuşlar denize doğru uçuştular. Başını sallayıp yürümeye devam ettin. Gördüğün ve anladığın şey neydi bilmiyordum. Peşinden koştum sana yetişmek için.
Köprüaltına doğru giderken yağmur çiselemeye başlamıştı. Bir an içimden vapura binip eve dönmek geçti. Bana ihtiyacın yok gibiydi nasılsa. Arkandan baktım. Sarıya çalan kumral saçlarına perma yaptırmıştın birkaç gün önce. Kulak hizasındaki saçların dalgalanmış, güzel yüzün daha da belirgin hale gelmişti. Uzun boyluydun, muhacir genlerinin bütün güzelliği vardı sende. Komiktin ve kolay gülerdin.
Bir an durdum kalabalığın ortasında, birkaç kişi çarptı, bana bakarak öfkeli homurtular çıkardılar. Oracıkta durarak onlara engel olduğumu düşündüler biliyorum. Aldırmadım. İskeleye yanaşan vapurdaydı gözüm. Şimdi onlarca insan daha çımacılar halatları atmadan aceleyle birbirlerini ezerek ineceklerdi vapurdan. İskelenin içinde bekleyenler geç inenlere kızacaktı içlerinden, kapılar açılır açılmaz bir kente saldıran öncüler gibi bineceklerdi vapura. Vapurun içinde sarı soluk bir ışık, biraz ayak biraz ter ve eski kokacaktı ortalık. Benim ayaklarım yere değmeyecekti deri kaplı koltuklara oturduğumda. Kolları eprimiş mantomun içinde üşümeye devam edecektim. Çantamdan kitabımı çıkartıp okumaya niyetlenecektim gözlüklerimin buğusunu silerken. Yirmi beş dakika sonra Kadıköy’e ulaşacaktık, kalabalıkların ortasında minibüs kuyruğuna doğru koşacaktım. Denizden esen buz gibi rüzgâr burnumu iyice kızartacaktı. Üşüyen ellerimi ceplerime sokacaktım. Isınamayacaktım. Eve vardığımda annem çoktan sobayı yakmış olacaktı, belki kuru fasulye pilav olacaktı yemekte. Yanında anacığımın yaptığı karışık turşu. Babam eve gelmeyecekti. Yahut gelecekti de biz uyuduktan sonra kilidi bulmak için anahtarlarını şıkırdatırken annem kalkacak kapıyı açacaktı ağzının içinde söylenerek. Babam kaşlarını çatacak, insana sarhoşluğu da çok görüyorsunuz, bok var ayıldık işte sayenizde, diyecekti. Ben odamda çekyatta onları dinleyecek uyuyamayacaktım.
Dönüp bana seslendin o anda. Yağmur hızlanmış, kalabalık çoğalmıştı. Çabuk olalım geç kaldık zaten, üşüteceksin acele et, dedin kapüşonunu kafana doğru çekerken. Vapur ışıkları denizde süzülürken koştum yanına. Köprünün merdivenlerinden kayarcasına indik. Koluma girdin sen, düşme sakın, dedin. Minnetle baktım sana. Düşersem tutacak biri vardı hayatımda biliyordum. Sıkı sıkı tuttum kolunu. Kahveye geldiğimizde İbo, Mehmet, Emel, Alp ve Hatice hasır tabureleri denize karşı çevirmiş oturuyorlardı. İlk İbo gördü bizi, ayağa kalkıp el salladı. Uzun boyuyla her yerde fark edilirdi bizim İbo. Kolumu biraz daha sıktın İbo’yu görünce. Hadi iyisin, dedin bana.
Biraz deniz, biraz balık biraz çiş kokan mekânda bizimkilere doğru yürüdük. Oturanların çoğu bizim okuldan öğrencilerdi, tanıdıklarla selamlaşa selamlaşa yerimize geçtik. Mehmet gülerek üst üste istiflediği taburelerden iki tanesini alıp bize uzattı. Burada en kıymetli şey bir bu tabureler, iki bira bardaklarıydı. Bahar İbo’nun yanına ben Hatice’nin yanına oturduk. İbo’nun bacaklarının arasında sazı vardı. Daha oturur oturmaz garson Feyzo köpüklü biralarla az biraz çerez olan tabakları önümüze bıraktı.
Çay içesim var aslında, dedim Bahar’a bakarak.
Ne çayı kızım Çernobil küllerini üstümüze yağdıralı şurada ne kadar oldu bare oralet iste, en iyisi onu da içme sen biraya devam et, en keyiflisi o hiç olmazsa, dedi. Nefesinden buhar çıkıyordu bunları söylerken. Öyle kestirip atınca biraya uzandım, çabucak içtim, midem soğumuştu ama yanaklarım kızarmaya başlamıştı. Demek ikinciyi içmek farz olmuştu ısınmak için.
Okul da bitiyor, dedi Mehmet. Bir sessizlik oldu başta, sonra Emel Mehmet’in kel kafasına vurdu hafifçe.
Biliyoruz, hatırlatmana gerek yok, dedi. Birasından kocaman bir yudum alıp, bu da durmadan bunu söylüyor, bir çeşit sayıklama hali. Hayır bitiyor da ne bokuma bitiyor anlamıyorum ki. İşsiz kalacağımız belli, bu zaten Hatay’a dönecek aile işinin başına geçecek olan bize olacak, diye sürdürdü konuşmasını. Üst dudağına yapışmış bembeyaz köpüklere bakıp güldük. Biz gülünce o gene kızdı. Mehmet uzanıp köpükleri silince gene kızdı. Aslında sakin bir kızdı Emel, okul bitince o da ailesinin bulduğu alakasız bir işe girecek, bankada memur olacaktı, biliyorduk. Bildiğimizden emindik herşeyi.
Derdi ne bunun diye eğilip bana sordu Bahar.
Ah Baharım, dünyayla ilgin kendi baktıklarından ibaret dedim fısıldayarak. Mehmet gidiyor, dönmeyecek farkında mısın, dedim sonra.
Bir müddet ikisine baktı. Bir şey söyleyecekti anlamıştım. Saatli bomba çalışmaya aşlamıştı. Böyledir Bahar, en olmayacak şeyi en olmayacak yerde çat diye söyler. İçimden saymaya başladım, beşe gelinceye kadar bombayı patlatmış olurdu.
Evlensenize siz, dedi Mehmet’e bakarak. İki yıldır çıkıyorsunuz, seviyorsun da kızı. Mis gibi hanım kız, terbiyeli, kibar, ailesi de iyi. Ne bekliyorsun oğlum, memlekete dönünce seni bırakmayacakları belli, askerlik diyecekler sonra da evlendirecekler. Bare sevdiğin kızla evlen, dedi. Emel’in kızardığına emindim.
Mehmet’in yüzünün beyazladığını ben bile görüyordum. Martılar gibi, dedim Bahar’a sessizce. Anlamadan baktı yüzüme. Karanlıktaki martılar gibi Mehmet de dedim yeniden. Yine anlamadı, üstelemedim.
Işıl ışıl geçen bir vapurun düdüğü bütün sesleri bastırdı. Mehmet derin bir nefes aldı, Emel muhtemelen kızaran yüzünü atkısıyla sakladı. Birbirlerine bakmıyorlardı.
Kısmet, dedi sonra Mehmet, kısmet…
Yağmur hızlanmış pıtırtılarla denize yağıyordu, köprünün üstündeki balıkçıların oltaları azalmış, hazırlıklı olanlar yağmura aldırmadan misinaları salmış bekliyorlardı. Arada bir iğneye takılmış istavritler, sarıkanatlar çırpınarak yukarıya doğru çekiliyordu. İbo, Hay maşallah derya kuzularına, diyordu.
O balıkların bir kısmı aşağıya bize gelecek, günlerce değiştirilmemiş yağda kızarıp önümüze konacaktı. Üstümüz başımız yağ kokacaktı ama işte onun tadı da hiçbir yerde yoktu ki. Evde annemin yaptığı bile yanına yaklaşamazdı o lezzetin.
Alp kolunu Hatice’nin omuzuna atmış mutlu mutlu oturuyordu. Hatice minicik bir kızdı, iri yarı Alp’in kolunun altında sanki onun bir parçasıymış gibi görünüyordu. Sarı saçlarına yansıyan ışıklarla melek gibi görünüyordu. Bahar hemen bırakmadı ipin ucunu.
Siz ne olacaksınız, dedi Alp’e bakarak. Çok zamanımız kalmadı, şunun şurasında bir ay sonra mezuniyet var.
Hatice o minikliğinden beklenmeyen kalın sesiyle cevap verdi,
Biz ev tutmaya karar verdik, Beşiktaş’ta ev bakıyoruz. Alp zaten çalışıyor ben de dergide iş buldum, dedi.
Gözleri ışıl ışıldı. Gruptan sevinç nidaları yükseldi, biralar ikisinin şerefine kalktı. Hatice’nin bir tek bir annesi vardı Kırklareli’nde yaşayan. Onunla da bağları epey gevşekti, annesini sevmez, aramaz, kırk yılda bir memleketine gittiğinde neşesiz dönerdi.
Aramızda bir Bahar evliydi, fakülteye girdiği sene evlenmiş, Mecidiyeköy’de kutu gibi bir evde oturuyorlardı. Eve gitmeyi canım istemediği zamanlarda onlarda kalırdım. Kocası Ahmet özel bir şirkette çalışıyordu, yedi sekiz yaş büyüktü bizden. Bir nevi babalık yapıyordu bize. Dört yıl boyunca Bahar’a türlü yakışıklı oğlan âşık olmuş, peşinden ayrılmamıştı. Flörtçüydü Bahar ama Ahmet’e de aşıktı. En azından şu son haftaya kadar öyleydi.
Hafta başı kim bilir hangi sebepten yönümüzü Cihangir’e çevirmiş, kalabalık bir grupla yeni açılan Bilsak’a gitmiştik. Öğrenci kredisini aldığımız gündü, hepimizin parası o gün bitecekti ama olsun. Bilsak’ta şarap içilecek sonra sinemaya gidilecekti. Çıkışta belki Ahmet’le Çiçek barda buluşacaktık. Plan böyleydi. Bahar’a ailesinden para geldiği için ben de rahattım biraz. Sonra İbo’nun İTÜ’de okuyan arkadaşlarına rastladık. Sanırım Sinematek’ti onların niyeti.
Biz en gerizekalı şakaları yapıp gülüyorduk, Memo nedense Bilsak da Bilmasak da geldik içiyoz, dedikçe gülüyorduk. İbo’nun tayfasından Aykut kendi grubunu bırakıp bizimle takılmaya başladı o akşam. Gözü hep Bahar’daydı. İlginç olan Bahar’ın da ona kayıtsız kalmamasıydı. Kısa bir süre sonra iyice yakınlaştılar. Ben endişeyle onları izliyordum. Arkadaşımı kolundan çekip, Ahmet var unutma sakın, demek için kıvranıp duruyordum. Mümkün olmadı. O geceyi el ele göz göze geçirdiler. Biz Çiçek bara gitmedik, Ahmet muhtemelen eve yalnız döndü, Bahar Aykut’la gitti. Ben gece yarısı eve yollandım. Ayrılırken Bahar’a, eve git istersen Ahmet’e, dedim. Yumuşak bir hareketle yanağımdan makas aldı. Çapkınca göz kırptı. Korkmadım desem yalan olur.
Pazartesi’ye kadar haber almadım ondan. Şimdi evlenmeleri için bizimkilere ısrar etmesine hayretle bakıyordum.
Böyledir Bahar, şüpheye düştüğü şeyler konusunda kafa patlatmaktansa başkalarının düşünmesini sağlar, onlar da aynı noktaya gelsin ister. Gelsinler de ne yapacaklarına baksın ister. Bir nevi tembel işi sağlama yapar. Başkalarının çözümlerinden birini seçip işin içinden çıkar.
Hayde bitirin artık biraları da yenileri gelsin, patron sayıyor ona göre, diyordu garson, e o zaman fondip, dedi Mehmet, koca kulplu bardakların dibini gördük hep beraber. Feyzo boşları götürüp dolularla geldi, ikinci seferde midye tava ve patates kızartması da bıraktı masaya.
Alp patatese fıstık muamelesi yaptığından hapur hupur atıyordu ağzına. Feyzo’nun arkasından ikinci tabak için seslendi.
Hem zaten köprüyü de kaldıracaklarmış, dedi Hatice. Bizim mezuniyetten sonra gümbürdeyip gidecek buralar. Çıkar şu sazı da ayrılık şarkıları çal biraz, dedi. İkiletmedi İbo. Ayrılık’ı çaldı söyledi önce, Sardunya’ya ağıt’a geçti sonra. Biraz Çağdaş Türkü’den biraz Grup Yorum’dan çaldı. Zülfü’ye geçtiğinde hep bir ağızdan eşlik ediyorduk. Baktık Köprüaltı’nda kim var kim yok bizim çembere katılmış. Emel güzel sesiyle Ezginin Günlüğü’nden Bilinmeyen Ülke’yi söylemeye başladı. Şarkı o kadar hüzünlüydü ki, köprü sallanıyor, bizim başımız dumanlanıyordu. Puşkin’in şerefine kalktı kadehler. Bağırışlar çağırışlar, alkışlar…
İbo bana bakarak bir türküye başlamıştı. Bense içimden mutlu olmak varken’i söylüyordum. Peş peşe içtiğim biralardan kafam hafif dumanlanmıştı. Herkes bir şeyin içinde ya da başındaydı. Başlangıçlar, bitişler falan filan. Başımı köprünün demirine yasladım. Onlarca yılın metali ah! dedi kulağıma. İçimden ağlamak geliyordu oysa ne ayrılık derdim vardı ne de aşk acısı çekiyordum. Okul bitince işsiz kalacağımı biliyordum sadece.
Denize yansıyan ışıklara baktım, belki de bir daha buraya gelip böyle bir anı yaşayamayacak, bir daha bu şarkıları dinleyemeyecek, bir daha hiç başımı bu korkuluğa koymayacaktım. Vapurlar geldi geçti, beyaz martılar havalandı, oltanın ucunda balıklar çırpındı. Başımı kaldırıp baktım, İbo uzaklara bakıyordu.
Bahar usulca dürttü, gemileri batırdın, çocuğa da yüz vermiyorsun, hayırdır, dedi birasını içerken. Bahar’ın güzel yüzüne baktım.
Bahar Ahmet’ten boşanacak, Mehmet memleketine gidip anasının seçtiği kızla evlenecek, Emel kendini İngiltere’ye atacak, dil mil öğrenecek, İbo bir eylemde tutuklanıp hapse girecek, Hatice’yle Alp uzun bir süre birlikte yaşayıp mutsuz olacaklar, şurada oturup türkü söyleyenler bir gün yaşlanacak, bugünleri dün gibi hatırlayacaklardı, biliyordum. Bir tek kendimi göremiyordum. Uzaklardaki evime baktım. Annem sobayı yakmış, çorbayı yapmış, ben iyi bir işe girince hayatımızın nasıl değişeceğini hayal ediyordur şu anda. Kalbim sıkıştı. Genç olmak bu olmasa gerek, saate baktım akreple yelkovan hiç durmadan koşturuyor, tarih on üç şubat bindokuzyüzseksensekizi gösteriyordu.