Halil Berktay
Büyük Aptallık Ayları
Şu soruları sormuştum, dünkü yazımın sonunda: AK Parti liderliği, örgütü, kadroları, medyası… nasıl oldu da 2015’te, 2018’de, 2019’da ve şimdi de 2023’te, “işte bu seçim çok önemli, bu seçim hayat memat meselesi, bunu mutlaka kazanmak zorundayız” demek noktasına geldi? Zamanın akışı nasıl normaliteden çıktı, kalıcı ve kesintisiz bir anormaliteye dönüştü?
“C’est la lutte finale”
“Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık...” Enternasyonal marşının ünlü nakaratının ilk dizesi. O günün, 1870’lerin ve 80’lerin bilinciyle, sosyalist devrim son bir kavga. Bu da kazanılacak ve insanlık düze çıkacak. Hayır, bu, ancak bütün dünyada üretici güçlerin eşit ve çok ileri bir gelişmişlik düzeyine gelmesiyle ulaşılacak, “sosyalizmin ikinci aşaması” anlamında bir komünist toplum değil. Eugene Pottier (1871’de) bu sözcükleri kaleme aldığında, Marx “Gotha Programının Eleştirisi” (1875) çerçevesinde henüz sosyalizmi böyle aşamalandırmamış; bu ekstra sofistike teoriyi ortaya atmamış (ki bana göre, sınıfsız toplum için, ölme eşeğim ölme misali, ne kadar çok beklemek gerekeceğinin itirafı demek). Dolayısıyla şair hayli dar ve kısa vâdeli bir olayı kastediyor. Gerçekten tek bir büyük hamleyle bütün sorunların çözüleceğini hayal ediyor.
Perinçek fenomeni (3) Harry Potter masalları
Buldum, değerli okuyucular. Ben buldum. Meral Akşener’in 3 Mart’ta Altılı Masa’dan ayrılmasının ardından, Ankara’daki bütün “operasyon şefleri”nin Altılı Masa’yı Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda restore etmek için alelacele hangi “gizli karargâh”ta toplandığını buldum.
Perinçek fenomeni (2) Büyük 2002 balonu
Üniversite mezunu. Hattâ doktorası var. Ankara Hukuk’ta asistanlık da yaptı bir süre. Öğrenci önüne çıktı. Ders verdi. Bir dönem Marksizmle haşır neşirdi, ki (başka her şey eşit olmak kaydıyla) bu da hayli önemlidir, zihinsel kapasite açısından. Özetle, akıl mantık nedir, az buçuk bilmesi gerekir. Fakat heyhat! Geçen gün de söylediğim gibi, bir noktadan sonra tuhaf bir şeyler oluyor bu kişiye. Bütün düşünsel insicamını yitiriyor. Öyle ki, aldığı son siyasî virajın, ya da ortaya attığı son siyasî iddianın garabeti dahi (kendi başına ne kadar korkunç olursa olsun) ikinci plana düşüyor. Açıklama tarzının veya sarıldığı mazeretin garabeti, onun fersah fersah önüne geçiyor.
Perinçek fenomeni (1) Kendine peygamber
Son marifetleri. (1) Kendini resmen de iktidar ortaklığına lâyık gördü. Geçmişte yüzde 0.18, yüzde 0.37, en fazla yüzde 0.44 oy almış olmasına karşın, kendinde muazzam bir güç vehmederek, “kaosu önleyecek” yeni bir hükümet mimarisi, bir AK Parti + MHP + Vatan Partisi koalisyonu önerdi. Hiç aldıran olmadı. En ufak bir yankı getirmedi. (2) Altılı Masa dağıldı sandı, kutlamaya girişti. Derken dağılmadığı anlaşıldı. Ankara’daki mevhum bir “gizli karargâh”ta yabancı “operasyon şefleri”nin hemen toplanıp sorunu çözdüğünü iddia etti. (3) Cumhur İttifakı’na katılmak için bizzat Erdoğan’a başvurdu. Reddedildi. (4) Cumhurbaşkanı adaylığı için 100,000 imza toplamaya kalktı. Dörtte birine ancak ulaşabildi. Fakat inancı sarsılmadı. Bir kere daha her şeyi, illâ Vatan Partisi’nin (kendisinin) yolunu kesmek isteyen Amerikan emperyalizmine izafe etti.
İngiltere ve Türkiye: IRA ve PKK; MİT ve MI5; Londonderry ve Oslo
Sadece Robert diye bildiğimiz bu eski MI5 yetkilisinin, olanca sorumluluğunu tek başına üstlenerek, bir bakıma teşkilâtına ve hükümetine ihanet edercesine barışı zorlamasının (ve sonuç almasının), MİT ile PKK arasında 2009’da cereyan ettiğini çok sonra öğrendiğimiz Oslo görüşmelerindeki karşılığı ne olabilirdi? Hayır, hiç olamazdı kuşkusuz. Ama bunu düşünmek, ülkeler arası karşılaştırmalar bakımından da, kültürler arası karşılaştırmalar bakımından da, politikaya ve politikacılara ilişkin karşılaştımalar bakımından da, bir tarihçi olarak çok ilginç geldi bana.
Bahçeli fenomeni: Kendine canavar
İki nokta hemen göze çarpıyor: (1) İnanılmaz bir dil. Canhıraş. Çığrından çıkmış. Sürekli suçluyor. Nefret, öfke ve düşmanlık saçıyor. Habire sıfatlarla konuşuyor. Kelime sayıp yüzdeye vursanız, hakaret ve aşağılama sözcükleri çok büyük bir yer tutuyor. (2) Ama aynı zamanda, sürekli ortak acılardan dem vuruyor; hele deprem sonrası ortamda, barış ve kutuplaşmayı kışkırtmama nutukları atıyor. En komiği: arada bir demokrasiden de dem vuruyor. Aynı konuşmalarda, hem tribünlerden “hükümet istifa” sesleri duyuldu diye maçların seyircisiz oynanmasını istiyor. Hem de kendisine ve partisine demokratlığı yakıştırıyor. Türkiye’nin aradığı “demokratik” enerjiyi başkanlık sisteminde ve şimdiki hükümette bulduğunu savunuyor.
Aklıma takılanlar
Uğultulu bir ayı geride bıraktık. Önce deprem geldi. İdrakimizi aşan acılara yol açtı. Geride, henüz kaldırılmamış, kaldırılması ve telâfisinin maliyeti ölçülemeyen, dolayısıyla kimin, ne zaman kaldıracağı yaklaşan seçimde başlı başına bir faktör haline gelen (ama bu boyutu belki henüz farkedilmeyen) muazzam bir enkaz bıraktı. Üzerine Akşener krizi bindi. Patladı ve aşıldı. Çözümü, Türkiye’de pek alışık olmadığımız bir anlayış ve üslûpla gerçekleşti. 14 Mayıs’ın kaderi galiba hakikaten 7 Mart’ta belirlendi. Bunun da siyaset sahnesinde nasıl bir dönüm noktası demek olduğunu, herhalde ancak zamanla anlayacağız.
“Devlet” fetişizmi bu kez net fos çıktı
Müşterilerimize önemli uyarı: Ortalıkta çok fazla müstamel, elden düşme politikacı paçavrası var. Sanıldığı gibi devletin gizli temsilcisi, hayalî bir üst akıldan telkin veya talimat alıyor da değiller. Kendileri devletçi-milliyetçi ideolojiyi içselleştirmiş. Bunlar böyle bir tür sağcı. Kendi sağcı akılları veya akılsızlıklarıyla hareket ediyorlar. Birtakım esrarengiz pozlara bürünebiliyorlar. Fakat bazen, kendilerini dev aynasında gördüklerinden, yanlış hesap yapıyor ve düşüp cascavlak ortada kalıyorlar. Şimdilerde bunlara bir yenisi eklendi. Dikkat edin. Aldanmayın. Güvenmeyin. Yanaşmayın. Reklâmına ve üzerindeki fiyata kanmayın. Yalancıdır. Tapon maldır. En önemlisi, sakın teorileştirmeye kalkmayın. -- Toptancı Halinden, ilânen duyurulur.
Bazen kurnazlık, aptallık demektir
Ve tarih çoğu zaman dirayet ve basiret üzerinden değil, akılcı bireylerin mantıklı hesaplarının doğru çıkmasıyla değil, yanlışlar üzerinden, en iyi hazırlandığı sanılan planların çürük çıkmasıyla ilerliyor. Marksizm (ve diğer bazı tarih felsefeleri), geçmişten geleceğe teşmil edilebilecek evrensel bazı toplumsal gelişme yasaları düşledi. Bu da yanlış. Yanlış çıktı. Belki bir tek yasa var, bugün kabul edebileceğim: “Öngörülmemiş, düşünülmemiş, kastedilmemiş sonuçlar yasası.” Bir amaç güdüyorsunuz. Bu uğurda bir şey yapıyorsunuz. Hiç tasavvur etmediğiniz yerlere uzanıyor.
Terakki (3) Modern köylü kronikleri: Çerkeşli Hamdi’den Hataylı Taha’ya
Bütün geleneksel tarım toplumları gibi gerek Avrupa Ortaçağı, gerekse Osmanlı devleti kendi özel hukukî kılığını giydirir köylüsüne. Onu özerk küçük üretim faaliyetinin evrenselliği içinde bırakmaz; kendine râm eder. Üzerine oturur, vergi-rant ödeyici tebası olarak yeniden tanımlar. Bağımlılaştırır ve özelleştirir. Kâh malikâne sayımlarına, kâh tahrir defterlerine kaydeder. Yüzyıllar sonra bazıları sosyo-ekonomik tarih yaptığını zanneder, bu defterler üzerinden. Dikkatli olmazlarsa, köylüye yaklaşımlarında devletin hukukî kategorilerinin ötesine geçemezler.
Terakki (2) Kralların ve sultanların kronikleri
Güzin Sarıoğlu’nun Taha Duymaz yazısını (19 Şubat 2023) okuduğumda düşündüm; bu bir tür köylü kroniği aslında. Daha doğrusu, Taha Duymaz’ın hayatı zaten bir köylü kroniği de, Sarıoğlu üslûbuyla, anlatımıyla, yirmi yıldan ibaret bir yaşam öyküsünün satırbaşlarını veriş tarzıyla bunu iyice hissettiriyor insana. Yazının popülerliği, rekor düzeyde okunması da biraz, yakaladığı bu epik-trajik damarla ilgili olmalı. Oysa janrın genelinde bu yok. Özellikle devletten ve hâkim sınıflardan kaynaklanan kroniklerde hiç yok. O kerte, bireysel devamlılığa, iç dünyalara, kişisel özlem ve acılara açılmıyor.
Terakki (1) Nâzım’ın iyimserliği
Asrî Yusuf: / “—Öf be!” dedi, / “ne de olsa epeyce yürümüşüz…” / Çıkardı şapkasını. / “Hey anasını, ne zamanlarmış,” diye düşündü, / “dünyaya biraz geç gelmişiz, şükür!” / Bir kumarbaz sevinci duydu: / dubara atmak da mümkünken / atmamış olmanın sevinci.
Elin gâvuru
Diyelim gene Pasifik’te bir tayfun ve tsunami. Ya da Batı kıyısında muazzam bir deprem. Türkiye’de nasıl algılanırdı? Takımlar kollarında siyah bantlarla mı sahaya çıkardı? Yoksa, bana ne elin gâvurundan mı denirdi?
Hazreti Lenin
Yaşadığımız şu acı ve ölüm dolu günlerde, gene Türkiye’nin tuhaflıklarından söz etmek çok da yersiz kaçmaz umarım. İkisi birbirine bağlanır bir şekilde. Eski komünistlerden bir anekdot daha var, aktarmak istediğim. Geçen sefer yazdıktan sonra aklıma geldi (bkz “Sosyal bilimlerde ‘Türkiye’ problemi,” 5 Şubat 2023). Bu sefer doğrudan babamı, babamın iki ayrı ifadesini, babamın Nevşehir cezaevinde taraf olduğu bir sohbeti ve benimle devamını kapsıyor.
Sosyal bilimlerde “Türkiye” problemi
Bir zamanlar bir komünist fıkrası vardı. Kim hatırlar bilemem. Eski Tüfekçiler neslinden kalma. Babamdan dinlemiştim (dört gün sonra öleli 47 yıl olacak, 9 Şubat’ta). Nazizm yenilirken, Müttefik liderleri Yalta’da toplanıyor (4-11 Şubat 1945; o da 78 yıl önce dün başladı, haftaya son bulacak). Ünlü Churchill anekdotuna göre paylaşıyorlar Avrupa’yı: batısı Batının, doğusu Sovyetlerin, arada Yunanistan da fifty-fifty. Yalnız Türkiye’ye dokunmayacaklar. Bir kenarda dursun -- tuhaf, benzersiz, görünüşte hiçbir açıklaması olmayan sosyo-politik süreçlerin inceleneceği bir laboratuvar olarak.
Son söz: Yolsuzluk silâhı neden hep reformcuları vuruyor?
Sosyalist devrimler çağı kapandı. Onunla birlikte, Batı-dışı ülkelerde bağımsızlık veya millî kurtuluş mücadelelerinden komünist veya sosyalistimsi rejimlere geçiş çağı da kapandı. İnsanlığın eşitlik ve sosyal adalet özlemi bitmeyebilir. Ama artık bu özlemin, şiddete dayalı bir işçi sınıfı devrimi projesi tasavvuruna bürünmesi, bu şekliyle parti programlarına yazılması, bu projeyi gerçekleştirmeye adanmış, başından beri ruhen ve hattâ fiilen illegal partilerin kurulmasını temellendirmesi çok zor. İroniktir; tarih artık Marksist öngörünün tersine akıyor. Yeni yeni komünist rejimler kurulmayacak. Aksine, mevcutlar (ki bir avuç) ya azalacak, ya donmuş tek parti diktatörlükleri olarak varlığını koruyacak.
Vietnam (3) “Revizyonizm” ve “burjuvazi” gitti; “yolsuzlukla mücadele” geldi
Devrim, aynen bir zamanlar Mao’nun överek belirttiği gibi, son derece otoriter bir olay. “Bir sosyal sınıfın başka bir sosyal sınıfı devirdiği” bir şiddet eylemi. Marksizm bu şekilde teorileştiriyor. Parti, 19. yüzyılda parti olarak başlamışsa da, 20. yüzyılda bu şekilde askerîleşiyor; “savaş örgütü” oluyor. Buna da bir “baş komutan” gerekiyor. Böylece daha ilk andan itibaren, iktidarın aşırı merkezîleşmesi, son derece hiyerarşileşmesi ve bir “kişi kültü”ne dönüşmesinin zemini oluşuyor. Komünist rejimler bir kere kuruldu mu, daha sonra liderin neredeyse sınırsız otoritesini biraz olsun törpülemek çok zor oluyor.
Vietnam (2) Devrim sonrasında, modern saltanat rejimleri
Neden böyle oluyor diye sormuş ve orada bırakmıştım. Burada iki büyük sorun var. Biri, “kollektif önderlik” yaklaşımlarının niçin kalıcı olamadığı ve tekrar tek adamcılığa dönüldüğü. İkincisi, bu dönüşlerin malzemesini niçin “yolsuzluk”ların oluşturduğu, ya da güçlü lider heveslilerinin niçin “yolsuzlukla mücadele” silâhına sarıldığı ve bunun da işe yaradığı, kullanıcısına zafer getirdiği. Kanımca komünizm komünizm oldukça bundan kurtulması mümkün değil. Çünkü ikisinin de cevabı, Leninist ihtilâlci sosyalizm veya komünizm projesinin esasında; sosyalizmin kendisini daha baştan kapitalizmden nasıl ayırdığı ve tanımladığında yatıyor.
Vietnam (1) Hep aynı hikâye (demokrasisiz yarı-kapitalizm)
Yaygın otoriterleşme, veya daha fazla otoriterleşme, veya tek adamlaşma varyantlarından biri daha. Seçimli, çok-partili ülkelerde de oluyor (“illiberal democracy,” liberal olmayan demokrasi, liberalliği kalmamış demokrasi diyoruz). Bazen, bu tür demokrasi unsurlarını vesayet altında da olsa tümüyle yıkan yeni darbelerle çıkageliyor (Myanmar örneği). Hattâ bazen, komünist rejimlerde dahi baş gösterebiliyor. Tek parti de olsa, “kollektif önderlik” adı altında geçicilik, rotasyon, sınırlı görev süreleri gibi denge ve denetleme mekanizmaları kurulmuş olabiliyor yer yer. Derken biri çıkıp hepsini siliyor; tekrar Stalin, Brejnev veya Mao tarzı Ebedî Şef usullerine dönülüyor. Çin’de bunu Şi Cinping yaptı. Şimdi Vietnam aynı yola girmekte.
Ukrayna’nın Stalingrad’ı gelip çattığında, Türkiye ne yapacak?
İnsanlığın tecrübe birikimi her zaman geriye dönüktür. Önümüze yeni yeni olaylar gelir. Anlamaya ve adlandırmaya çalışırken ister istemez geçmişe bakarız. “Şimdi buna ne diyeceğiz? Tanıdık geliyor mu? Daha önce yaşadıklarımızı andırıyor mu, ya da hangisini andırıyor? 20. yüzyıl ortalarında A olmuş, sonra B olmuştu. Son aylarda A’yı hatırlatan bazı şeyler cereyan ediyorsa, B de mi tekrar kapımızı çalıyor acaba?”
“Provokasyon”
Zorbanın biri, sokak ortasında küçük bir çocuğu yakalamış, sille tokat dövüyor. Gelen geçen dayanamıyor bu gaddarlığa. Yapma, etme diyenler oluyor. Kabahati onlara buluyor. Bak şimdi! Dayak özgürlüğümün engellenmesi benim için yeni bir tehlikedir diyor. Daha beter girişiyor. Toplananlardan bazıları aralarına giriyor. Çocuğun önüne geçiyor, kendilerini siper ediyorlar. Bu sefer, affetmemi zorlaştırıyorsunuz diye bağırıyor. Nihayet elini kolunu tutmaya kalkıyorlar. Provokasyon diye yeri göğü inletmeye koyuluyor.
Chris Nevinson’dan Şebnem Fincancı’ya, “Şan ve Şeref Yolları”
Yukarıdaki resim, İngiltere’nin ünlü Birinci Dünya Savaşı ressamı Chris Nevinson’a ait. Orijinal başlığı “Paths of Glory.” Şan ve Şeref Yolları diye çevrilebilir. Bu ifadeyi, 18. yüzyıl İngiliz şairlerinden Thomas Gray’in 1750 tarihli bir şiirindeki, çok ünlü bir dizeden alıyor: Mezardır, şan ve şeref yollarının varacağı yer. “The paths of glory lead but to the grave.”
Delikanlılık
Hayatta, olayların akışı içinde, durup kendi kendimize böyle sorular sormamız gereken anlar, olaylar oluyor. Ağaçların içinde kaybolmamak, ormanın bütününü görmek açısından. Çok çok basit, çok temel bazı sorular. Biz neye bakıyoruz? Bu gördüğümüz… nasıl bir şeydir acaba?
Kutsal Taliban Cumhuriyeti’nde, Damızlık Kızın Öyküsü
Yukarıda solda kapağını gördüğünüz “The Handmaid’s Tale,” Margaret Atwood’un 1985’te yayınlanan distopik romanı. Türkçeye “Damızlık Kızın Öyküsü” diye çevrildi. Belki çok uzak olmayan bir gelecekte, ABD yıkılmış. Yerine, Gilead Cumhuriyeti adında, alabildiğine ataerkil, totaliter bir düzen kurulmuş. “Komutanlar” diye bir hâkim sınıf (veya kast) oluşmuş. Normal, insanî kadın-erkek ilişkileri diye bir şey kalmamış. Kadınlar köleleştirilmiş. Âşık olup da sevişmek, sevginin bir ifadesi ve sonucu olarak sevişmek yasak. Cinsel ilişkinin tek amacı, (asla duygulanmaksızın ve zevk almaksızın) çocuk yapmak. Bu hizmeti de “komutanlar” sınıfına, İngilizce orijinalinde “handmaids” denen, sözlük karşılığı hizmetçi veya nedime (belki cariye) olabilecek, kuşkusuz “damızlık kızlar” çevirisi cuk oturan bir köle-kadınlar zümresi sunuyor.
Fas-Fransa maçı (2) Yeni Avrupa
Yukarıdaki yüzleri herkes tanıyor artık. Solda Hakim Ziyech, hücuma dönük orta sağa ve kanat oyuncusu, 2021’de Chelsea formasıyla. Ortada Eşref Hakimi. PSG’nin (Paris Saint-Germain) ve Fas millî takımının vazgeçilmez savunmacısı. Dünyanın en iyi sağ beklerinden sayılıyor. Bu resim henüz Real Madrid’deyken, 2017-2018 Şampiyonlar Ligi’ni kazandıklarında çekilmiş. En sağda ise PSG’den takım arkadaşı, Fransız millî takımının yıldızı Kylian Mbappé. Chelsea, PSG, Real Madrid… dünyanın en seçkin, en ünlü, en pahalı kulüplerinden. Şimdi soru: Emperyalizm ile anti-emperyalizm arasındaki çizgi nereden geçiyor? Kim “millî ve yerli,” kim değil? Doğu ve Batı, bu tabloda nerede?
Fas-Fransa maçı (1) Emperyalizm ve anti-emperyalizm
Eh, tabii, doğrudan siyasî-askerî çatışmalar alanından spor alanına taşınması, bir bakıma iyidir bütün düşmanlıkların. “Make love, not war.” Yok, pardon, ağzımdan kaçtı. Eksen kayması oldu. Gençliğime, 1960’ların hippie karşı-kültürüne gitti aklım. Şimdiki versiyonu: Savaşmayın; gol atın. Savaşmayın; tezahürat yapın. Hele milliyetçilikler için, yararlı bir palyatif, semptomatik tedavi türü. Yeryüzünde hiç milliyetçilik olmamasını tercih ederim. İzahtan vareste. Ama madem (henüz) çekip gitmiyorlar, bari stadyumlar ve tribünlerden çıkmasınlar. Örneğin gidip dünyanın bütün Ukraynalarına sataşmasınlar.
İmamoğlu dâvâsı: sağda ve solda, ince hesap, plan ve komplo teorileri
Her yerde geyik muhabbeti. Bazı muhalif aydınlar, bir Sharon Stone sendromuna kapılmış gibi. Hatırlayacaksınız; Temel İçgüdü (1992) filminde, Sharon Stone’un oynadığı Catherine Tramell karakteri sadece katil değil, aynı zamanda olağanüstü zeki bir psikologdur. Zaten üniversitede psikoloji okumuştur ve bilhassa erkekler üzerinde şeytanî bir manipülasyon kabiliyeti vardır. Davranışlarını yüzde yüz öngörebilmekte; kâh şu sözü, kâh bu tavrı, kâh bedeninin orası burasını açıp sergilemesiyle, onlara tamı tamına istediğini yaptırabilmekte; bu sayede hakkındaki soruşturmayı da sürekli rayından çıkarabilmekte, yanlış pistlere sevkedebilmektedir.
Yargı ve iktidar
Kafam karıştı. Adalet Bakanına mı inanmalıyım, Cumhurbaşkanına ve diğer hükümet (veya ittifak) sözcülerine mi? Vallahi bilemedim.
Medeniyetimiz
Ah bizim o güzel medeniyetimiz. Parlak medeniyetimiz. Namuslu, ahlâklı medeniyetimiz. Her şeyimize yabancı ve düşman Batı’nın üzerinde tepindiği, bizi aldatarak vazgeçirdiği, gene de emperyalizmin biricik alternatifi olarak direnen, dört elle sarıldığımız medeniyetimiz. Hele ailemiz. Hele kız çocuklarımız. Hele kadınlarımız. Saçının tek teline halel gelmesin, kötü yola düşmesin diye üzerine titrediklerimiz. Hain LGBTİ ile aralarında göğsümüzü siper ettiğimiz. İstanbul Sözleşmesi gibi gâvur icatlarına teslim edecek yerde, tabii biz koruruz, hiçbir şey olmaz dediklerimiz.