spot_img
Ana SayfaYazarlarEkonomik büyüme gereksiz ve anlamsız mıdır?

Ekonomik büyüme gereksiz ve anlamsız mıdır?

 

Ekonomik büyüme fikri ve olgusu, sağcısı ve solcusuyla, Marksisti ve feministiyle, düşünürü ve sıradan aydınıyla pek çok kesim tarafından çeşitli eleştirilere maruz bırakılır. Genellikle söylenen, sınırsız ekonomik büyümenin kendi başına bir amaç haline getirilmesinin yanlış olduğu, büyümenin sınırlarının olması gerektiği,  sınırsız büyüme tutkusunun insanî değerleri erozyona uğratarak bir taraftan bencillik ve materyalizmi, diğer taraftan eşitsizliği teşvik ettiğidir. Bu çerçevede, ihtiyaçların sınırsız, kaynakların ise sınırlı olduğu gerçeğinin bazen ciddî bazen komik yaklaşımlarla reddedildiği ve ihtiyaç kavramına bir sınır çekilmesinin talep edildiği de oluyor.

 

Bu eleştirilerde bir haklılık var mı? Ekonomik büyüme, birilerinin insanlara empoze ettiği sunî, anlamsız ve ahlâksız bir amaç mı? Daha önemlisi, bu görüşleri — yani ekonomik büyümeden vazgeçmeyi veya ekonomik büyümeyi sınırlamayı — esas alan ekonomi politikaları geliştirilebilir mi? Geliştirilirse, sonuçları ne olur?

 

Bugün tartıştığımız ekonomik büyüme (kalkınma, gelişme) yeni bir vaka. Tartışılmasının sebebi var olması. Olmasaydı tartışmaya konu yapılamazdı. Bundan 500 sene önce yaşamış bir insana ekonomik gelişmenin iyi bir şey olmadığı söylense, ya anlamaz ya da dehşete düşerdi. Çünkü bunun ne demek olduğunu kendi hayat tecrübesiyle bilirdi. Ekonomik büyümeye tepki, ekonomik büyümenin insanların hayatını önceki dönemlerle karşılaştırılamayacak ölçüde değiştirmesinden sonra doğdu.

 

Modern kapitalizmin doğmasından ilk rahatsızlık duyanlar Avrupalı muhafazakârlardı. Muhafazakârlar refah seviyesindeki hızlı yükselmenin insanları yozlaştıracağından, dinî ve ahlâkî değerleri aşındıracağından, geleneksel toplum yapısını tahrip edeceğinden korktu. Daha sonra ortaya çıkan Marksist sosyalizm muhafazakârlıktan farklı bir pozisyon aldı. Başlangıçtaki iddiası refahı geriletmek değil yaygınlaştırmak ve insanları refah bakımından eşitlemekti. Kendi zamanında Sovyetler Birliği hızlı sanayileşmeci ve büyümeciydi. Bugün de Çin öyle. Ancak zamanla sosyalist çizgi, azınlıkta ve/ya muhalefette olduğu toplumlarda, anti-büyümeci bir eksende gelişti. Bugün ekonomik gelişme eleştirilerinde genellikle muhalif sosyalistlerin türettiği tezlere başvuruluyor ve zengin, müreffeh ülkelerin bazı vatandaşları bile doludizgin ekonomik kalkınma aleyhtarı söylemler tutturuyor.

 

Şüphe yok ki ekonomik büyüme ne kendiliğinden, ne de kendi başına bir amaç. Dünyanın hâlihazırdaki en zengin ülkeleri (meselâ ABD) yanlış ekonomi politikaları uygularsa, hem mutlak hem nisbî olarak geriler ve fakirleşir. Ekonomik büyüme sadece rakamlar seviyesinde bir anlam taşımaz. Her yönüyle insan hayatına yansır. Bu konuda elimizde öyle çok veri var ki, hepsini aktarmaya sayfalar yetmez. Birkaç yüz yıllık bir perspektiften bakıldığında, ekonomik büyümenin insan hayatında pek çok müsbet değişimin ya doğrudan sebebi olduğu, ya da bu değişimlerin yolunu açtığı görülür. Bütün istatistiksel veriler ülkeler zenginleştikçe ortalama ömrün uzadığını, hastalıklarla daha iyi mücadele edildiğini, çocuk ölümlerinin gerilediğini, beslenme rejiminin istikrar, çeşitlilik ve zenginlik kazandığını, insanların hayatının daha renkli ve zevkli hale geldiğini gösteriyor. Zenginleşme, çoğu zaman iddia edildiğinin tersine, maddeye düşkünlüğü de artırmıyor, aksine geriletiyor. Zenginleşen toplumlarda insanlar gayri maddî içerikli faaliyetlere, düşünmeye ibadete, ya da kültür ve sanat eserlerine daha fazla zaman, kaynak ve enerji ayırabiliyor.

 

Uzak geçmişe değil, günümüze bakarsak durumu daha iyi görürüz. Modern ekonomik gelişme ilk olarak bir zamanların fakirlik havzası Avrupa’da vuku buldu. Bunun sebepleri biliniyor. Aynı şeyi dünyanın geri kalan kısımları uzun süre yapamadı. Meselâ Çin ve Hindistan farklı yollar takip etti. Çin istikrarı dinamizme, donuk toplumu serbest bireye önceleyen geleneksel sosyo-kültürel çizgisine, komünizmde yeni bir dayanak buldu. 1940’ların sonundan itibaren yaklaşık 30 yıl komünist tahakküm altında yaşadı.  Siyasî baskıyla birleşen ekonomik merkeziyetçilik korkunç sonuçlara yol açtı. Açlık, sefalet sıradanlaştı. Mao’nun akıl ve ahlâk dışı “Büyük İleri Atılım”ında 30 milyon — evet, 30 milyon — kişi öldü. Hindistan da, ne yazık ki bağımsızlıktan sonra sosyalistimsi bir ekonomide karar kıldı. Bu yüzden, Çin’den daha uzun süre, tâ 1990’ların başlarına kadar nüfusunu açlık ve sefaletten kurtaramadı. Şimdi her iki ülkede de ekonomik sistem reforma tâbi tutuluyor ve kapitalizme yöneldikçe toplum zenginleşiyor. Çin’de son çeyrek asırda kişi başı gelir 7 kat arttı. Hindistan’da da benzer şeyler oluyor. Bu gelişmeler aynı zamanda bütün dünyanın sosyo-ekonomik kompozisyonunu değiştiriyor. Bir zamanlar Batılı beyaz adama ait olan bazı sıfatlar doğuya kayıyor. Hintli iktisatçı Bhalla’ya göre 1960 yılında dünyadaki orta sınıf esas itibarıyla beyazdı (yüzde 63 oranıyla). Orta sınıfın yalnızca yüzde 6’sı Asyalıydı. Şimdi tablo farklı; dünya orta sınıfının yüzde 52’si Asyalı. Belki de on sene içinde Uzak Doğu dünyanın en büyük ekonomik bölgesi haline gelecek. Oraların halkları da Batılılar neye sahipse ona sahip olacak. Bütün bunlara yol açan ekonomik gelişmenin anlamsız ve yararsız olduğu nasıl söylenebilir?

 

Mühim bir mesele daha var. Bir şeye karşı çıkmak, alternatifini ortaya koymadıkça çok anlam taşımaz. Ekonomik büyümeye şu veya bu gerekçeyle karşı çıkanlar nasıl bir ekonomik sistem istediklerini, bunu nasıl kurup çalıştıracaklarını da açıklamalı. Ekonomik büyüme sıfırlanacak mı, sınırlanacak mı? Hangi şık olursa olsun, bu nasıl yapılacak? Kendi haline bırakılan insanlar daha iyi yaşama şartlarını daha kötü yaşama şartlarına tercih ettiğine göre, bu eninde sonunda bireysel insanların özgürlük alanlarına ve hayatlarına müdahale anlamına gelmeyecek mi? Bu müdahale ve sınırlandırmalar neyle, nasıl meşrulaştırılacak? Buna uymak istemeyen insanlara ne olacak? Bunlara benzer pek çok soru ekonomik büyüme karşıtları tarafından cevaplandırılmayı bekliyor.

 

Ekonomik gelişme insanların hayat şartlarının iyileştirilmesinin; erken ölüm, hastalık ve yoksullukla etkili şekilde mücadele edilmesinin; hayatın daha zevkli ve verimli yaşanmasının temel yoludur. Bu yüzden çok anlamlı ve gereklidir.

- Advertisment -