Geçtiğimiz hafta Nuray Mert’in “Muhafazakâr, dindar dediğimiz kesimler çok liberalleşti. Bunu laik kesim ısrarla görmüyor” başlığıyla paylaşılan Medyascope söyleşisi sosyal medyada bir eleştiri yağmuruna tutuldu. Eleştiri yağmuru diyorum ama paylaşımların çoğu söyleşiyi dinlemeyip sadece başlıktan kendince bir anlam çıkaranlara aitti. Mert de bu büyüyen tepkiye bir yazıyla karşılık vermiş.
Söyleşiyi baştan sona dinlediğimde, Mert’in yorumlarında açıkçası doğrudan itiraz edebileceğim bir nokta bulamadım. Söyleşinin eleştirilen kısmını Mert, Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in ‘laiklik dayatması’ diye etiketleyebileceğimiz demeciyle ilişkili bir soruya karşılık verirken telaffuz ediyor. Mert’e göre Yusuf Tekin, muhafazakar sağın “laiklik pek de bize göre bir şey değil” diye özetlenebilecek, 50’lerden beri gelen ezberine dayanan bir şey söylüyor, bunu söylerken de aslında toplumun muhafazakar sayılan kesiminin anlayışının da gerisinde kalıyor. “Laiklikle başı hoş olmadığı için demokrasiye sarılan muhafazakar sağ ile karşılarında laiklik o kadar önemli ki demokrasi olmasa da olur diyenlerin tartışmasından demokrasi çıkmaz” minvalinde bir sonuca varıyor, ki bu bana hiç yanlış görünmedi. İçinde olduğumuz durumu tarif etmek açısından yerinde bir ifade.
Yazısında da muhafazakar kesimin liberalleşmesi ile neyi kastettiğini açıklamaya çalışmış. Okurları bilir, Mert’in ödünsüz bir yazma tarzı var, eleştirenleri biraz payladıktan sonra ‘liberalleşme’ halini şöyle açıklamış:
Muhafazakâr kesimin liberalleşmesi konusuna geri dönersek, tabii ki siyasal liberalleşmeden söz etmiyorum. Ancak toplumsal ilişkilerin liberalleşmesi de, tümüyle göz ardı edilecek bir gelişme değildir diye düşünüyorum. İktidardakiler, bu gelişmeyi okuyamadıkları için siyasal İslamcılık ideolojisinin gücünü yitirmesini bir türlü kavrayamadılar. “Dindar nesil” yetiştiremediler, İmam Hatip Okulları’nda okumak isteyen bulmakta zorlanıyorlar, vs.
Türkçenin en geveze, en çıplak ama en karanlık terimlerinden biri sanırım ‘Liberal’. Çoğunlukla pejoratif anlamıyla kullanılıyor. Örneğin benim kuşaktaşlarım açısından ‘liberal’ sözcüğü bir çeşit Engin Ardıç karikatürüdür. Sahiplenen ya da göğsünü gere gere liberalim diyen pek yoktur. Vardır ama azdır. Merkez sol ‘liberal’ terimine karşı, belki de (Cemal Süreya’nın birlikte intihar etmeyi teklif ettiği) Turgut Özal döneminde yüksek sesle dile getirildiği için, mesafelidir. CHP liberal bir parti midir? Hiçbir fikrim yok, herhalde değildir. Muhafazakar siyaset liberalizme karşı en azından lafta ılımlıdır, ama liberalizmden anladıkları da sadece kendi ifade özgürlükleri, kendi alanlarındaki sanat ve yayın etkinliği ya da devlet kaynaklarını siyasetçilerin denetimsizce kullanabilmesinden ibarettir.
Bunun haricinde ifade özgürlüğü Türkiye’de sadece ithal edilebilen bir şeydir. Devleti mi eleştireceksin? Batı’da ABD’yi ve İsrail’i eleştiren onca liberal yazar var, çevirir okursun. Neyine yetmiyor?
Sözcüğün dünyadaki macerası da biraz karmaşık; 1840’ların Rus liberallerinden söz ettiğimizde, aslında bugünün bakış açısıyla devrimci bir kuşağı anlıyoruz. Örneğin bütün yönetmenlerimizin dilinden düşürmediği Dostoyevski’nin önce idam daha sonra sürgün cezasına çarptırılmasının nedeni, dönemin tanınmış Rus liberallerinden Belinski’nin yasaklı bir metnini muhalif bir grubun huzurunda okumasıdır. Tabii Rus liberalleri Besim Tibuk’un gerisindeydi; en azından distopik bir mutlak serbest piyasa hayaliyle yaşamıyorlardı. Galiba ABD’de liberal ‘solcu’ gibi bir şey demek. Oralarda liberal denince böyle LGBT gibi bir şey anlaşılıyormuş. Yine geçtiğimiz hafta, Muazzez İlmiye Çığ’ın ölümünden sonra 80’lerde hapishanelerdeki siyasi mahkumlar üstünde gerçekleştirdiği tartışmalı araştırma çalışmasıyla gündeme gelen kardeşi Turan İtil de – söyleşisinden anladığımız kadarıyla – kendini liberal olarak tanımlama eğiliminde. New York Times okuyormuş.
Ancak bugün ‘liberal’ denince aydın çevrelerinde çoğunlukla anlaşılan şey, serbest piyasa ekonomisi ve bunun ilişkilendirilen tüketim kültürü halidir. Kapitalizm olarak eleştirdiğimiz o ‘şeytani’ bütünün ayrı veçheleri kısacası; haliyle liberalizm de çoğunlukla toplumsal yozlaşma, çürüme ve yıkımla ilişkilendirilir. Herhalde eleştirel yazarlığın en verimli alanlarından biri kapitalizm… Eleştirmekle tükenmeyen bir hazine.
Nuray Mert’in yorumu da büyük ölçüde bu yönden anlaşılmış ve eleştirenlerin bir bölümü, Mert’e toplumda tüketim kültürünün gelişmesiyle liberalleşmenin aynı şey olmadığını öğretmeyi denemiş. Tamam da, ama öyle değil mi? Tamam da, o zaman liberalleşme ne? Liberal ne?
Bugün ne muhafazakar sağ ne de muhalif sol kolay kolay ‘liberal’ terimini sahiplenmeyecektir; çünkü siyasal toptancılık liberalizmi açıkça davayı satma, sorumluluktan kaçma, bireyciliğin eşsiz hazlarına sığınma, hiçbir değer yargısı tanımama, işbirlikçilik, fırsatçılık ya da en hafif tabirle korkaklık olarak nitelendirecektir.
Mert’in kendini izah ettiği satırlara dönecek olursak: Toplumsal ilişkilerin liberalleşmesinden ne anlamalıyız? Mert şöyle özetlemiş:
Muhafazakârların toplumsal alışkanlıklarının değişmesi, sadece tüketim alışkanlıklarının değişmesi demek değil, bireysel özgürlük algısı değişiyor. Muhafazakâr ailelerin kızları üzerindeki eski baskılar kalkıyor, çok dar alanlar dışında, herkes flört ederek evleniyor, gece gündüz arkadaşları ile sosyalleşiyor, aile içi iş bölümü gelişiyor, aile ile birlikte sosyalleşme pratiği artıyor.
Mert’in sıraladıkları aslında bir yandan da toplumun, görece değişen refah koşullarıyla birlikte konfor alanının genişlemesine işaret ediyor. Benzer bir ‘liberalleşmeyi’ toplumun ‘laik’ denen kesimleri 80’li yıllardan başlayarak kısmen yaşamıştı. 70’lerin bedel ödemeye hazır devrimci idealizmi, yerini güncel serbest piyasa koşullarına uyum sağlamaya çalışan ve konfor alanını buna göre yaratan genç kuşaklara bırakmıştı. Muhafazakar kesimlerin liberalleşmesinden söz etmeye başladığımıza göre, tarikatların ya da benzer yapıların toplum ilişkilerine nüfuz etme becerisinde ciddi bir aşınma oluşuyor diyebilir miyiz? Gerçekten bilmiyorum, sadece soruyorum.
Sanırım siyasetin toplumun gerisinde kalması bir istisna değil, bir kural. ‘Camileri ahır yaptılar’ diyerek toplumla selamlaşmak, artık kendi kendisinin karikatürü olan bir ideolojinin çürüyen afişinden başka nedir? Türkiye’de siyaset uzun süredir tıpkı bir çeşit meslek odası aktivitesi gibi sürüyor. Sadece iktidar değil başka partilerde de asla yenilenmeyen, kendi köhne çizgisinde ısrar eden ve yılların ezberlerini toplumun gerçeği sanan anlayış sürüyor. Meslek odalarının uyguladığı ‘kapı hakkı’ tarifesi gereğince, bu ortamda yeni siyasetlerin yeşermesi de pek mümkün görünmüyor. Halk hem iktidar hem de muhalefet tarafından bir değerler bombardımanına tutuluyor. Kuşkusuz devlet aygıtlarını kontrol eden iktidarın bu konuda eli daha güçlü, zaman zaman yol aldığını da hissettiriyor, ama toplumun üstüne boca edilen değerler yığını daha bireylere değmeden sararıp soluyor, çürüyüp toprağa karışıyor. Muhalefet de kendi çapında ideolojik tımarlama çalışmasından bir türlü vazgeçmiyor.
Halk da bir yandan durumu idare ederken bir yandan da yaşamaya çalışıyor.
İki taraf için de ezip geçilebilen, umursanmayan ve görülmeyen bir değer var: İfade özgürlüğü. Kimsenin, hoşuna gitmeyen ya da siyasetine engel oluşturacak herhangi bir şeyi duymaya tahammülü yok. Gücü olan yasaklıyor, olmayan dava açıyor. Yasaklı web sitelerinden tutun sosyal medya yayıncılarına açılan soruşturmalara bakınca… Merak etmeyin, memlekette ‘liberal’ olan hiçbir şey yok, liberalizm karşıtları gönül rahatlığıyla uyuyabilir.