Halil Berktay

Solun Kültür Serüveni – 5 | Halil Berktay anlatıyor: Aydınlanma ve Kutsalsızlaşma

Marksizm başlangıçta statükoya karşı hep eleştirel, itirazcı ve tartışmacıydı. Tabii daha sonra Marksizm, özellikle 20. yüzyıldaki komünizm ve hele devletleşmiş komünizm varyantıyla kendi taassubunu oluşturdu. Bizde 1970’ler ve 80’lerin solcu gençlerinin (ve hattâ büyüklerinin) tartışma terbiyesi çok su götürür. Belki bu toplum klasik Aydınlanma ve klasik Liberalizm tezgâhından geçmediği için. Yani, gözlerini dünyaya açtıkları anda sırf Marksizmle karşılştıkları için.

Solun Kültür Serüveni – 4 | Halil Berktay anlatıyor: Hangi Sol?

Atilla İlhan’ın böyle bir dizi kitabı vardı bir zamanlar: Hangi Sol, Hangi Sağ, Hangi Batı, Hangi Atatürk gibi. Oldukça normatif karakterdeydi; her bir kategorisinin, tabii özellikle Atatürk’ün ve Atatürkçülüğün “doğru”sunu arıyor, daha doğrusu budur diye va’zetmeye kalkıyordu. Benim bugünkü sorum çok daha basit; bazı izleyicilerimden gelen ilk soru ve itirazlarla sınırlı...

Bir zamanlar

“Cumhurbaşkanı Erdoğan, Adalet Bakanlığı’na mı yeşil ışık yaktı, Yüksek Seçim Kurulu’na mı? Van belediye başkanlığı mazbatasının Zeydan’a verilmemesine mi kızdı, buna kızanlara mı? Mehmet Uçum’un ‘not edici’ parmak sallamasının mı önünü açtı, onu protesto edenlerin mi? Seçim yenilgisinin faturasını, Özlem Zengin, Rümeysa Kadak ve Müşerref Pervin Tuba Durgut gibi kadın milletvekillerine (ya da genel olarak kadın haklarının biraz olsun savunulmasına) çıkartan ‘Emre’ ve benzeri erkek trollerden mi, yoksa bu aşırı muhafazakâr saldırganlık karşısında Özlem Zengin’i savunan (yönetiminde kendi kızının da olduğu) KADEM’den mi yana?”

Tarihe çok kısa bir not

Otobiyografik özet: Ben lisansıma kadar çok hızlı gittim de, sonrası biraz karışık ve sarsıntılı oldu. Siyasî militanlıktan bilime ve akademiye; iktisattan tarihe geçiş zigzagları, “bir adım ileri iki adım geri”leri yüzünden. ABD’de, Yale’de ekonomi doktorası yaparken, 1969’de bırakıp Türkiye’ye döndüm; Ankara SBF’ye asistan girdim. Bir yandan da aşırı solculuğa devam ettim. 12 Mart [1971] geldi; hapse girdim. Çıktım; 1977’de eski kürsümü sınav yoluyla tekrar kazandım. Bu sefer 12 Eylül [1980] geldi. 1983’te zamanın Sıkıyönetim Yasası’nın 1402. maddesiyle üniversiteden tasfiyeler başladı. Beklemedim, istifa ettim.

Solun Kültür Serüveni – 3 | Halil Berktay anlatıyor: Büyük Dâvâların Gölgesinde

Halil Berktay: "Öncelikle Aydınlanmanın, Fransız Devriminin, Bolşevik Devriminin ve Sovyetler Birliği’nin dalgaları vurdu Türkiye’ye. Onları Kemalist Devrim, Faşizmin ve Nazizmin yükselişi, İspanya İç Savaşı, Yunanistan İç Savaşı, Soğuk Savaş, millî kurtuluş mücadeleleri (Kongo, Cezayir, Angola, Mozambik) izledi. En çok da Vietnam ve Küba damgalarını vurdu 1960’lar ve 70’lere. Bunlar büyük dâvâlarıydı solun, 19. ve 20. yüzyıllar boyunca üstüste binen. Sovyetlerin çöküşü bir bakıma hepsinin tarihe karışmasını simgeledi. Nostaljiyle yaşanmaz. Ne demiş Mevlânâ: Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım."

SOLUN KÜLTÜR SERÜVENİ – 2 | Halil Berktay anlatıyor: Kültüre Nasıl Bakmalı?

Halil Berktay, Serbestiyet'te başladığı 'Solun Kültür Serüveni' dizisinin ikinci bölümünde 'kültür' meselesini yorumluyor: "Kültüre salt bir iktidar alanı olarak bakmak, doğru mu acaba? Cumhurbaşkanı Erdoğan böyle görüyor olabilir, kültürel iktidar olamadıklarından yakındığına göre. AK Parti, yönetimi, bu alanı ele geçirmeye yönelik çeşitli politikalar izliyor da olabilir (Osmanlı nostaljisi ve dinî-millî değerler satürasyonuyla). Ama sırf bunlar kültürel alandaki değişimi açıklayabilir mi? Sırf bunları reddetmek, yeni bir kültürün inşasına katkıda bulunabilir mi? Negatif değil pozitif bir yaratıcılık, herhalde başka ve daha tarihsel-realist bir vizyonu gerektiriyor."

SOLUN KÜLTÜR SERÜVENİ – 1 | Halil Berktay: “Değişimi Kabullenme Sorunu – İster 1908’den ister 1923’den başlatın, bir siyasal ve kültürel paradigma sona erdi,...

“İsterseniz 1908 Jön Türk Devrimi’nden itibaren diyelim, isterseniz 1923 Cumhuriyet’in ilanından itibaren diyelim Türkiye’nin içinden yaşadığı belli bir siyasal paradigma ve bunu da çevreleyen bir kültürel paradigma söz konusuydu, o sona erdi, tükendi. Türkiye çeşitli yeni geçişler içinde. Türkiye için çare siyasi bakımından makul demokratik merkezde buluşabilmek, kültürel bakımından da kültürel melezleşmeye ulaşabilmek. Bunun için de hem sol hem de sağ mahallelerin muhasebesini yapması ve zaman içinde kaynaşması lazım. Sol örgütlerin muhasebesi faslı artık kapandı. Ama sol kültür tek tek insanların içinde ve vicdanında yaşıyor. Bu sol kültür hem Marksist alanı hem de Kemalist alanı kapsıyor. Bu kültürün zaman içinde nasıl geliştiğini ve değiştiğini ve zaman içinde nasıl yok olduğunu evet yok olduğunu incelemeye çalışacağım.” Halil Berktay’ın Serbestiyet kanalında başlattığı yeni serisi Solun Kültür Serüveni’nin ilk bölümü şimdi yayında.

Büyük yalnızlık

29 Ekim geçti; 10 Kasım yaklaşırken, üniversitedeki Müzik Kulübü’nün yöneticileri uğradı ofisime. “Hocam, biz Atatürk’ü anmak istiyoruz 75. ölüm yıldönümünde; niyetimiz, sevdiği bazı şarkıları kendimiz çalmak; siz müzikle çok ilgilisiniz, bir konuşma yapar mısınız bu konuda?” Yok, dedim, parçaları yorumlayamam, ama buradan hareketle, belki, kamusal kimliğinin gölgelediği bireysel kimliğine bir pencere açmayı deneyebilirim. Öyle de oldu. Yaslı, alçak gönüllü bir saat geçti. Oturumun genel başlığını “O’nun da bir iç dünyası vardı” koymuşlardı. Ben kendim “Büyük yalnızlığı”ndan söz ettim. Ana fikirlerini, temel yapısını korumakla birlikte, düzelterek ve çok genişleterek sunuyorum.

Devrimler ve asimetrileri

Cumhuriyetin 100. yılı münasebetiyle, çalıştığım üniversitede de 24 Ekim’de bir panel yapıldı. Teklifçisi, organizatörü, moderatörü ve ilk konuşmacısı konumundaydım. Gecikmeli de olsa, söylediklerimin yer yer oldukça genişletilmiş (söylemek isteyip zaman yetmeyeceği için atladıklarımı da içeren) bir versiyonunu ilişikte sunuyorum: “Türkiye farklı ve zıt mahallelerini aşamadı. Gerçek anlamıyla tek bir toplum olamadı. Cumhuriyetin bütün modernleşme hamleleri ve başarılarıyla birlikte, bu olumsuz mirasını da el’an yaşıyor ve taşıyoruz. Ve sanırım, bu Cumhuriyetin 100. Yılını tam nasıl kutlayacağımızı bilemeyişimize de yansıyor.”

Putin ve Prigozhin (3) Batı düşmanlığının iki varyantı

Genel ve özel. Her gün kullanırız, üzerinde fazla düşünmeden. Ama bunlar bilimde önemli kavramlar. Felsefî açıdan da önemli, metodolojik açıdan da. Biri olmadan diğeri olamıyor. Arada diyalektik bir ilişki söz konusu. Genel, daima çeşitli özellerden oluşturulan, onların üzerinde yükselen bir genel. Özel ise daima bir genelin içinde mevcut. Bunu anladığınızda, birçok problem çözülebilir hale geliyor.

Putin ve Prigozhin (2) Devlet ile katil, sonra isyancı, içiçe

Wagner özel örgütünün kısa süreli isyan denemesinin de, benim bu konuya girişimin de üzerinden hayli zaman geçti (bkz “‘Derin Yumurtlayıcı’ Putin’in ucube çocuğu Prigozhin,” 24 Haziran 2023). Fakat olayın üzerindeki esrar perdesi kalkmadı. Tersine, durum büsbütün garipleşti. Putin rejiminin niteliği, devlet gücünün kapsamı, rakip odaklar ve olası çatlaklar, iktidarın kolunun nereye uzanıp uzanamadığı… hep tartışılır hale geldi.

Nazilerin kitap yakmasından ne farkı var?

“Tarihten ders çıkarmak” der dururuz. Galiba kimse çıkarmıyor. Bir, öyle objektif, herkes için ortak dersler diye bir şey yok. İki, hafıza-yı beşer nisyan ile malûl. Sürekli unutuyor. Hem de özellikle özgürlükle (ve sınırlarıyla) ilgili olanları, çoğulculukla ilgili olanları, birlikte yaşamakla ilgili olanları, “öteki”lerle ve empatiyle ilgili olanları unutuyor. Kendini başkalarının yerine koymayı unutuyor. Medeniyet dediğimiz şey, vahşet ve şiddet potansiyelimizin üzerine vurulmuş sığ bir cilâ. Okul, aile, medya, kamusal alan: toplumsal bellek sürekli canlı tutulmazsa, demokratik değerler hayatımızın her zerresine nüfuz etmezse, kâh o tarafın kâh bu tarafın Momika benzeri veya muadili (simetriği) fanatiklerince delik deşik edilebiliyor.

Salwan Momika

Küfretmek ihtiyacındayım. İÖ 4. yüzyılda, Herostratos’un sırf meşhur olmak uğruna, İlkçağda “Dünyanın Yedi Harika”sından biri sayılan Efes’teki ikinci Artemis tapınağını (560-356) kundaklamasını hatırlatan, aşağılık pis cıvık habis şuursuz şımarık sırıtkan yaratık.

“Derin Yumurtlayıcı” Putin’in ucube çocuğu Prigozhin

Geçmiş efsaneler âlemini andıran zamanlarda yaşıyoruz. Pamuk Prenses’te zalim bir kraliçe vardır. Her sabah aynasının karşısına geçip sorar: Ayna ayna, söyle bana / Benden güzeli var mı bu dünyada? Uzun süre tabii yok cevabı alır. Derken bir gün ayna var, der: Pamuk Prenses (Snow White’tan doğru çevirisi Karbeyaz). Sonrasında kraliçe, kâh öldürülmesi için baş avcısına teslim ederek, kâh bizzat zehirli elma yedirerek, Pamuk Prenses’i nasıl yok edebileceğine odaklanır.

Erzurum’un ardından: Bugün Süleyman Soylu; 1946-50’de Recep Peker

Cumhurbaşkanı Erdoğan, iyi ki 14 Mayıs’ı seçmiş genel seçimler için. Beklenmedik, kastedilmemiş, planlanmamış sonuçlar yasası. Herhalde hiç ummadığı paralellikler giderek çoğalıyor. 1950’de ve 2023’te Türkiye’nin nasıl bir demokratik geçiş yaşadığı, giderek netlik kazanıyor.

Bir kadın: Canan Aydın Bıçak; bir erkek: Roni Margulies

İşe bakın ki bu seçim kampanyasında bazı şeyler tersine dönmüş, başaşağı duruyor. Muhalefetin cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu, ekonomik sorunları öne çıkarıyor. Soğan fiyatları üzerinden hayat pahalılığının, geçim sıkıntısının altını çiziyor. Buna karşı iktidar medyası ve yazarları, sen soğanı bırak, İHA’lara, SİHA’lar bak diyor. Sağın önemli-önemsiz ayırımı bu şekilde.

Herkes (ve bilhassa erkekler) için ibret öyküleri: “Kadınlar AK Parti Dönemini Anlatıyor”

Dar anlamda siyasetten, saf değiştirme ve oy kazanma-kaybetme olasılıklarından söz etmiyorum. Derinlerde başka bir süreç işliyor. Sanki tektonik plakalar yer değiştiriyor. Müslüman kadınlar bir dönüşümün başını çekiyor. Aşırı-muhafazakâr erkeklerin korktuğu kadar var. Biraz kaba ve sert söyleyeceğim; değme kibirli erkek, değme kibirli solcu, kibirli Kemalist, kibirli sosyalist erkek, böyle düşünemez ve yazamaz. Sekterlikten böylesine uzak bir bütünlük ve kucaklayıcılık ortaya koyamaz. Bu mülâkatlardaki içtenlik, eleştirellik, kültürel ve entellektüel birikim, derli topluluk, içsel tutarlılık, Türkiye toplumunda önemli bir toprak kaymasına işaret ediyor.

Büyük Aptallık Ayları

Şu soruları sormuştum, dünkü yazımın sonunda: AK Parti liderliği, örgütü, kadroları, medyası… nasıl oldu da 2015’te, 2018’de, 2019’da ve şimdi de 2023’te, “işte bu seçim çok önemli, bu seçim hayat memat meselesi, bunu mutlaka kazanmak zorundayız” demek noktasına geldi? Zamanın akışı nasıl normaliteden çıktı, kalıcı ve kesintisiz bir anormaliteye dönüştü?

“C’est la lutte finale”

“Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık...” Enternasyonal marşının ünlü nakaratının ilk dizesi. O günün, 1870’lerin ve 80’lerin bilinciyle, sosyalist devrim son bir kavga. Bu da kazanılacak ve insanlık düze çıkacak. Hayır, bu, ancak bütün dünyada üretici güçlerin eşit ve çok ileri bir gelişmişlik düzeyine gelmesiyle ulaşılacak, “sosyalizmin ikinci aşaması” anlamında bir komünist toplum değil. Eugene Pottier (1871’de) bu sözcükleri kaleme aldığında, Marx “Gotha Programının Eleştirisi” (1875) çerçevesinde henüz sosyalizmi böyle aşamalandırmamış; bu ekstra sofistike teoriyi ortaya atmamış (ki bana göre, sınıfsız toplum için, ölme eşeğim ölme misali, ne kadar çok beklemek gerekeceğinin itirafı demek). Dolayısıyla şair hayli dar ve kısa vâdeli bir olayı kastediyor. Gerçekten tek bir büyük hamleyle bütün sorunların çözüleceğini hayal ediyor.

Perinçek fenomeni (3) Harry Potter masalları

Buldum, değerli okuyucular. Ben buldum. Meral Akşener’in 3 Mart’ta Altılı Masa’dan ayrılmasının ardından, Ankara’daki bütün “operasyon şefleri”nin Altılı Masa’yı Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda restore etmek için alelacele hangi “gizli karargâh”ta toplandığını buldum.

Perinçek fenomeni (2) Büyük 2002 balonu

Üniversite mezunu. Hattâ doktorası var. Ankara Hukuk’ta asistanlık da yaptı bir süre. Öğrenci önüne çıktı. Ders verdi. Bir dönem Marksizmle haşır neşirdi, ki (başka her şey eşit olmak kaydıyla) bu da hayli önemlidir, zihinsel kapasite açısından. Özetle, akıl mantık nedir, az buçuk bilmesi gerekir. Fakat heyhat! Geçen gün de söylediğim gibi, bir noktadan sonra tuhaf bir şeyler oluyor bu kişiye. Bütün düşünsel insicamını yitiriyor. Öyle ki, aldığı son siyasî virajın, ya da ortaya attığı son siyasî iddianın garabeti dahi (kendi başına ne kadar korkunç olursa olsun) ikinci plana düşüyor. Açıklama tarzının veya sarıldığı mazeretin garabeti, onun fersah fersah önüne geçiyor.

Perinçek fenomeni (1) Kendine peygamber

Son marifetleri. (1) Kendini resmen de iktidar ortaklığına lâyık gördü. Geçmişte yüzde 0.18, yüzde 0.37, en fazla yüzde 0.44 oy almış olmasına karşın, kendinde muazzam bir güç vehmederek, “kaosu önleyecek” yeni bir hükümet mimarisi, bir AK Parti + MHP + Vatan Partisi koalisyonu önerdi. Hiç aldıran olmadı. En ufak bir yankı getirmedi. (2) Altılı Masa dağıldı sandı, kutlamaya girişti. Derken dağılmadığı anlaşıldı. Ankara’daki mevhum bir “gizli karargâh”ta yabancı “operasyon şefleri”nin hemen toplanıp sorunu çözdüğünü iddia etti. (3) Cumhur İttifakı’na katılmak için bizzat Erdoğan’a başvurdu. Reddedildi. (4) Cumhurbaşkanı adaylığı için 100,000 imza toplamaya kalktı. Dörtte birine ancak ulaşabildi. Fakat inancı sarsılmadı. Bir kere daha her şeyi, illâ Vatan Partisi’nin (kendisinin) yolunu kesmek isteyen Amerikan emperyalizmine izafe etti.

İngiltere ve Türkiye: IRA ve PKK; MİT ve MI5; Londonderry ve Oslo

Sadece Robert diye bildiğimiz bu eski MI5 yetkilisinin, olanca sorumluluğunu tek başına üstlenerek, bir bakıma teşkilâtına ve hükümetine ihanet edercesine barışı zorlamasının (ve sonuç almasının), MİT ile PKK arasında 2009’da cereyan ettiğini çok sonra öğrendiğimiz Oslo görüşmelerindeki karşılığı ne olabilirdi? Hayır, hiç olamazdı kuşkusuz. Ama bunu düşünmek, ülkeler arası karşılaştırmalar bakımından da, kültürler arası karşılaştırmalar bakımından da, politikaya ve politikacılara ilişkin karşılaştımalar bakımından da, bir tarihçi olarak çok ilginç geldi bana.

Bahçeli fenomeni: Kendine canavar

İki nokta hemen göze çarpıyor: (1) İnanılmaz bir dil. Canhıraş. Çığrından çıkmış. Sürekli suçluyor. Nefret, öfke ve düşmanlık saçıyor. Habire sıfatlarla konuşuyor. Kelime sayıp yüzdeye vursanız, hakaret ve aşağılama sözcükleri çok büyük bir yer tutuyor. (2) Ama aynı zamanda, sürekli ortak acılardan dem vuruyor; hele deprem sonrası ortamda, barış ve kutuplaşmayı kışkırtmama nutukları atıyor. En komiği: arada bir demokrasiden de dem vuruyor. Aynı konuşmalarda, hem tribünlerden “hükümet istifa” sesleri duyuldu diye maçların seyircisiz oynanmasını istiyor. Hem de kendisine ve partisine demokratlığı yakıştırıyor. Türkiye’nin aradığı “demokratik” enerjiyi başkanlık sisteminde ve şimdiki hükümette bulduğunu savunuyor.

Aklıma takılanlar

Uğultulu bir ayı geride bıraktık. Önce deprem geldi. İdrakimizi aşan acılara yol açtı. Geride, henüz kaldırılmamış, kaldırılması ve telâfisinin maliyeti ölçülemeyen, dolayısıyla kimin, ne zaman kaldıracağı yaklaşan seçimde başlı başına bir faktör haline gelen (ama bu boyutu belki henüz farkedilmeyen) muazzam bir enkaz bıraktı. Üzerine Akşener krizi bindi. Patladı ve aşıldı. Çözümü, Türkiye’de pek alışık olmadığımız bir anlayış ve üslûpla gerçekleşti. 14 Mayıs’ın kaderi galiba hakikaten 7 Mart’ta belirlendi. Bunun da siyaset sahnesinde nasıl bir dönüm noktası demek olduğunu, herhalde ancak zamanla anlayacağız.

“Devlet” fetişizmi bu kez net fos çıktı

Müşterilerimize önemli uyarı: Ortalıkta çok fazla müstamel, elden düşme politikacı paçavrası var. Sanıldığı gibi devletin gizli temsilcisi, hayalî bir üst akıldan telkin veya talimat alıyor da değiller. Kendileri devletçi-milliyetçi ideolojiyi içselleştirmiş. Bunlar böyle bir tür sağcı. Kendi sağcı akılları veya akılsızlıklarıyla hareket ediyorlar. Birtakım esrarengiz pozlara bürünebiliyorlar. Fakat bazen, kendilerini dev aynasında gördüklerinden, yanlış hesap yapıyor ve düşüp cascavlak ortada kalıyorlar. Şimdilerde bunlara bir yenisi eklendi. Dikkat edin. Aldanmayın. Güvenmeyin. Yanaşmayın. Reklâmına ve üzerindeki fiyata kanmayın. Yalancıdır. Tapon maldır. En önemlisi, sakın teorileştirmeye kalkmayın. -- Toptancı Halinden, ilânen duyurulur.

Bazen kurnazlık, aptallık demektir

Ve tarih çoğu zaman dirayet ve basiret üzerinden değil, akılcı bireylerin mantıklı hesaplarının doğru çıkmasıyla değil, yanlışlar üzerinden, en iyi hazırlandığı sanılan planların çürük çıkmasıyla ilerliyor. Marksizm (ve diğer bazı tarih felsefeleri), geçmişten geleceğe teşmil edilebilecek evrensel bazı toplumsal gelişme yasaları düşledi. Bu da yanlış. Yanlış çıktı. Belki bir tek yasa var, bugün kabul edebileceğim: “Öngörülmemiş, düşünülmemiş, kastedilmemiş sonuçlar yasası.” Bir amaç güdüyorsunuz. Bu uğurda bir şey yapıyorsunuz. Hiç tasavvur etmediğiniz yerlere uzanıyor.

Terakki (3) Modern köylü kronikleri: Çerkeşli Hamdi’den Hataylı Taha’ya

Bütün geleneksel tarım toplumları gibi gerek Avrupa Ortaçağı, gerekse Osmanlı devleti kendi özel hukukî kılığını giydirir köylüsüne. Onu özerk küçük üretim faaliyetinin evrenselliği içinde bırakmaz; kendine râm eder. Üzerine oturur, vergi-rant ödeyici tebası olarak yeniden tanımlar. Bağımlılaştırır ve özelleştirir. Kâh malikâne sayımlarına, kâh tahrir defterlerine kaydeder. Yüzyıllar sonra bazıları sosyo-ekonomik tarih yaptığını zanneder, bu defterler üzerinden. Dikkatli olmazlarsa, köylüye yaklaşımlarında devletin hukukî kategorilerinin ötesine geçemezler.

Terakki (2) Kralların ve sultanların kronikleri

Güzin Sarıoğlu’nun Taha Duymaz yazısını (19 Şubat 2023) okuduğumda düşündüm; bu bir tür köylü kroniği aslında. Daha doğrusu, Taha Duymaz’ın hayatı zaten bir köylü kroniği de, Sarıoğlu üslûbuyla, anlatımıyla, yirmi yıldan ibaret bir yaşam öyküsünün satırbaşlarını veriş tarzıyla bunu iyice hissettiriyor insana. Yazının popülerliği, rekor düzeyde okunması da biraz, yakaladığı bu epik-trajik damarla ilgili olmalı. Oysa janrın genelinde bu yok. Özellikle devletten ve hâkim sınıflardan kaynaklanan kroniklerde hiç yok. O kerte, bireysel devamlılığa, iç dünyalara, kişisel özlem ve acılara açılmıyor.

Terakki (1) Nâzım’ın iyimserliği

Asrî Yusuf: / “—Öf be!” dedi, / “ne de olsa epeyce yürümüşüz…” / Çıkardı şapkasını. / “Hey anasını, ne zamanlarmış,” diye düşündü, / “dünyaya biraz geç gelmişiz, şükür!” / Bir kumarbaz sevinci duydu: / dubara atmak da mümkünken / atmamış olmanın sevinci.