Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIPaslı kulaklar ve dinleme rezervleri

Paslı kulaklar ve dinleme rezervleri

Dinlemek, o kabiliyete, donanıma, sabra haiz olmak yaman mesele. Kulaklarımız paslı… Dinleme rezervimiz de kıt, (doğal)gaz misali seçimden seçime bulunuyor, sonra havaya karışıyor. Dinlememenin tarihini araştıramadım. Mesela milâdı var mıdır bilemiyorum. Ama bana eskiden daha çok dinlerdik/dinleyebilirdik gibi geliyor. Ses alıp-ses vermede, konuşmada, söyleşmede yüz yüze, “yakın” iletişimden başka imkânı olmayan insan, karşılıklı dinlemeye de muhtaçtı herhalde.

Dinleyebilmek, o fazilete, donanıma, kabiliyete, sabra haiz olmak da ayrı mevzu. “Bir bilen” çok, sanal olarak da çoğaldı ama “bir dinleyen” bulmak öyle değil. Dinleme rezervlerimiz de kıt; (doğal)gaz misali seçimden seçime bulunuyor, sonra havaya karışıyor… Bazı politikacıların dilinde o mevsimlik şarkı: “Oynamaya geldik oynamaya, dinlemeye geldik dinlemeye…”

Günümüzde profesyonel, organize, hatta paralı hizmet türlerinden aynı zamanda. Gönüllüleri (gönüldenleri) de çıkıyor ama yetmiyor. Karşına oturup söze “Ben çok iyi bir dinleyiciyim” diye başlayanı yadırgaman da, altında bir çapanoğlu araman, bulman da belki ondan.

Dinlememenin tarihini araştıramadım. Mesela milâdı var mıdır bilemiyorum. Ama bana biz eskiden daha çok dinlerdik/dinleyebilirdik gibi geliyor. Ses alıp-ses vermede, konuşmada, söyleşmede yüz yüze, “yakın” ilişkiden başka imkânı olmayan insan, karşılıklı dinlemeye de muhtaçtı herhalde.

“Cep”siz nasıl yaşıyorduk?

Tabii teknoloji de giriyor devreye. Bugün onun da bünyeye, bedene eklenmişi cepteki ekranlar. Daha çok “edebiyat”la, sözlü tarihle hemhal olan yazılarımda güncel-“bilimsel” bir başlangıca da uygun. Cepte nasılsa…

Üstelik bizim dönemle karşılaştırmaya da müsait. “Cep telefonu olmadan nasıl yaşıyorduk?” sorusu bizim nesil için hayret ya da panik vesilesi değil: “Valla gül gibi yaşıyorduk…”

Malum televizyonla bile ortaokulda, lisede tanıştık. Yoksunluğu tanışınca, bağımlılıkla hissedilen şeylerden.

İstem dışı körlük-sağırlık

Bugün cep telefonlarının konuşmaya, söyleşmeye, “dinleşme”ye, hatta “kumru gibi koklaşma”ya etkisi hayatın sıradan manzaraları. Manzara da sayılmaz esasında… Bir yerde karşılıklı oturup kendi telefonlarına dalan çiftlerden romantik aşk tabloları, tumturaklı sevda şiirleri çıkaramıyorsun pek. Karikatürleri güzel…

Dinlemeyi bırakın duymak bile zaten mesele o sahnede. Kuytuda göz attığı telefonunu cebine koyup gelen garson “Ne içersiniz?” sorusunu birkaç kez tekrarlıyor. Yanıtlar da cepten gözünü ayırmadan… ABD’de cep telefonuyla konuşarak, ilgilenerek yürüyenlerin yoluna tek tekerlekli bisiklete binen bir palyaço yerleştirmişler misal… Geçenlerin sadece dörtte biri fark etmiş.

Cep telefonu, el ekranları “istem dışı körlük”ün yanında “istem dışı sağırlık” da yaratıyor. Gözü neredeyse kulağı orada… Gelişen teknolojinin, cep telefonundan akıp giden görüntülerin, duymaya, odaklanmaya, sabredip “dinleme”ye etkisi bir yana, “işitme kaybı” uyarıları gırla. “Histerik sağırlık”, “psiko-somatik duyma kaybı” ne âlemde bilmiyorum. 

Teknolojiyle dinlememe seçeneği

Eskisi gibi dinlemek sıkıcı, “uzun iş”lerden de belki. Teknoloji sayesinde konuşanı dondurmak, sesini kısmak-kapatmak, söylediklerini hızla ileri sarmak, olmadı zaplamak, başka ekrana zıplamak da mümkün. Öyle içselleştirildi ki bunların hepsini yüz yüzeyken, ekranlardaki oturumlarda söyleşirken bile -âletsiz- becerenler var.

“Hızlı seyretme-dinleme-konuyu ucundan “anlama” teknolojisi” bana “Hızlı okuma tekniği”ni da hatırlatıyor biraz. Woody Allen’ın ünlü sözlerini: “Hızlı okuma kursuna gittim, Savaş ve Barış’ı 20 dakikada okudum. Olay Rusya’da geçiyordu galiba…” Olsun, “bir fikir sahibi olmak” da az şey değil bugün. Bilgi de gerektirmiyor işportasında.

“Hikâye anlatıcıları”nın (dinleticilerinin) neslinin tükenmesi, o kültürün, sanatın unutulması yahut tarz, kulvar değiştirmesi de bununla ilgili olmalı. Koltuğunda oturan insanın imkânları, sahnesi, “misafir odası” değişti. “Ekran” deniyor artık. Lâkin bakıyor mu, görüyor mu, duyuyor mu, dinliyor mu yine kompozisyon konusu. Velâkin edebî kompozisyon da aşınmış, “aşılmış” mevzulardan.

Atasözlerinden de miras

Bunlara bakıp “dinlememek çağın sorunu” diyesim var ama… Deyimlerdeki, atasözlerindeki yeri de muğlak, hatta “dinlememe” üzerine: Kös dinlemek, kıçından dinlemek, yarım kulak dinlemek, kulak asmamak, kulak arkası etmek, kulağında davul çalmak, kendi söyleyip kendi dinlemek… “Ağzından çıkanı kulağı duymamak” bile var. Kafa dinlemek, kendini dinlemek de uzaklaştırıyor insanı o edimden.

İşine, kulağına geleni, duymak istediğini dinlemek, sadece ona kulak kabartmak zaten milli sorun. “Namaza meyli olmayanın kulağı ezanda olmaz” misali… “Makam”ına uymayan bir sesi, meseleyi Mısır’daki sağır sultan bile duyuyor, o duymuyor. Normalleşemiyoruz yani. Velâkin haberlere bakarsan oradaki “sağır sultan”la ilişkilerimiz normalleşiyormuş.

Dinlemede normalleşememe

Dinlemede normalleşme içerde öyle cereyan etmiyor. Yetkilisine “Yahu sen bizi duyuyor, dediklerimizi dinliyor musun?” desen kulağını ters taraftan gösteriyor. Sağ elle sol, sol elle sağ kulağını göstermek ise “siyasi manevralar”ın en bilineni.

Dinleme kültürü, “hikâye anlatıcılığı” filan düşünüldüğünde bizde olmayan bir şey değil ama o da folklor hükmünde herhalde. “Dinlememe kültürü” daha yerleşik, yaygın. Siyasetin, politikanın da en temel ilkelerinden.

Dinlememek Time’ın kapağında

Öyle ki harika hikâyeleri, efsaneleri bile var tarihimizde. İsmet İnönü 19 Mayıs 1941’de Time Dergisi’nin kapağında… Kapak fotoğrafının altında “Allah be praised I am deaf” yazılı. Makalede sadece duymak istediklerini duyduğu vurgulanıyor. “Duymak (dinlemek) istemediği bir şeyi kaçırdığında da söylediği şu sözüyle tanınıyor: Allah’a şükürler olsun ki sağırım.”

Bizde de İnönü’nün işitme kaybını lehine kullandığına, hatta işitme cihazını çıkarıp konuşanı dinlemediğine dair renkli hikâyeler çok. Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı konuşurken öyle yapıyormuş. Rivayete göre Bölükbaşı’nı siyasi hayatında en çok üzen olaylardan birisi… Tutumu nobran, diyaloğa kapalı da olsa bir bakıma dobra… Dinler gibi görünmüyor.

Dinler gibi görünme rolü

Bugünlere geldiğimizde dinlemeyenler, hatta konuşturmayanlar bir yana… Dinlemeyen ama dinler gibi görününler de sıradan ekran manzaraları. Kadrolu bazısı… Moderatörü bile var aralarında. Lâkin o rolü hakkıyla yapanlar az maalesef; çoğu dinlemeden dinler gibi yapmanın en saf, “afedersiniz” bön ifadesi. Boş boş, görüntü donmuş.

“Dinleme rolü yapmak” amatöründe iyice biçare, profesyonelinde, “arsız”ında ise bazen pervasız. Gözleri tablete, “cep”e kilitli, ifadesi, mimikleri o an konuşulana değil baktığı o ekrana uygun; arada kafasını kaldırmaya bile gerek duymadan sallıyor.

Ekranlardaki oturumlarda kafa sallama efekti bir yana, dinleme mimikleri, “hmmm, hmmm”lar da nafile. Gözlerinin içine bakanı bile bazen başının arkasına asılı bayrağı görüyor, oralara dalıyor. Konuşmacılar burun buruna da otursa uzaklara bakmayı, dalmayı beceren oyuncular.

“Farklı görüş”ten “dinleyici”

Malum kanallar kadrolarında görevleri o rolle sınırlı figüranları bile istihdam ediyorlar. Bazıları ılımlı yahut eski muhaliflerden devşiriliyor, kırpılıp yıldız yapılıyor. “Farklı görüş”ten! Müthiş, ebedi, özlenen dinleyici. Arada çakılmasın diye konuşuyor biraz. O da konuşma, soru sorma rolü zaten. Senaryolu; setteki çanak sorulardan…

Dinlediklerinden söylediklerini/söyleyeceklerini -anında- derleme, ayarlama, çevirme becerisine de sahip. Sözüm ona, lafın gelişi “eleştiri”leri “yine bir gülnihal” makamından. Programın sahiplerinin, demirbaşlarının o kadarıyla bile dinlemeye tahammülü, sabrı sınırlı. Ağızlar kulaklarda, kulaklar iktidarda…

“Bir söyle on dinle” ama…

Esnemesini gizleyebilenler tercih sebebi. Ustası dudaklarını gererek kapatıp, gözleriyle esniyor. Oturumlarda dinleyen rolüne bürünüp sabrın sınırında sırasını, fırsatını kıpır kıpır bekleyenler de katılıyor vodvilin karakterleri arasına. “Kulağı kirişte”, konuşulanları o kadarıyla, çeyrek-yarım kulak dinliyor.

Moderatörlerden birisi bu mevzuda emsalsiz: Başkası konuşurken, onu “dinlerken” sergilediği “sessiz film”le, istem dışı el-kol hareketleri, mimikleri, kıpır kıpırlığıyla da ünlü. Bir an hareketsiz duramıyor. Eş, dost arasında bile dinlemeye de muhalif. Araya girme, kesme hevesinin, sabırsızlığının sessiz atakları bir yana, dinleme pozisyonuna bile geçemiyor. Çünkü bunlar onun dinlememe biçimi, dinlemeyen insan pantomimi.

 “Bir söyle on dinle” atasözüne uyanlar bile var aralarında bazen ama onlar da konuşanı dinlemek yerine içinden 10’a kadar sayıyor gibi. Ardından atlıyor lafın ortasına: “Ben sizi dinledim, şimdi sıra bende…”

“Keşke dinleşmek olsaydı”

Tanıl Bora “Dinlemek” yazısında (¹) o tipolojiyi de irdeliyor: “Kamusal münazaraların meşhur ‘Ama ben sizi dinledim!’ serzenişi dinlemezliğe isyanın ritüelidir. Lakin bu ritüel de bazen, serzenişte bulunanın sırf bu ‘kartı’ oynama fırsatı uğruna sabredip kös dinlemiş olduğunun perdesidir.”

Bora harika bir fiil, etkinlik de türetiyor/öneriyor bu mevzuda (yoklukta); “dinleşmek”: “Genellikle, anahtar sözcükleri tarayıp sözün gittiği yere dair bir duyguya vararak, kendi söz sıramızı bekliyor oluruz. Yakın zamanların gözde ‘aynen!’ teyidi, çok defa, kendi dediklerini, zaten demiş olduklarını tekrar etmenin vesilesidir. Dinleme, konuşma gibi işteş fiil değil, ‘dinleşmek’ demiyoruz; keşke olsaydı.”

“Konuşmak” var ama onu iletişime dönüştürecek dinlemek yok. Dinlemek, dinleyen olmayınca konuşmak da bazen beyhude, yorucu geliyor tabii; suya yaz, havaya konuş… O türden zincir söyleşilerin adını “Yarım ağız-yarım kulak” koymalı belki de.

“Yargıdaki en vahimi”

Bora dinleme kaynağının kıtlığını vurgularken “en vahimi”ne de değiniyor; “yargıda dinlemenin bilfiil ortadan kalkması”: “Suçlananın yaptığı savunmanın dinlenmesi, yargılamanın olmazsa olmaz koşuludur. Oysa, en son Gezi davasında mesela, avukatlar savunmalar sırasında yargıçların ve savcının telefonlarıyla oynamasına isyan ettiler.

Yargıçların ve savcıların savunmaları göstere göstere dinlememeleri, yani performatif diyebileceğimiz bir dinlememe tavrı, ‘düşman ceza hukuku’ denen yargı pratiğinde bir usul olarak kurumlaşmış durumda.

Deniz Yonucu, bu konuda yaptığı bir saha çalışmasında, ‘uyukladığını ya da uyuklar gibi yaptığını’ yazar – uyuklamasa da uyuklar gibi yapmaktaki dinlemezlik, performatiftir, özel bir tavır, bir provokasyon, bir skandaldır. Bu dinlememek, açık ki, başlıbaşına hak ihlâli niteliğinde, bizzat zulüm niteliğinde bir dinlememek…” Sadece hayretle değil ürpererek okuyorsun bu satırları.

Dolgun kulağın temizliği

Dinlemenin “gayrı”yla karışık resmi hâli “telekulak” da ayrı dert. “Dinlenmek” istenenin, istenildiği gibi dinlendiği, kaydedilenin keyfe göre cımbızlandığı, evirilip çevrildiği, hatta montajlandığı, piyasaya sürüldüğü bir mesele. “Kimse bizi dinlemiyor” diye yakaran halk, muhalefet -haklı olarak- “Dinleniyoruz” diye de figan ediyor.

Böyle bir hengâmede, bombardımanda “kulak dolgunluğu”, “kulaktan dolma bilgi” de sorun. Bu ülkede kulakların da sık sık temizlenmesi gerektiğini hatırlatıyor artık. O eski “kulaktan kulağa” oyunu bile eğlenceli olmaktan çıkıyor. Tehlikeli… Yeni (ve yine) gördük sonuçlarını.

Kulak çınlaması desen toplumsal rahatsızlık. Her musibette, münasebetsizlikte, her tedbirde, “çözüm”de halkın kulağının çınlamasıyla seyreden bir sendrom. Tasarruf tedbirleri, yeni vergiler, zamlar filan açıklanıyor yine halkın kulağı çınlıyor mesela. Bütün bunlara kulak misafiri olmak da başka dert.

“Duyuş kulağı” ve paslanma

Tanıl Bora yazısının finalini girişe de aldığı Şule Gürbüz’ün “Kıyamet Emeklisi” romanından getiriyor: “Hemen başlarda, ‘sözü az söyleyince kulağının söylenenden fazlasına açılmaya başladığı’ndan bahsederken, o da dinlemekle duyusal olanın bağlantısını kuruyor; ‘müzik kulağı’ misali bir ‘duyuş kulağına’ atıfla. Evet, işte o: duyuş kulağı, dinleme kabiliyeti…” Lâkin kulakların pasını gidermek de zor. Yılların mirası…

Müzik, duyuş kulağı deyince aklımda o ünlü efsane, “Midas’ın Kulakları”. Liriyle göğe eren Tanrı Apollon, “Allahın çobanı” Marsyas’ın (Marsias) (²) bulduğu flütle harikalar yarattığını duyunca çok öfkelenir: “Benimle bir çobanın -müzik- kulağı bir mi!” Hemen huzuruna çağırır bir müsabaka düzenler.

Kral Midas’ın, su perilerinin jüriliğinde çalarlar. Halk Marsyas’ın flütünden döktürdüğü ezgilere bayılır, alkışlarıyla tempo tutar. Lâkin Kral Midas’ın lehte oyuna rağmen su perileri Apollon’un öfkesinden korkarak durumun berabere olmasını sağlarlar.

Midas’ın kulakları eşek kulakları!

Mitolojinin tüm tanrıları gibi Apollon’da da dalavere çok elbette; lirini ters çevirip çalar ve Marsyas’a “Hadi bakalım” diyerek desise yapar. Tabii çoban flütü tersten üfleyince ses çıkmaz ve “hükmen” mağlup sayılır. Ama Apollon bununla da tatmin olmaz Marsyas’ı bir ağaca astırıp derisini yüzdürür.

Öfkesinden kendisine oy vermeyen Kral Midas da kurtulamaz. “Sana insan kulağı yakışmaz” diyerek ona da eşek kulakları takar. Midas da hayatı boyunca kulaklarını gizlemeye çalışır. Onun için Midas’ın gizlediği kulaklarını gören, bütün bunları öğrenen berberin kuyulara gidip bağırması bildiğimizden mânâlıdır: “Midas’ın kulakları eşek kulakları…” Güzellikleri, gerçekleri duymanın, hakkıyla dinlemenin de bir bedeli, cezası var öyle katlarda.

(¹) Tanıl Bora, “Dinlemek”, Birikim, 1 Haziran 2022.

(²) Efsanenin bazı versiyonlarında Marsyas’ın yerini Pan alıyor.

- Advertisment -