Utanmaz Adam

“Hiçbir şeyden utanmayacaksın. Asla… Mesela pahalılık, açlık yok der, işin içinden çıkarız. Rızkın paylaştırıldığına inanmayan kâfirdir vesselâm” diye gürlüyor Avnussalâh. Dinleyenlerden bir genç kalabalığın coşkulu alkışlarına ayağa fırlayarak katılıyor: “Hey gidi utanmaz mübarek adam, felsefen beni uyandırdı. Bütün çalıp çırptıkların da benden yana sana helâl olsun.”

Çok yoksul bir ailede doğan çocukla başlıyor hikâye. Muhtemelen “Allah’ın inayet ve yardımı” anlamında Avnullah koyacaklar adını. Ama Avnussalâh oluyor nedense… Böylece ismine “iyi duruma gelme, dinin yasakladığı şeylerden kaçınma” vurgusu da ekleniyor. Lâkin nihayetinde isim işte; bazen mânâsı o adı taşıyan insanın bile aklına, işine gelmiyor. Ama sosyal açıdan kullanışlı.

Baba zorba, çok sert, aile içi şiddet gündelik. Merhamet, şefkat bir yana, eğreti bir tebessüm bile arama… Küçücükken dövmeye başlıyor oğlunu. Eşek sudan gelinceye kadar… Annesi ise seviyor, okşuyor, şımartıyor Avnussalâh’ı. Annesini babasının darbelerine siper edip dayaktan da kurtuluyor bazen. Fırsatçılığı öğreniyor.

Bir yanda dayak, bir yanda sevgiyle, mükâfatla-cezayla iyice kafası karışıyor, arsız oluyor çocuk. Haylaz da herkesten… Babasına nefreti çok yoğun, gücü yetse boğacak. Ama insanın kuvveti yetmediği zamanlarda bir fırsat çıkmasını bekleyerek kinini saklaması gerektiğini çocukken anlıyor.

Dayak yiye yiye dayak atmayı da öğretiyor o hayat. Yakın arkadaşı Safder bile tokatlarından, yumruklarından payını alıyor. Öfke nöbetleri, saldırgan bencillik babasından yadigâr. Gücü yetti mi pervasız… Aniden girişiyor.

Bilgi değil ahkâm önemli

Onu yakından tanıyan bir yazarın kelimeleriyle… “Yirmi yaşına gelince iyice tosunlaşıp, boğalaşıyor”. Girip çıkmadığı mektep, karıştırmadığı halt kalmıyor. Hiçbir bilgide derinleşmek taraflısı değil. Ortalıkta kendi zanlarından, hükümlerinden hareketle ahkâm kesse yeter.

Ahlâk ve onun “şüpheli izbeleri” de ona göre değil. Daldan dala uçarak ahlâksızlığını da gittikçe genişletiyor. Onu büyüten nefreti onun gözünde ahlâksızlığına da hak. Annesinin başına da bela… Bir baltaya sap olacağına dair kimsenin umudu yok. Ne doğru dürüst bir iş, ne bir meslek.

O günlerde babaları da ölünce yoksulluğun en dibini yaşayan annesi boş gezenin boş kalfası koca oğluna bakıp, “Bundan sonra kardeşlerinin, o yetimlerin hakkını sana harcayamam, bir işe gir, kazan paranı” diye söylenmeye başlıyor. Evde kuru ekmekle zeytinden başka bir şey yok zaten.

Yetim hakkıyla büyüyor

Avnussalâh oralı değil. Öyle ki annesinin kardeşlerinin hakkı olarak köşe bucak sakladığı zeytinleri bile her seferinde bulup mideye indiriyor. Hatta onun arsızlığından bunalan annesi üşenmemiş saymış: “Bir oturuşta 36 zeytin yemişsin gizlice, çekirdeklerini buldum. Ben küçük kardeşlerine, o yetimlere anca sekizer zeytin verebiliyorum…

Avnussalâh hiç umursamadan/utanmadan, o ağır lafın altında kalmadan cevabı yetiştiriyor: “Ondan boyunları zeytin çöpü gibi…” Arsızlığına, fırsatçılığına, çoktan pişkinliği de eklemiş: Neyin altında kalırsan kal asla lafın altında kalmayacaksın… Laf ve onun ağır silahları yalan, iftira, dedikodu en önemli güçtür. Hele halk her şerre inanmaya meyyal ise…

Mesleksiz şer feylesofu

Asıl eğitimi sokaktan, o ortamda hayat mektebi. Belli bir mesleği de yok, hiç olmuyor… Mesleksiz olunca neye yatkın olduğunu düşünmeye başlıyor. Ama ağzı iyi laf yapıyor. Mahallesi giderek etkileniyor bu özelliğinden.

Bazen kendince felsefi konulara bile giriyor. O cemiyette felsefe iki türlü, kolay zaten: Hayır ve şer felsefesi. Birbirine zıt gibi görünen bu iki şey bazen birbirine o kadar yaklaşıyor ki ayırt edemiyor çoğu insan. Hangisi iyilik, hangisi kötülük? Bundan faydalanmayı koyuyor kafasına: “Hayır ve şer birbirine karışıyor/karıştırılıyorsa, bu iyi bir fırsat…”

“Alçal ki yerin bu değildir”

Şerrin hayırdan, hayrın şerden çıktığına inanıyor insanlar. Ne yapsın garibanlar büküyorlar boyunlarını: “Her şerde bir hayır vardır.” Avnussalâh da hayatında şer felsefesinin prensiplerini kuruyor, “şer feylosofu” olarak itibar kazanıyor: “Bu şer dolu âlemde keyfinin, amacının önüne çıkabilecek hiçbir hakikat yoktur, o yolda her şey mubahtır.”

Ortamlardan kulak misafiri olduğu, kendisiyle aynı kafada gördüğü bir feylosofu da araya karıştırıyor, alıntılıyor ara sıra. Laf çarpma/çarpıtma ustası… Beylik şiirlerle de tanışıyor o muhabbetlerde. Avnussalâh’ın kurnazlığı, hayat mektebindeki “tahsil”ine dayalı muhabbeti şiiri sevmesiyle iyice kuvvetleniyor. Sivriliyor semtinde.

Haylazlık, utanmazlık, ahlâksızlık filan son rütbesi değil. Ünlü bir yazarın deyişiyle, “Avnussalâh ‘tahsil’de şiire kadar yükseldiği zaman Namık Kemal’in meşhur mısraını tepetaklak ediyor: “Alçal ki yerin bu değildir.”

Hiçbir şeyden utanmayacaksın

Cüretkâr… Düşüncelerini paylaşmaya başlıyor:  “Bazı adamlar namusu hürmet kazanmaya sebep olarak kullanıp uzun zaman bir kapital şeklinde işletmek için namuslu oluyorlar. Önce hiçbir şeyden utanmamak lâzımdır. Namussuzluktaki pervasızlara eskiden ‘Alın damarı çatlamış’ denirdi. Bu da hükmü, cezası eskiyerek koflaşan sözlerden biri…”

İşte arsızlığı, ona ileride “Utanmaz Adam” namını kazandıracak namussuzluğu, pervasızlığı ta o zamanlardan keşfediyor. Ama başlangıçta azdıkça korkuyor; gergin, sinirli… Onu tanıyanlara göre, “Başta babasından, onu o hayata mahkûm edenlerden öç almak hırsıyla zangır zangır titriyor, buna gücü yetmeyeceğini düşündükçe sinirleri iyice geriliyor, çıldırıyor, hatta öfkesinden bazen kendi kendisini ısırıyor”. 

Düzenden düzenbazlığı öğrenmek

Çocukluğundan beri İstanbul’un Etyemez semtinde oturuyor Avnussalâh. Söyleniyor hep: “Etyemez… Etyemez… Bizim semte vaktiyle acaba bu bedduayı kim etti? Bu mahallelerin kısmetsiz halkı bunun bir felsefe olduğunu bilmeden sade ot yiyenler sırasına geçtiler.”

Paranın gücünü hep bilse de yok onda hiç. Tüm amacı bir yolunu bulup o gücü elde etmek. İnsanları daima sömürmek amacıyla tetkike çalışıyor. Bakıyor düzene… Düzenbaz olmayı öğreniyor iyice. Durma bahçelerine daldığı komşularının hep söylendiği gibi o da babası gibi “Besmeleyi tersinden çekiyor”.

Yavaş yavaş yolunu bulmaya başlıyor. Bazen bir zenginin kartvizitiyle, bazen başka bir katakulliyle birçok şeye para ödemeden yaşamaya başlıyor, eve de yavaş yavaş farklı yiyecekler getiriyor arada. Ama “Üzümü ye bağını sorma…”

Sır dolu bir kumpanya

Her şeyi inanışına, kendi kafasına uygun feylosofisine uydurup mubah görünce çalmak, düzenbazlık da mubah artık. İlişkileri kuvvetlendikçe cebi para görüyor giderek. Kendisine yakın, uygun bir çevre de kuruyor: “Bilinmez bir kumpanya…” Ayak takımı.

Avnussalâh’ın “Bir şey bilmeyeceksin, ne verirsek eyvallah diyeceksin. Çalıp çalıp bize getireceksin, payını alacaksın” talimatına uyan “amele”ler. Tek şart var o kumpanyada kalabilmeleri için: “Yakalanırsan Avnussalâh’ı ele vermek yok…”

İnanmayan kâfirdir vesselâm

Zengin, güçlü insanlar da tanıyor giderek. Mesela tanıdıkları arasında sabık gazeteci Kene Şahap da var. Büyük, itibarlı gazetelerin kapısından kovuluyor ama sonunda o da yerini buluyor. Bir elinde kalem, bir elinde not defteri bal alacağı çiçeğe bir kere yapıştı mı özünü alana kadar bırakmıyor. Epey para çarpmış bir cingöz. Bazı külhanbeyleri de yamacında. Onu da kullanıyor dalaverelerinde.

Avnussalâh zenginlerin yaşamanın yolunu halkı aldatmakta aradığını fark ediyor: “Açlar, pahalılık vardır diyorlar. Toklar yoktur iddiasına gidiyorlar. Biz de artık meseleleri olumlu sayanlara katılarak pahalılık ve açlık yok der, işin içinden çıkarız. Sosyolojide imanın, itikadın büyük rolleri vardır. Rızkın paylaştırıldığına inanmayan kâfirdir vesselâm… Açların avunmaları budur.”

Tehdit, şantaj, iftira…

Derin derin, kurnaz kurnaz düşünüyor, aklı fikri bu oluyor Avnussalâh’ın: “Bütün halkın yaşama sırrı bu olduğuna göre tek tek ahmak aramaya ne gerek? Bilerek ya da bilmeyerek aldatabiliyoruz onları… Hem gücün olunca tehdit, şantaj ne kolay şey. Hele sade ruhlar üzerindeki tesiri ne kadar büyük.

En temiz insanların bile ufak tefek kabahatleri olmaması mümkün değil. Melek saflığında bir insan düşünülse bile ona yaraştırıp atılacak iftiraların icadı güç bir şey midir? İftira atılması kolay olduğu kadar  ondan tamamıyla temizlenmesi çok güç, sıvışık bir çamurdur.”

Böylece kendisine “Dur” diyenlere karşı sadece tehdit, şantaj değil yalan dolan, iftirayla da donatıyor gücünü… Beyni zehir kazanı.

Çaldım, hiç dava edilmedim

Zenginleştikçe, güçlendikçe düşünüyor keyifle, iyice azıyor:  “Çaldım, dolandırdım, sağdan soldan sızdırdım… Karşıma hiçbir dava çıkmadı.  Çünkü yere vurduklarımın bir kısmı benden mücrim, mahkeme kaçkınlarıydı. Onlar da yakalarını adalete teslim etmeden, beni ele veremezlerdi.” İyice pervasızlaşıyor, kibir iyice bir oturuyor, kuruluyor üzerine, bakışlarına, her hareketine.

Daha sonra onu tanıyanlar “böyle yaklaşımları bütün atılışlarında bir diploma gibi kullanan” Avnussalâh’tan “Hep böyle, şerre dair fetvalar uyduruyordu” diye söz ediyorlar: “Gizli vesikalarla, mektuplarla güçlü isimleri kendine bağlar, konferanslar bile verirdi.

Doymaz ejderlerin serveti

Artık gücü baş edilmez hâle gelince iyice kibirli konferanslara, o konferanslarda bazen pervasız itiraflara bile yer veriyor. Umrunda değil… Bir lafı bir lafını tutmamış mı, ne gam: “Âleme verdiğin öğütlere uygun yaşamayacaksın.” Ve her sıkıştığında başkalarını suçlayıp oradan kendine hak çıkaracaksın. “Ağızlarından millet, müsavat, hürriyet sözlerini kaçıran suçsuzları sürüp yok eden istibdat kabadayıları”ndan söz edip onun arkasına saklanacak, gerektiğinde âlâsını sen yapacaksın.

Kelimesi kelimesine kayda geçiyor söylevi: “Bugün hâlâ eski hırsızlıklarının verdiği rahatlık içinde yaşayanlar yok mu? Herkesin ruhunu, hürriyetini sıkan istibdat cenderesinin somunlarını her gün biraz daha kıvırarak zulmünü, hâkimiyetini sürdürmeye uğraşan heriflere mükâfat olarak bol bol maaşlar, ihsanlar, çiftlikler, maden imtiyazları, rütbeler, nişanlar verildi.

Yokluk halk içindir. Bu doymaz ejderler bütün gelir kaynaklarını çevirmişler. Bu zalim, bu cahil, bu çapulcu idareden şikâyet edenler âsi sayılır, hemen sürülür, mazlumlara gık dedirtmezler.”

Önce ilme, fikre istibdat

Bir yazarın satırlarıyla ortam felâket: “Gazetelerin ağzına, ısıran köpekler gibi ağızlık takılmış, kalemlere pranga vurulmuştu. Şair, edip yetişmiyor, fikirler, kaynadıkları kafaların içine kilitleniyordu. Yazı yazanlar, zulmü alkışlamak için yazdıkları sütunların yarısını padişahı övmeye, şükrana, duaya ayırmak zorunda idiler.

İçinde yaşanılacak cehennemi cennet bahçesi göstermek için dalkavuk kalemler birbiriyle yarışıyorlardı, ilim, fikir adamı memleket haini demekti. Polisin gözetmesi altında yaşardı. Ufak bir vaka oldu mu en önce bunlar yakalanırdı. Sansür gazetelere yazdırmaz, hafiyeler halkı dertleşmeye bırakmaz, hükümetin her fenalığı gizli hastalıklar gibi örtülü geçerdi.

Yetişecek zeki gençler hamal camal fikirli kaba saba adamların idareleri altında ezdirilirdi. Onlar susturulmamış olsaydılar başına buyruk yöneticilere sadık kalmaktan başka insanlıktan haberleri olmayan idare kodamanları o altın külçeleri üzerinde yuvarlanabilirler miydi?

“Çalıp çırptığın helâl olsun”

Hakkı susturarak, adaleti kelepçeleyerek, memleketi ilimce, fikirce, kültürce ilerlemelerinden önleyerek gözyaşı, kan, irin kaynaklarından gelen bu miraslarla saltanatı kulplarından tutanlar çıkarları uğruna milleti bir pula satanlardı.”

Ortam istediği kıvamına gelince nutkunu pervasızca noktalıyor: “Hakikat… Hakikat… Bu ne kadar gözlere görünmez, duygulara çarpmaz bir şey. Bu işe yaramazı bırakalım zıtlarını alalım. Yanlış, yalan, dolan… Hayırdan kaçalım, şerre sarılalım. Keyfimizin önüne çıkabilecek hiç bir hakikat yoktur, her şey mubahtır. Ben topladığım parayla yaşamak isteyen bir kapitalistim. Elimdekileri kimseyle paylaşmak istemem. Başka açlar için rahatsız olacak kadar budala değilim.”

Avnussalâh’ı ilgiyle dinleyenlerden bir genç kalabalığın coşkulu alkışlarına ayağa fırlayarak katılıyor: “Hey gidi utanmaz mübarek adam, felsefen beni uyandırdı. Bütün çalıp çırptıkların da benden yana sana helâl olsun…” İşte böyle tüm hikâye…

Yüzyıllık romanın hikâyesi

Hepsi hikâye… Gerek tırnak içindeki bölümleri, gerek tırnak dışındaki cümleleriyle aktardığım hikâyeyi satırı satırına Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Utanmaz Adam” romanından aldım. O günün diliyle, benzetmelerini, tasvirlerini bile değiştirmeden. Utanmazlığa utanmazlık eklemeye hiç gerek görmeden…

Gürpınar 93 yıl önce Heybeliada’da yazmaya başlamış utanmaz kahramanı Avnussalâh’ın romanını. İlk basımı da neredeyse o kadar. Özünde “hak yolunda görünüp halkı soyanlara” ithaf etmiş… Gürpınar eleştirmenlere göre bir asır önce o kitabıyla bazı insanların sadece toplumdaki yerine değil onların ruhsal sağlığına, psikolojisine, toplum içindeki son derece olumsuz, zararlı rollerine değinmeye, onu kendince irdelemeye ve eleştirmeye çalışıyor.

Şaşırdım en az yarım asır sonra yeniden göz atarken… Küçükken kıymetini anlamamışız belki de. Aslında geçen yıl 23 Ekim’de Serbestiyet’te yayınlanan “İki dakika utan!(¹) yazımı yazarken tekrar bakmayı düşünmüştüm… Olmadı, bugüne kısmetmiş.

“Utanmak bilgeliktir”…

Yüz yıllık roman… İnsan utanma duygusunun önemini ne zaman fark etti acaba? Toplumsal ilişkilerde yüzün kızarması, mahcubiyet, utanmak ne zaman önem kazandı… Milattan Önce”sinden gelen kaynaklar var. Daha önce “Şölen (Symposion)” kitabıyla bir yazı dizisi boyunca değinmeye çalıştığım (Mart 2022) Platon “Diyaloglar”da utanmanın önemine, erdemine, hatta doğrudan “bilgelik”le bağlantısına değiniyor.

Öyle ki insan ırkının yok olmasından korkan Tanrıların Tanrısı Zeus’un Hermes’e insanlara doğruluk ve utanmayı götürmesini emrettiğinden söz ediyor: “Herkes utanmaktan nasibini alsın…” “Benim adıma bir yasayı koy insanlığa” diye devam ediyor Zeus: “Doğruluk ve utanmadan payını almayan her insan, toplum için bir bela sayılacaktır.”

Dünyayı utanç kurtaracak

Ve “Atinalılar!” diye sesleniyor Platon. Yalanlarından ötürü yüzü bile kızarmayanları kast ederek gürlüyor: “Utanmazlığın daniskasıdır bu…” İşte bu yüzden mahcubiyet duyan, utanan insana güveniyorum. Utanmazlıkla başa çıkamasa da, derinden önemsediği, koruduğu kılavuz değerlerin varlığını, hakikiliğini, kıymetini özenerek, gıptayla görüp, insana dair umudunu yitirenler zindanına mahkûm olmayacağını düşünüyor, umuyorsun.

“Utanç… İnsanlığı kurtaracak tek duygu” diyen Yönetmen Andrei Tarkovsky’yi anlıyorsun yeniden. Zihninden aşınmış, eski kalıbından sıyrılan bir slogan daha geçiyor: “Dünyanın tüm insanları utanın!” İki dakika için de olsa…

Dünyayı utancın kurtaracağına olan inanç, insana güvenmenin yıpranan, yıpratılan umudunu da besliyor. Zira tarihte, sosyolojide, edebiyatta olsun saltanatı, gücü, pervasızlığıyla -öyle gözükse de- arsızların sayısı hiç utanma duygusuna sahip insanlardan fazla olmadı.

(¹)#İki Dakika Utan… Bu yazıma da aldığım slogan 2016’da Trabzonspor-Fenerbahçe maçındaki olaylara tepki olarak Kulüpler Birliği Vakfı’nın Türkiye Futbol Federasyonu, Merkez Hakem Kurulu ve yayıncı kuruluşla ortak başlattığı “#2 Dakika Düşün” kampanyasına karşı Trabzon taraftarının protestosu: #İki Dakika Utan… Karşı kampanya. Kendi payıma o kampanya özelinde haklısını haksızını bilmesem de her insana, her ülkeye lazım.

YAZI RESMİ: Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın“Utanmaz Adam” romanının farklı baskılarının kapaklarından düzenlenmiştir.

- Advertisment -