Son yazımda, içinden geçtiğimiz ağır ve insanı yürekten yakan günlerde tesadüfen karşılaştığım ince bir kitabın teselli edici olduğunu yazmıştım. Frédéric Lenoir’in kaleme aldığı, bir tür Spinoza biyografisi olan Spinoza Mucizesi (İş Bankası Yayınları) kitabıydı bu. Kitabı okuyacak olanlar, depremin yarattığı derin sarsıntıya nasıl olup da iyi geldiğini ve teselli edici olduğunu ilk bakışta anlayamayabilirler ama benim için öyle olmadı. Neden mi?
Her şeyden önce Spinoza, hem dinde hem de politikada büyük bir devrimcidir ve bana öyle geliyor ki bizim ihtiyacımız olan şey tam olarak bu ikisinin büyük bir arınmayla kendini yenilemesidir. Politikayı, artık söylediklerinin yalan mı gerçek mi olduğu ayrımını kaybetmiş, hurafelerle ve boş inançlarla bezeli siyaset esnafının sultasından; dini ise ilahi kaynakla “imtiyazlı” bir ilişki kurduğunu zanneden, “tekelci” din adamlarının taassupkâr baskısından kurtarmak, yakıcı bir ihtiyaç olarak gözükmektedir.
Spinoza’da, gerçek anlamda düşünceye en fazla gem vurulan iki alandır politika ve din. Bu ikisi, aşırı hırs ve aşırı arzunun en meşru dışavurum alanları olduğundan, eleştirel düşünceye kendini kapatabilme imkânlarına fazlasıyla sahiptir. Dolayısıyla, hurafelerin en çok kendine yer bulduğu alanlardır da: “Her türden hurafeyi benimsemeye en meyyal olanlar, dünya nimetlerini en ölçüsüzce arzu edenlerdir” (s.26). Lenoir, Spinoza’nın bu cümlesinin ardından şöyle ekler: “Azla yetinmeyi bilenler, çok basit bir sebeple hurafelere daha az meyyaldirler: Kaybetmekten daha az korkarlar ve ellerindekiyle yetinmelerinden ötürü, daha fazlasını elde etme umudu beslemezler. Ancak [Spinoza] hurafelerin kitleleri yönetmenin en iyi yolu olduğunu ve çok sık din kisvesine büründüğünü özellikle vurgular.” (s.27)
Spinoza bir başka yerde, “Düşünceye din adına en çok gem vurulan yerin Türk memleketi” olduğunu söyler ve şöyle ekler: “Basit bir tartışma bile küfür addedilir ve öyle çok önyargı muhakemeyi tıkar ki, zihinde herhangi bir şüphe yeşertecek kadar bile aklıselime yer kalmaz.” (s.27)
Şüpheye en az yer olan iki alandır aynı zamanda, politika ve din. Buradaki insanların en bariz özellikleri söyledikleri, düşündükleri ya da inandıkları hiçbir şeyden -ve de başta kendilerinden tabii!- şüphe etmemeleridir. Bildikleri ve düşündükleri, kesindir! Aksine olan ne varsa, küfür değilse bile küfre yakın bir başkaldırı gibidir. Önyargılarla dolu muhakeme, hem siyaseti hem de dini, menfaat icabı girilen bir umut kavgasına dönüştürmektedir.
Bu alanları tutanlar, neredeyse değişmez bir nitelik olarak tekelcidirler ve tek yetkili olmak isterler. Sonrasında kendi yarattıkları bir teklik ve tek olma üzerinden üstünlük devşirirler. Bu insanlara bakınca görülen şey, kendini üstün hissetmekten kaynaklanan bir gurur ve otorite halidir. Oysa Spinoza’ya göre, “Kendini üstün hissetmenin verdiği sevinç, tamamen çocukça değilse eğer, ancak hasetten ve kötü bir yürekten doğmuş olabilir.” (s.30) Nihayetinde bu bir sevgisizlik halidir. Kendinden başkasını sevemeyen insanlar dinle ve politikayla uğraştıklarında bu durum, kendi kendini üreten bir yanılmazlık getirir. Yanılmazlık ve yanlış yapamamazlık hali, batıl bir tanrı ihtiyacı doğurur, bir tür kendi kendine tapınma biçimi olarak sahip olunan iktidarı bütünüyle içselleştiricidir. Bu bir sevgisizlik iktidarıdır; kendisi gibi olmayana duyulan öfke ve hınçtan beslenir, ötekini düşmanlaştırmak zorunluluğu duyar ve ancak bu sayede farklı düşünceleri “ehlileştirebilir”.
O nedenle, din adamlarına karşı çok serttir Spinoza: “Dini, Kutsal Ruh’un öğretilerine riayet etmekten ziyade insan icadı şeylerin savunulması haline getiren ve hatta insanlar arasında sevgiyi değil, ateşli bir Tanrı coşkusu kisvesi altında kavgayı ve nefretin en zalimini yaymakta kullanan; ancak küstah bir hırs olabilir.” (s.34)
Din -ve politika- ona göre, hırsın en küstahlaştığı alanlardır. Bunun çözümü ise zannedilenden çok daha basittir. “Kutsal metinlerin yorumlanması kesinlikle, kendinde bu konuda tekel olma hakkını gören bir zümreye bırakılmamalıdır.” (s.34) Herkes bu alana girmelidir! Tıpkı herkesin siyasete girmek zorunda oluşu gibi! Her türlü yorumlama söz konusu olduğunda en yüce otorite, herkesin kendisidir çünkü. Yorum, başkasına bırakılamayan, delege edilemeyen demektir! Ve din ve siyaset, yorumun en fazla yer bulduğu, en belirleyici, en etkileyici ve en şekillendirici olduğu iki alandır. Bu, gerçek bir devrimdir!
Spinoza, düşünce ile inancı, felsefe ile ilahiyatı ayırdığı için çok değerlidir. “Felsefe hakikati ve ebedi saadeti ararken, inanç itaati ve davranışlarda coşkuyu hedefler… İlahiyat akla hizmet etmez -inanca eder- ve akıl da ilahiyata hizmet etmez. Her birinin kendi saltanatı vardır: Aklınki hakikat ve bilgelik, ilahiyatınki iman coşkusu ve teslimiyettir.” (s.37)
Din ve politika itaati sever. Coşkulu bir itaat, hemen her zaman gerçeğin önüne geçer. İtaati doğuran şey kolektif bir inançtır. Ve bir şeyin kolektif bir inanç olabilmesi için dışarıdan öğretilmesi ve bireysel yorumun silinmesi elzemdir. Herkesin herkes gibi düşünmesi istenir. İktidar, herkesten güç edindiği için, inanç ve itaatin en ayrışmaz olduğu yer siyaset ve dindir.
O nedenle, tıpkı düşünceyi inançtan ayırmakta olduğu gibi, iktidarı ve dini kolektif olmaktan çıkarıp düşüncenin emrine vermek, yani onu bireyselleştirmek son derece önemlidir. Bu nedenle Spinoza için en iyi yönetim, “Bireylerin düşünme özgürlüğüne tamamıyla saygı gösteren” yönetimdir (s.53). Din ve politika bireyselliğe, herkesin ayrı ayrı, kendi başına düşünmesine -ve de yorumlamasına!- en çok ihtiyaç duyulan yer olmasına rağmen, en kolektif ve “herkesleşmenin” en yoğun yaşandığı yerlerdir.
Bu nokta oldukça ilginçtir. Herkesleşme, bireysel düşünme ve yorumlama gücünün yitirilmesi, sadece dışsal iktidarın güçlü bir tahakkümüne ve her türlü insan-üstü kaynağın yeryüzü temsilcileri gibi hareket eden kerameti kendinden menkul temsilcilerine otorite bahşetmekle kalmaz; aynı zamanda inanç alanının topyekûn hurafeleşmesine de neden olur. Başka bir deyişle, bireysel düşünceden ve yorumdan geçirilmeyen her dışsal hakikat, ne kadar gerçeği barındırırsa barındırsın, kolaylıkla içi boş birer inanca yani hurafeye dönüşür.
Spinoza, çileci değildir; ruhen derinleşmek için insanın kendinden -ve de hayattan- vazgeçmesi gerekmez. Aslına bakılırsa, dini ve siyasi otoritelere sorgusuz itaat, insanın kendinden ve hayattan vazgeçmesiyle aynı şeydir. Esas olan vazgeçmek değil, tam aksine kendini tanımak, kendinin farkında olmak, her türlü duygu ve düşüncelerini bilinç düzeyine taşıyarak yaşamaktır. Hiçbir koşulda kendinden vazgeçmemektir. Bu ise, düşünmeden ve yorumlama yetisi olmadan mümkün değildir (‘herkesin dini kendine’ sözünü belki de böylesi bir bireysel yorumla birlikte düşünmek gerekir). Gerçekte din, böylesi bir bilincin inanç hali, siyaset ise politika şeklidir. Oysa bugünkü hayata baktığımızda, her ikisinin de iktidarını, insanın kendinden vazgeçmesi üzerine bina ettiğini görürüz.
O nedenle, sadece akıl ve irade yeterli değildir, arzular ve duygular da gerekir: “Arzu varlığımızın tamamını harekete geçirir, akıl ve irade ise sadece zihnimizi: Aklın, bizi bilgelik yoluna sokmak için duygulara ihtiyaç duyması bundandır…Yani, bir nefreti, ıstırabı ya da korkuyu, sırf muhakeme ederek değil, bir sevgi, sevinç, umut yeşerterek ortadan kaldırabilirsiniz.” (s.99)
Her güçlü düşünce kendi içinde yoğun duygular ve arzular taşır. Duygusuz ve arzusuz düşünce, kalpsiz bir insanlık yaratır. Ve her dönüştürücü eylem, böylesi bir birlikteliğe ihtiyaç duyar. Sadece akılla ve sadece iradeyle tutulan yol, en fazla tutkulu bir sonda nihayet bulur. Oysa tutku -ne kadar idealist, ateşli ve davacı olursa olsun- edilgendir. “Edilgenlik…dış sebeplerle ve uygun olmayan fikirlerle hareket etmektir…Bundandır ki tutku edilgen sevinçler üretirken, eylem etkin sevinçler üretir.” (s.102)
Bugünkü şekliyle din ve politika, tutkulu ve edilgen kitleler yaratıcıdır. Oysa gerçek bir özgürlük ve hakiki bir huzur tutkuların üzerindeki eyleme dayalı sevinçten doğar. Bu yüzden, “Ne kadar tümüyle uygun fikirler oluşturur, eylemlerimizin nedenlerinin bilincine ne kadar varır, kendi doğamıza göre hareket etme kabiliyetine ne kadar kavuşursak o kadar özerk oluruz. Hareketlerimiz, ne oranda dış nedenlerden değil varlığımızın eşsiz özünden kaynaklanırsa o denli özgür olacaktır.” (s.113)
Son olarak, Spinoza’nın şu harika ve dertlerimizin tam da çözümünü barındıran sihirli sözleriyle bitirelim: “Ebedi saadet erdemin ödülü değil, erdemin ta kendisidir; bunun hazzına varmak da ihtiraslarımızı dizginlemekten ötürü değildir; aksine, ihtiraslarımızı dizginleyebilmemiz bu hazzı almaktan ötürüdür.” (s.120).
Size de çok teselli edici gelmedi mi!