Yaşar Sökmensüer

Kulağa stereo fısıldayan şeytan

70’lerde Amerika’da taşınabilir emsallerine gümbür gümbür fark atan cüsseli teypler, stilini, “akım” payesini omuza alındığında kazanıyor. Siyah, Hispanik öncüleriyle “Ghetto Blaster” akımı, dışlandıkları düzene karşı müzikle silahlanma: “Teyp omza!” Geçen ay yine iştigali belirsiz biri çıkıp “İnsan şarkıcıları, türkücüleri dinlediği zaman şeytan omuzlarının üzerine, sağya bir şeytan, sola bir şeytan (stereo yani) çıkar, vurmaya başlar” diye ortalığa üfledi ya… O takımı, sonrasındaki “Walkman”leri filan getirsen, notasız zihniyete her açıdan elverişli numune sağlayacak.

Bana kaset çeker misin?

Karışık teyp kasetleri bazen kişiye özel aşk mesajlarıyla sevgiliye serenat imkânı. Sabra göre 46-60-90-120 dakikalık kesintisiz ilan-ı aşk! Diğer adıyla “karma kasetler”in o yıllardaki Hint filmlerinden keşfedemediğimiz anlamıyla da bir “karma”sı var. “Sana bu kaseti doldurdum” yahut “Bana kaset çeker misin?” öyle durumlarda flört cümleleri, birlikte şarkılardaki dünyaları kurma îmâsı. Birbirini birbirine kaset dolduracak tanıyorsan, ilerde öyle boşlukları doldurmak icat edilen “ruh ikizliği” filan ne kelime. Olmuşsunuz işte…

“Plak dinleyen zat” sineması

Mutsuz, agresif dedektif Harry Bosch’un en tepedeki çıkma, camdan evinde Los Angeles’ın şıkır şıkır gece manzarasına karşı ana mobilyası, pikabı, lambalı amfisi, kabinleri, plak dolabı, bir kanepe. Viskisini koyup caz albümlerini odayı dolaşan, kafasına nişan alan o efsane müzik sisteminden, kabinlerden dinleyince o kasvetli, gergin Bosch da farklı bir siluet. Melekler Şehri’nin duruşuyla şık sakini. İşte o zaman, o an orada, onunla içesin, doya doya susasın geliyor.

Radyo devrim, pikap benim devrimim

Bizim kuşakta “Hard Rockla Slow Dans” çağı pikapla perdeyi aralıyor. Partnerine belinden-omzundan, bir yerinden değerek başlayan dans, yapışık ikizlere de özgürlük tanıyor. Müziğe az uyarak hafifçe sağa-sola sallanırsan, hatta sabit kıpırdanırsan adı “Slow Dans”. Dans pistini acemi birliklerinin tâlim-tatbîkatına çeviren tango, vals, foxtrot adımlarına, o disiplinin kadına erkeğe toplumsal rol dağıtan tedrisatına ihtiyacın yok artık. Dansta eşitlik ve özgürlüğün küçük dev adımı…

Fingirdek nesil

Radyodaki standart akış nedeniyle milletin Batılı dansları mecburen türkülerle yapması, Anadolu Pop’u, Rock’ı da intihalen etkiliyor. Zira miladındaki Pop, Rock türkülerin hepsi oynak, “Halk Oyunu”na değil dansa davet. 1960’lardan başlayarak “Asmam Çardaktan”lar, “Kundurama Kum Doldu”lar artık türkü değil hızlı dans müziği. Kum dolan kunduranı çıkarıp “Abidik gubidik twist”ini çorapla yapıyorsun. “Titrek Shake” için horonu, kalabalığa karışacaksan “Lokomotif Dansı”nı bekliyorsun.

Ya bir şarkı, ya bir dua…

Demeye dilim varmasa da, her yönüyle “ölüm, yas magazini”, “tek tip ölüm süslemeciliği”, “kederi koyulaştırma, yönlendirme makyajı”, hatta “ölüm asparagası” diye bir şey var. O alaylı, kaba zanaat, onun matbû dili ülkemizde de makbul. Kara günlerin “beyaz” yalanları… Ki boş yere, körü körüne canından olmasın, ölünce badem gözlü olan insan.

Yedi paşadan darbe şarkısı siparişi

12 Eylül darbesi her an müziğiyle de çığırarak çığır açıyor. Bir kere Kenan Evren assolist, 7/24 darbe sahnesinde… Sanatla, müzikle de uğraşmaması imkânsız. O her konuda or(dinaryus)general… Vikipedi’yi açın bakın “Türk asker, devlet adamı ve ressam” diyor mesela. Cumhurbaşkanlığı koltuğuna yerleşince ekranlarda “İncecikten bir kar yağar” diye türkü, “Bekledim de gelmedin” diye şarkı şey ediyor. “Parası oldukça dans zevkini gidermek için ‘konsomasyonlu bar’lara gittiğini” bile keyifle anlatıyor.

“Uygun adım marş”la radyo tarihi

Bizim kuşak için 27 Mayıs darbesi, benzetmek gibi olmasın ilk aşk gibi biraz, antrenmansız yakalanıyoruz. Darbeye de müzik, “Uygun adım marş”a tempo şart mesela. Lâkin 27 Mayıs’ta insanlar darbe yapacaklar, bakıyorlar ki ellerinde radyodan yayınlayacakları plak yok. Olacak şey değil, bulamazlarsa belki darbeyi ertelemek zorunda kalacaklar. Onca hazırlık, onlarca tank, rölantide bekleyen jetler filan yeniden hangara, binlerce askeri subayı “Bugün yapmayacak mıydık komutanım?” hüsranıyla koğuşlara…

Sonraki şarkıyı sen bana söylemiş ol

Çocukluğumda, ergenliğimde radyo şiirsel güfteleriyle de sürpriz. O sürprizi flörtöz mimiklerle “Sonraki şarkıyı sen bana söylemiş ol”, “Sonrakini de ben sana…” kurgusuyla hususileştirmen, cüret edemediğin serenadını şarkılara bırakman da mümkün. Hem aşkta “ikimizin şarkısı”, “bizim şarkımız” diye bir ünite var, zorunlu müfredat o zamanlar. O yoksa ağız tadıyla düğün bile yapamazsın, ilk dansında sıradan taşralılar gibi “La Cumparsita” ile sağa sola sallanır, düğünleri kimliksiz kalan milyonlarca Jane-John Doeların arasına katılırsın.

“Öyle bir kuşak ki…” müzikali

Bizim kuşak müzikal tarihin hemen her çağını bizzat yaşadı. Müzikal antika muamelesi yapılan “müzelik parça”lar, vaktiyle onların demirbaşları. Çoğu o butik müzenin yaşayan, hâlâ “çalışan” tanıkları… Misal şahsımı müzede lambalı radyonun yanına koysalar, al sana tarihi stand-konu mankeni. Evimizdeki antika radyo, benimle yaşıt. Müzikte bugünün “Türk Büyükleri” kimimizin yaşıtı… Erkin Koray’a “Erkin Baba” diyen, Gürses’ten “Müslüm Baba” diye söz eden nesle biz de uyduysak, yaşımız ortaya çıkmasın diye.

Ölüm değil hayat acıtır

Yetişememek, işte bütün mesele… İnsanın son ana kadar pek bilemediği ölüm acısı, hayatı boyunca tüm gecikmişliklerin de sızısı, ağrısı esasında. Yaptıklarından değil yapamadıklarından duyduğu pişmanlıklarına kesilen cezanın infazı. Jack London Martin Eden’ın ağzından son nefesinde “Bu acı ölüm değil, hayattı acıtan” diyor ya, işte ondan.

Kaç yıl değil kaç bahar daha

Bir yaşı geçince ömür insana “hayat” eklemiyor, ömrün hazan mevsimleri sana ilkbaharlar vâdetmiyor. Hayatın ölçüsü, o demde ömür, yıl filan değil kalan baharlar. İlki beyhude aritmetik… Elde kalan soru da “Kaç yıl daha yaşarım?” değil her anlamıyla “Kaç bahar daha…”. O hazin sorunun yanıtı bir vakit sonra aritmetik de gerektirmiyor zaten, parmak hesabı. Ki saymayın bence, saydıkça bereketi kaçıyor.

Bahar yoksa hasreti vardır

Mevzu mutluluğundan hüzün, hüznünden tavşan, efkârından duman çıkaran insansa, İsmet Özel’in deyişiyle “Mevsimlerin insana yaptığı fenalıklar”ı say say bitmez: “Her sevilen nobran biraz her mevsim severken birer zorba /(…) Farkederiz üstümüzde bir çentik hangi mevsimden acaba”. Ancak mevsimlerin fenalığı bazen fena değil. “Fena halde bahar” dedin mi, vurgunda sadece bir uyarı değil cazip bir davet de var.

Aile albümündeki ceset fotoğrafları

İnsanın yitirdiği bir yakınını hatırlamak, onu “öyle yaşatmak” için yaptığı, uygun gördüğü şeyler çok çeşitli. Lâkin “Ölmüşlerinin canına değsin” diyerek yudumladığın bir bardak su gibi hoş sayılan şeyler değil hepsi. Tuhafı, ürkütücüsü de yaygın… Ölümün hayata alınışı, işlenişiyle ilgili o “korkunç kuyumculuk” tarihin en kapsamlı galerilerinden. Fikrimce “Ölüm sonrası fotoğrafçılığı (Post-mortem photography)” yakın tarihin en uç örneklerinden.

Öldüğümü haber vermek için aradım

Ölümle arandaki buğulu cam onu her an “görmeni”, iliklerine kadar hissetmeni, hayatının tüm okumalarını ölümlü olma bilgisi üzerinden yapmanı önleyebiliyor. Yanı başında cami, kabristan yoksa seni her sabah uyandıran cep telefonu alarmı, “Her fani ölümü tadacaktır, sen de öleceksin” diye seslenmiyor yani. O sayede ömrünün önemli bir bölümü “Henüz çok erken”le geçiyor, son dilimleri de “Az daha zaman var moruk”la...

Sultan-ı Yegâh’ın anlaşılamayan saltanatı

“Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış...” deriz ya, biraz gücün-güçlünün, her türden iktidarın yamacında durarak... “Tavşan!” deriz o eğri tebessümle, “Dağa…” deriz keh keh. Oysa dağa küsen tavşanın kıymeti bilinmemiş hikâyesinin önemi, onun hazin cesareti, sessiz isyanı, dağları delen Ferhat mitinden az değil. Ben asıl dağa küsüp de deliğine çekilen ve orada ölen tavşanın hikâyesini merak ederim hep. Zira tavşanın dağa küsmesi sanattır.

Behzat Ç. adlı şahısın edebiyata intikali

Amirim Behzat Ç. “hayata karşı işlenen suçlar uzmanı”. Gece-gündüz işinde gücünde… Gecesi meyhane-pavyon-ev üçgeninde cilalanıyor ama ASELSAN telsizinden “Korkut D. adlı şahısın bulunduğu mevkie intikal edin” anonsunu duyduğunda, 7/24 cinayet mahallinde. Uykuyla ve gündüzle geçimsiz. Huzursuz, yastığa öylece bırakamıyor başını. Zira “rüyalardan daha karanlık hatıraları var”. Çokça koltuğunda uyuya kalıyor. Gece ona sızıyor, o geceye... Gece oluyor.

Bizden dedektif çıkar mı?

Batılı ülkelerin polisiye roman tarihi, Tarih Dalı olmayı hak eden bir kürsü neredeyse… Soy ağacını çıkarsan ormanda kaybolur. Lâkin bizde öyle bir tarihten söz etmek pek mümkün değil. “Osmanlı’da resim-heykel neyse o” demek geliyor içimden. Yeşilçam’ın devleti üzmeyen filmlerinde bile polis, her şey olup bittikten sonra filmin sonuna koca şapkasını tutarak, koşturarak ucu ucuna yetişen bir figür. Küçük ama seyircinin alkışıyla dev işlevi finalde “Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar” temennisiyle özetleniyor.

Aman külhan, canım, imanım külhan

“Salon dedektif romanı”nına karşı “sokaktaki dedektif”, alayına omuz atan külhan profili de yaratıyor. Mike Hammer külhanın, maçonun önde gideni ama “tüm kadınların bayıldığı” dedektif konfeksiyonunun dünya markası… 1954’de Türkçe’ye evirip çevrilmiş “Mayk” da “Dünyanın En Usta Kadın ve Katil Avcısı”. Tanıtıcı sloganı “Yumruklarıyla sevişen, dudaklarıyla dövüşen külhan Amerikan Hafiyesi”. Kısaca “zevk ehli köpoğlusu…”

Ütüsüz polisiye

Klasik örneklerinde kadınlara mesafeli, aseksüel bir duruş sergileyen yahut vur patlasın polisiyelerde bir çiçekten çiçekçiye konan dedektif profili, Müfettiş Maigret’yle değişiyor. Garibim evli bir kere… Mesaisi dışında karısının dizinin dibinde. Sanki yaratıcısı “çapkınım, hovardayım, 24 ayardayım” Simenon’un günah çıkarmış hâli… Simenon Maigret’yle zıt bir karakter; oturup rakı içseler muhtemelen ikisi de sıkılır.

Bakla…

İnsanın diline, ağzına gelene hâkim olması, dokuz boğum yutkunması mümkün de, aklından geçeni filtrelemesi, engellemesi imkânsız. Bazen olaylar insanın zihnini küfürbaz yapıyor, sessiz, harici değil dâhili, iç’ten konuşma, hatta -karşılıklı- sohbet, ikili münazara telepatiye nal toplatıyor. Lafzen değil zihnen küfürbaz oluyorsun. Yoruyor, üzüyor, hatta kendine mahçup/mağlup ediyor insanı.

Zekâsıyla döven çıtı pıtı dedektifler

Gerçek hayatta öncü polisiye romanlara layık “fiyakalı” cinayetlere, katillere sık rastlanmıyor maalesef! Özel, “şık”, marka bir katile, o “karakter”e sıradan insanî kötülükler ekleyerek, yamayarak ulaşamıyorsun. Asıl maharet, katilden, yani o insandan onu “insan” yapan özelliklerini çıkarmak, eksiltmek. Hannibal Lecter o nedenle göz kamaştıran bir katil. Onu Hannibal yapan “kötü insan” özelliklerinin varlığı değil, insanî özelliklerinin yokluğu.

Katil ayrıntıda gizli, dedektif şeytan

İlk dedektiflerin donanımlı, müstesna, süper beyin olması için burjuva, tüm mesaisini pertavsızıyla “polisiye bulmacalar”ı çözmeye ayırması için de mirasyedi olması gerek. Mister ya da Mösyölerin aristokrat zevkleri, hatta özenilesi takıntıları da var. Kusursuz beyninde “edebiyat, felsefe, siyaset” gibi lüzumsuz şeylere yer yok. Düşünce makinelerinin hayatında kadın da olamaz elbet.

“Bilgelik kurnazlıktan nefret eder”

Suç bazen “kara roman” mertebesine ulaşır, “polisiye”nin gözde stüdyosuna, “sorgu odası”na sığmaz. Ağırlandığı kabul salonu kalabalıktır. Devleti, kurumları, toplumu, polisiyenin ana “cast”ındaki dedektifi, polisi, yargıyı da sorgular. “Suçluyla aynı mahallede doğan polis, çocukluğunda aynı dükkândan şekerleme çalar”, Sir Anthony Hopkins seri katil çıkar. Aynı sokaklarda yayan da dolaşır, makam arabasıyla da…

Aşk, şarap ve delilik

Aşk, şarap ve delilik, tarih boyunca yaratıların, güçlü duyguların etiketi, iliştirilmiş eşlikçisi. Hayal gücünün sacayağı. Platon’un o birlikte kafa bulunan “Şölen”inde de öyle. Şarabın, hayal gücünün düşünce dünyasına etkisi, sırrı kadehin kristal küresinde, “câm-ı cihannüma”sında... Öyle “delilik” de iltifat. Kutsadıkları, yâd ettikleri mitolojideki tanrıların alayı deli zaten. Hiç biri müfredata uygun değil.

Yaşanmadan yaşanan aşklar

Sokrates Aşk konusunda “çekingen”. Aşk’ı hiç yaşamadığını söylüyor zaten. Ama Sokrates’in “Mani oluyor hâlimi takrire hicabım” makamından çekingen aşklarından söz etmek bence mümkün. Hayatındaki ilk kadın, Antik Miletli Aspasia belagat ve Aşk ustası, akıl hocası. Ona sadece etkili konuşmayı değil Aşk’ı da öğretiyor. Ancak Sokrates Aspasia’nın Aşk’ı yaşadığı yer değil öğrettiği yer maalesef. Zira o koskoca Perikles’e sevdalı.

Aşk’ın Antik, kutsal kâsesi

Sözlükteki şöleni Platon’un “Şölen”i yapan, Aşk, felsefe, şiir, müzik ve illa ki şarap… Her kula nasip olmasa da bildik bir kokteyl aslında. Çarpma oranı yüksek. Yanıcı, patlayıcı… Hayallerin, hayaller üzerinde yükselen düşüncelerin çırası. Sokrates’in “Kendini bil”inin yanında, saygıyla andıkları şarap tanrısı Dionysos’un, aşk tanrısı Eros’un “Kendini unut”unun iksiri.

Filozofların harika aşk dedikoduları

Platon’un “Şölen” kitabı “Aşk felsefesi” konusunda bir hazine. Bir kere dedikoducu bir eser. O “Şölen”e katılan düşünürlerin her bir şeyi ortada… Felsefeyi bilmem ama -dost arasında- aşkın dedikodusuzu biraz tatsız tuzsuz, yavan oluyor zaten. Gerçi “Aşk felsefesi” de -sıra örneklere gelince- dedikodunun çağıran alanından uzak durabiliyor mu… O da esaslı mevzu. Kitapta Aşk üzerine ne istersen var. Hem de içkili kafayla…

Savaşta büyüyen çocuklar

“Sonra kadınlar kendilerini avutmaya başladılar. O çocuklar bizim çocuklarımız değildi diyorlardı. Hayır, gördüğümüz bu çocuklar bizimkilere hiç mi hiç benzemiyordu. Ama ne demekti, hiç benzemiyordu sözü? Ölüm hepsi için eşti, çoraplarının uçları delik, kirli burunlarını elleriyle silen, ipek gibi saçları serçe yuvasına dönmüş çocuklar. Ben size anlattığım o gün kendi oğlumu görmüştüm ölüme giden o çocuklar arasında...”

14 Şubat bugün müydü?

Özel günler özenin yanında, hafıza da gerektiriyor. Mesele, 14 Şubat’ın Sevgililer Günü ve senin de bir sevgilinin olduğunu unutmak değil başlangıçta. Belli bir yaştan sonra bio-takviminde günleri, haftaları değil ayları, mevsimleri karıştırmamak önemli. O nedenle eşin yani emekli sevgilin Sevgililer Günü’nü kutlarsa, “Yapma yahu bugün 14 Şubat mıydı?” demen, tıbben de geçerli bir mazeret.