Yeni ev

Fotoğraftaki briyantinli yakışıklı baba kaşlarını çatarak bana bakıyor, içimde bir yerlerde tombul annenin, karışma çocuğa, dediğini duyar gibi oluyorum. Oysa o kadar ihtiyacım var ki birinin bana karışmasına. Yaşarken o anın geçip gideceğini, bir daha hiç gelmeyeceğini, yaşadığımı neredeyse unutacağımı, başka bir şehirde toprağın altına bıraktıklarımı çok ama çok özleyeceğimi ama özlediğimi uzun süre fark etmeyeceğimi düşünüyorum. Büyümek dediklerinin tam da bu olduğuna ikna oluyorum o an.

Eve giriyorum, küçücük. İki oda bir saloncuk. Salonun içinde mutfağı da var. Basık bir tavan, bir dolu eşya. Eşyaların hepsi eski, satsan satılmaz alsan alınmaz. Odanın tam ortasında duruyorum. Evde yoğun bir koku var, kapalı, eski, unutulmuş hatta terk edilmiş evlere has bir koku. Zihnimde o kokuyu tarif edecek ismi arıyorum, bulamıyorum. Demir parmaklıklı pencerelere uzanıp açıyorum. Temiz hava girmeli içeriye, yetmiyor balkon kapısını da açıyorum. Şimdi hem cümle kapısı hem balkon hem de pencereler açık. Olmuyor. Günlerin biriktirdiği toz ve hüznün kokusu azalmıyor. Bir sigara yakıyorum, evde içme alışkanlığım olmadığından balkondan dışarı çıkıyorum. Tütün kokusu dışardan içeriye doğru süzülüyor.

Düz ayak bir ev bu, iki katın girişi. Yola bitişik bahçe bakımsız. Bir zamanlar çiçeklerle süslü tarhlar çalılarla otlarla dolmuş, evden daha eski birkaç fıstık çamı ve iki de limon ağacı var. Çam kurumaya yüz tutmuş, limonlar meyvesiz. Oysa yan bahçedeki limonlar şıkırdım gibi, yeşilden sarıya bir sürü meyve topçuk topçuk doldurmuş ağacı, bir süre o limonlara bakıyorum. Plaja giden insanlar geçiyor evin önünden acele acele, denizin kucağına atlayacaklar hevesle. Geçenler merakla bana bakıyor. Metruk, panjurları hep kapalı bu evi merak ediyorlar belli, şimdi birden açılmış evi üstelik balkonunda sigara içen birini görünce ilgileri bana yönelik. İki kadın benden yana bakarak yaklaşıyorlar, kırklı yaşlarındalar ya da ellili, bakımlı hoş kadınlar. Boyamayı bıraktıkları saçları beyaz, birinde uzun şile bezi bir elbise diğerinde batik pantolon beyaz tişört. Mahallenin gelmişini geçmişini takip eden, her konuyu bilmek zorunda olan kadınlardan oldukları belli. Onlar yaklaştıkça evden yayılan koku içime doluyor. Pencerenin kenarında her tarafı yanık içinde plastik bir kokusuz kül tablası bulup sigaramı söndürüyorum. Şimdi biri bir şey sorar, yok satılık mı yok kiralık mı, yok ev sahibi geri döndü mü? Hiçbirine cevap veresim yok. İçeriye giriyorum. Kadınların başları eve dönük, hevesler kursakta, bir an kısa bir an duraksıyorlar bahçenin önünde. Seslerini duyuyorum.

Boş boş duracağına satsınlar gitsin işte, diyor biri.

Sesi kalınca, sigarayı çok içtiği dudak üstü çizgilerinden belli. O kadar yakınlar bana. Perdenin arkasında durup kımıldanmıyorum. Orda olduğumu biliyorlar, bilsinler, bilmediğim şeyi kime anlatacağım. Oyalanmayıp devam ediyorlar, içim rahatlıyor. Kıç kadar salondaki masaya oturuyorum. Açılır kapanır portatif masanın yarısı yok, kapatılmış. Az var az yok. Evdeki diğer mobilyalara hiç uymayan dandik masanın üstünde kristal bir tabak var, içinde kurutulmuş çiçekler, ya da unutulmuş. Begonvil bunlar. Kapının girişindeki bordo begonvilden toplandığını düşünüyorum. Kısacık bir an bile olsa eve bir şans verilmiş demek. Sırtım mutfağa dönük. Goblen kadife kaplı koltuklar kahverengi, rengi bile solmuyor bunların. Oturulmaktan kıç izi çıkmış sadece yoksa yepyeni duruyor.  Eskinin yenisi demek daha doğru. Bir zamanın en yaygın mobilyası, az biraz para kazanan evlerin tümünde aynı koltuk. Şimdinin İkea’sı, yaşlandıkça özlediğimiz o konfor da bir zamanların standart modasıymış aslında. Kapalı kapılar ardında misafir bekleyen o mobilyalar evin sahiplerine de çocuklarına da yasaktı adım gibi eminim, bir çeşit erişim engeli ebeveyn tarafından. Evde keyfetmek sinsice yasaklanmış, biz onu içten içe anlamışız. Evde en kıymetli şey biz değilmişiz, tertemiz duran misafir odasına konuk bile olamamışız. En kıymetli şey bu eşyalarmış.

Bir sigara daha yaktım babama inadımdan. Ev beni kederlendirmişti, ev beni üzmüştü, bir ev sonuçta, dedim kendi kendime, insanı nasıl da düşündürüyor.

Derin bir nefes çektim, halka halka saldım dışarıya, nasıl da çalışırdım bunu annemlerle yaşarken, annemler evde yokken, kristal sigaralığın içindeki paketleri tersinden açar içinden bir tane çekerdim, sonra bir tane daha. Anlamayacaklar sanırdım o zamanlar, şimdi birden uyandım işe, demek yüz göz olmamak için bir şey demiyorlarmış bizimkiler. Utandırmamak için. Vay be! diye düşündüm, babamlar da o kadar kötü değilmiş, bir anlayışları varmış.

Masada duran içi yaldız çinili tablaya bastım sigaramı, söndürdüm. Etrafa daha dikkatli bakmaya başladım. Bolca zamanım vardı, alıcılar bir saate anca gelir. Tavandaki damla kristalleri azalmış avizeye baktım önce, bir zamanlar bir şıklığı varmış belli, düşenler bir yere saklanmıştır eminim, bir gün biri gelecek yerine takacak diye. O evin babası becerikli değilmiş demek. O elmas benzeri taşların eksildiğini fark etmemiş, demek kadınlık hallerinden habersiz.

Duvardaki resimlere bakıyorum. Sararmış, yıllanmış fotoğraflara, bir sırası var, çözmek zor değil. Ellili yıllardan şapkalı bir kadınla briyantinli bir adam. Kadın yanaklı, adam yakışıklı. Altındaki resimde kucaklarında sıska bir oğlan. Sonrakilerde oğlanlar iki olmuş sonra üç. İki kara oğlanın yaşları yakın, sonuncusu sarışın, renkli gözlü. Ailenin güzeli bu demek. Duvar boydan boya fotoğraf. Üşenmemiş çakmışlar çivileri. Kepli mezuniyet fotoğrafları, bir tane de evlatlar büyüdükten sonra çekilmiş toplu bir renkli foto. Tertemiz, bakımlı ve mesafeliler. Baba azametle oturmuş ortalarında, anne hemen yanında, iyice kilo almış. Yanaklara gıdı ve göbek de eşlik etmiş zamanla. Tombul. Oğlanların ikisi hala sıska, sarışın olan büyüdükçe anneye benzemiş iyice. Bir tek o neşeyle gülüyor, tekne kazıntısı. Diğerleri babanın otoritesiyle büyümüş bu anneye kalmış çok belli. Abilerle arasında en az on yıl var. İkisi bir bu tek.

Telefonuma gelen mesajla dağılıyor düşüncelerim. Çın çın ötüyor mesajlar. Hiç bakasım yok, telefonu masaya bırakıp kalkıp dolaşıyorum evin içinde.

Annemlerinkine benzeyen ceviz bir büfe karanlık şeylerin tanrısı gibi duruyor duvarda. Sanki bir portal, açılsa içinden binlerce yılın öfkesi, kahrı, özlemi dökülecek. İç içe tabaklar, kaseler, kadehler. Kendi evreni var büfenin.

Fincan takımları birkaç çeşit. Severim fincanları, büfenin kapağını açıp yakından bakıyorum, bir çinili takım, biri daha yeni bir şey Paşabahçe gibi, en arkadaki Limoges. İncecik üç ayak üzerinde yükselen altın yaldızla bezeli çiçekli bordo fincanlara bayılıyorum. Beş tane kalmış, takım bozulmuş. Beşli fincan takımına bakıp gülüyorum, hangisi kırdı bunun tekini, tekne kazıntısı mı yoksa annenin kendisi mi? İçimden bir ses birini de sen al, nasılsa kimse kullanmayacak artık, diyor. İçim gidip geliyor. Almıyorum. Dokunursam un ufak olup dağılacak gibi geliyor.

Alıcıların gelmesine dakikalar var. İlan asmadım henüz. İstanbul’dan birkaç günlüğüne gelmiş bir çift bakacak eve. Onlar baksın, olmadı o zaman ilana çıkaracağım. Ev dayanmıyor, yenisi, eskisi. Bu evcik de evrilecek bir zaman. Yeni sahipleri istemezse eğer bu döküntüleri ki istemeyecekler, içinde biriken anılar kaybolacak. Sahipleri burada kalan eşyalarını belki bir depoya kaldıracak ya da kim bilir kıymeti olanlar satılacak. Bazısı çöp sayılacak. Yeni sahipleri anı biriktirmeye başlayacaklar, buradaki fısıltılar da kaybolacak o zaman. Yeni sesler, yeni özlemler, yeni tartışmalar, kahkahalar…

Hızla evi toparlıyorum. Yanımda getirdiğim taze çiçekleri bir kavanoza, fırından aldığım taze kurabiyeleri çinili bir tabakta masaya koyuyorum. Kütüphaneden birkaç kitap çekip alıyorum. Niyetim kahverengi koltukların yanındaki sehpaya koymak. Kahverenginin sevimsizliğini biraz olsun kırmak. Sanki hala burada yaşayanlar varmış gibi yapmak. Kandırmak bir çeşit yeni gelenleri.

Telefon mesajlarla inliyor, bakıyorum mesajlar İstanbullu çiftten. Geç kalacaklarmış birazcık, sorun olur muymuş?

Bekliyorum sıkıntı yok, yazıyorum kısaca.

Bir sigara daha yakıp yakmamak konusunda kararsız kalıyorum. Fotoğraftaki briyantinli yakışıklı baba kaşlarını çatarak bana bakıyor, içimde bir yerlerde tombul annenin, karışma çocuğa, dediğini duyar gibi oluyorum.

Oysa o kadar ihtiyacım var ki birinin bana karışmasına. Yaşarken o anın geçip gideceğini, bir daha hiç gelmeyeceğini, yaşadığımı neredeyse unutacağımı, başka bir şehirde toprağın altına bıraktıklarımı çok ama çok özleyeceğimi ama özlediğimi uzun süre fark etmeyeceğimi düşünüyorum. Büyümek dediklerinin tam da bu olduğuna ikna oluyorum o an. Büyümek, o altılı fincan takımından biri olmak, o kırılan, kaybolan. Yok yok iyice zırvalamaya başladım, sigaramı somurarak bahçeye çıkıyorum. Bir ev sadece bir ev değildir. Bazı evler insanın kafasını karıştırır, bazıları kaçıp git der sana, bazıları bok yeme otur.

Ben hep o kaçıp gidendim. Babamdan en çok. Babama benzemekten, onu tekrarlama korkusundan kaçtım. Baba olmaktan babam yüzünden vazgeçtim.

Babam az gülen, az seven, az görünen. O yokken bile gölgesi üzerimizde olan. Ezen, benzememeye yemin ettiğim. Babalığı da kocalığı da aynı, anneme de bana da kök söktüren.

Bizim evin duvarında hiç aile resmimiz olmadı ne garip, şehir şehir gezen bir küçük memur ailesi. Küçük bir aile, şimdi küçücük. Ne oldu işte, siz gittiniz bir ben kaldım geriye. Şu evin babası kadar olamadın. Cüzdanımdaki fotoğrafı düşünüyorum, düğünlerinde çekilmiş, annem babama, babam kameraya bakmış. Ömürleri hep böyle geçti gitti. Annemin başında kuru güllerle yapılmış duvağa bakıyorum, babam siyah takım elbiseli, sert, ilgisini gelinden sakındığı belli. Cüzdanı babamın yüzüne kapatıyorum.

Keşke evde viski olsaydı bir parça. Fişi çekik buzdolabında olmaz, büfenin alt dolaplarına bakıyorum belki bir umut, yok canım ne arasın burada viski. O yaştaki yaşlıların olsa olsa ilaç dolabı olur. Yok tabi. Müşteri gelecek az sonra ben viski derdindeyim. Son dolaba bakıyorum gene de, köşeleri mineli bir kutu var yanları eprimiş, üzerinde süslü harflerle mektuplar yazıyor. Merak içimi gıcıklıyor. Anne kutusuna benziyor ama yine de emin olamıyorum. Kimden kime yazılmış, babadan anneye mi yoksa evlatlarından babaya mı?

Ben bir not olsun yazmadım babama, bir kere çok bağırmıştım o son görüşümdü zaten. Bir daha yüzüme bakmadı, ben de aramadım. Haklılık değilmiş mesele…

Mektubu tartıyorum, ağır mı?

Açmasam olmaz. Uçuşan tozların arasından çekerek çıkartıyorum sararmış zarfından. Evin babasına ait, el yazısıyla yazılmış;

Çocuklar,

Bizi buraya taşıdınız hiç istemediğimiz halde, ne kadar yapmayın desek de dinlemediniz. Bu küçücük evi de hiç sevmedik. Meğer size yük oluyormuşuz Ankara’da onu anladık, müteessir olduk. Annenin gözleri hep yaşlı, geçen gün çeyizinden kalma fincanlardan birini kırdı diye saatlerce ağladı. Ben biliyorum onun neye ağladığını, kimsesiz sayıyor kendini. Bende şafak o an attı. Koskoca müsteşar Azmi Bey sizin elinizde oyuncak değil, bilesiniz.

Biz sizi değil ama Çankaya’daki evimizi, torunlarımızı özledik, dostlarımızı, esnafımızı. Dostlarımızı dedim ama kaç tane kaldılar zaten Allah bilir, biz de gidince…

Burası sizin için güzel, sizin hayalinizdi, biz evimizde oturup ölümün bizi yatağımızda bulması arzusundaydık, bu mezarlığı bile unutulmuş küçük yeri hiç istemedik. Ne konu var ne komşu, ne arayan var ne soran, denize güneşe ihtiyacımız yok bizim bunu tasavvur edemediniz. Rüzgâr mütemadiyen esiyor burada, ağrılar sızılar bırakıyor bize, çarşı pazar desen bu dizlerle yürümeye imkân bırakmayan mesafede.

Geri dönmeye karar verdik. Olduğu gibi bırakıyoruz burayı. Ankara’da evimi dayayıp döşemeye gücüm yeter şüphesiz. Artık bu evi ne yapacağınıza siz karar verirsiniz, annen bir tek albümünü alıp çıkacak öyle anlaştık. Baştan başlamak gibi bizim için. Daha fazla konuşmak istemiyorum. Dehşetli üzgünüz ama.

Yaşlılık elden ayaktan düşmek değil, öğrenmiş oldunuz… Babanız.

Okudukça şaşırıyorum, evin o terk edilmişliğinin nereden geldiğini anlıyorum. Mal sahiplerinin telefondaki mesafeli kibarlıklarının sebebini de anlıyorum. Anne babanın ahını almışların ağır yükü omuzlarında. O anda karar veriyorum, evi satmayı geciktirmeye, yüklerini çoğaltmaya. Gözüm eksik fincan takımına takılıyor.

Derken kapı çalıyor, alıcılar geliyor.

- Advertisment -