Halil Berktay
Millî tarihte Türkler ve devletleri
Başlık resimlerim: modern (ama çok titiz çalışan ve bilimsel verilerden hareket eden) savaş tarihi illüstratörlerinin elinden, bazı bozkır atlı göçebe tipleri. Sağdaki görselde, en sağda (1) bir Şyung-nu savaşçısı. Ortada (2) bir Taştık aşiret mensubu. Solda (3) bir Kuşan soylusu. Soldaki görselde, 7. yüzyılın bir Avar süvarisi. Böyle daha onlarcası var, sırf Orta Asya’yı somutlamak bakımından lisans derslerimde gösterdiğim. Fakat şimdi bunların hangileri Türk, hangileri değil? Ya da ne anlamı var, ayırd etmeye girişmenin?
Avrasyacıların özlemi (1) Demokrasiden, hukuk devletinden kurtulmak
“Türkiye’de Avrasya-Rusya-Çin kanadını destekleyenlerin, maalesef bu desteklerin arkasında biraz da Türkiye’ye yönelik gelecek vizyonlarına dair işaretler alıyorum. Nedir bunlar? Türkiye’nin geleceği bu Avrasya tarzı yönetim anlayışı doğrultusunda şekillensin. Temel özgürlüklerin daha kısıtlı olduğu, daha bize özgü bir demokrasi anlayışı hâkim olsun.” (Sinan Ülgen, 12 Mart 2022)
Cevdet Bey
Günlerdir, 6:30’da kalkar kalkmaz ilk işim bilgisayarıma koşup internet haberlerine bakmak oluyor. Harkiv düştü mü, karşı taaruzda mı? Konvoy Kyiv’e yaklaşıyor mu? Mariupol’da siviller bombardımandan kaçabildi mi? Cevdet Beye benzedim. Radyoları ve bir bacağı kırık leyleğiyle, Hacıbabasıyla, 1941 kışında Alman ordularının ilerleyişi karşısında Moskova’nın direnmesi umuduna sarılan.
Tanklar ve insanlar
NATO ile Rusya arasında bir “tepişme”den mi ibaret? Kim haklı, kim haksız? Kim, nereden geliyor? Arkasında nasıl bir tarih, nasıl bir gelenek var? Bir de böyle anlatsak, anlayan olur mu acaba?
Stratejik deha, NATO tuzağı, milliyetçi faşist Ukrayna cuntası
Türkiye, sağıyla ve soluyla yeryüzünün en yüksek, en ileri kültürüne sahip. Paha biçilmez bir entellektüel elitimiz var. Gazeteciler, köşe yazarları, yeni parlayan bir kısım öğretim üyeleri, güvenlik uzmanları, emekli general ve amiraller. Her gece kimbilir ne fedakârlıklarla, istemeye istemeye, “gene mi“ diye oflaya puflaya ekranlara çıkıyorlar. Buna rağmen bilgi ve görgülerini cömertçe paylaşıyorlar. Nesnel, bilimsel, asla partizan ve militan olmayan bir tavır içindeler. Kesin verilerden hareket ediyorlar. Palavra yok, uydurma yok. Çok dikkatli, çok ölçülü konuşuyorlar. Söyledikleri her lâfın, ihtiyatla kaydettikleri her öngörünün önünü arkasını inceden inceye hesap ediyorlar.
“Ukrayna’nın yaşamında bir gün”
Aleksandr Solzhenitsyn, “İvan Denisoviç’in Yaşamında Bir Gün” romanını, Kruşçev döneminin (1953-1964) kısmî de-Stalinizasyonundan yararlanarak, Kasım 1962’de ünlü Sovyet edebiyat dergisi Novy Mir’de yayınladı. 1950’lerin başlarında Sibirya’daki zorunlu çalışma kamplarından birinde, sudan nedenlerle on yıla mahkûm edilmiş bulunan sıradan bir hükümlünün, sıradanlığı içinde feci bir günü anlatılıyordu. Stalinist baskı ve zulüm daha önce hiç açıkça teşhir edilmemişti. Yer yerinden oynadı.
Alis Harikalar Diyarında
“Alo! Orası Dış Uzay mı? Solaris mi? Büyük Ayı mı? Bu dünyadan olmasın da neresi olursa olsun. Birkaç siparişim olacak. Darda kalmış bir arkadaşıma yardım etmek istiyorum da. Bir, tertemiz, geçmişinde en ufak bir kirlilik olmayan, “burjuva siyaseti”ne zerrece bulaşmamış, her konuda yüzde yüz demokrat bir lider ve parti rica edeceğim, Türkiye için. Bir de gene saf ve pirüpak, Büyük Devlet çıkarlarına hiç yer vermeyen, sırf düyanın lânetlilerinden, proleter halklardan ibaret bir savunma paktı istirham ediyorum, Ukrayna’yı kurtarsın diye. Teslimat için Amazon veya e-bay’den yararlanabilirsiniz. Kirli, lekeli, kullanılmış ürünler derhal iade edilecektir.”
Günümüzün karanlığı (4): Çar Vlad’ın beklenen Anschluss’u
Aslında her şey çok basit, çok açık. “Önce ayrılıkçıları destekledim ve kopardım, Donetsk ve Luhansk illerini Ukrayna’dan. Şimdi bağımsızlıklarını tanıyorum. Ve aynı anda, bunların ‘kadim Rus toprakları’ olduğunu vurguluyorum. Sonra askerlerimi, artık Ukrayna’ya ait saymadığım bu bölgelere sokacağım. Onun da ardından ‘enosis’ gelecek. Yani birleşme. Anavatanla.”
Günümüzün karanlığı (3): Tarih, mağduriyet, nasyonalizm
Ukrayna etrafındaki çember daralıyor. Doğudaki Rusya topraklarında, kuzeydeki Belarus’ta ve güneydeki (Rusya’nın 2014’te işgal ettiği) Kırım’da konuşlanan Rus birlikleri için son tahminler artık 100,000 dolayında değil, 150,000 dolayında da değil, 169 - 190,000 arası. İlginçtir; Kremlin’in bazı birliklerin artık geri çekilmeye başladığı yolundaki açıklamaları da hemen fos çıkıyor. Uydu kameraları ve hemen bütün istihbarat örgütlerinin sair bilgi kaynakları, hiçbir geri çekilme olmadığını doğruluyor.
Günümüzün karanlığı (2): Dünya nereye gidiyor?
Rusya’nın bütün dünyaya dayattığı, Çekoslovakya 1938 benzeri krizde bir haftayı daha geride bıraktık. Nefesimizi tutmuş, bekliyoruz. Ülkeler vatandaşlarını, dışişleri bakanlıkları elçilik mensuplarını çekiyor Ukrayna’dan. Moskova’nın gerekçe yapacağından korkulan (Mukden ya da Walwal misali) “sahte bayrak” provokasyonlarının, Donetsk’te esrarengiz bir patlamayla başladığı söyleniyor. Dün Biden artık kararlarını verdiler, her an saldırabilirler dedi. BBC gibi web sitelerinde, taarruzun ve Kiev’in düşmesinin (yukarıda gördüğünüz) olası güzergâhları yayınlanıyor.
Günümüzün karanlığı (1) Demokrasinin buhranı ve düşünsel yansımaları
Son bir haftada (a) Fransa devlet başkanı Macron, Putin’le görüştü ve Rusya devlet başkanını olayı daha fazla tırmandırmamaya ikna ettiğini söyledi. (b) Buna karşılık Biden ve diğer ABD sözcüleri, ben bu satırları yazarken, Rusya’nın bütün askerî hazırlıklarını tamamladığını, birliklerini ileri mevzilere soktuğunu, Ukrayna’ya karşı bir topyekûn istilâ harekâtına girişmesinin artık sadece bir nihaî karar meselesi olduğunu açıkladı. Şu veya bu “sahte kimlik” provokasyonunu, yoğun hava bombardımanı izleyebilir dendi. Amerikan vatandaşlarının derhal ülkeyi terketmesi istendi. (c) Tabii Putin hiç böyle bir niyeti olmadığını tekrarlayıp duruyor.
Neydi, 1930’ların karanlığı? Nasıl bir şeydi?
Yukarıda soldaki zevatı herkes tanıyor. Ortada İmparator Hirohito (1901-1989). Sağda Mareşal Amiral İsoroku Yamamoto (1884-1943), Pearl Harbor baskınının mimarı, uçağı düşürülüp de ölünceye kadar İmparatorluk Donanması başkomutanı. Seksen yıl sonra bugün, ne âlemi var hepsini tekrar hatırlamanın? Putin’in yarattığı ve sonra kabahati Batı’ya bulduğu Ukrayna krizi, yer yer Hitler’in inatçı ve yalancı saldırganlığını andırmakta. Rusya - Çin yakınlaşması da Avrupa’da kurulan Faşist-Nazi Mihverine, özellikle 1936’daki Anti-Komintern Paktı’yla, Uzak Doğu’da Japonya’nın ortak olmasını çağrıştırıyor.
Bazı yöntem sorunları
Son uluslararası gelişmeler karşısında, yeryüzüne 1930’ların karanlığı mı çöküyor… diye bir soru takıldı kafama. Rusya’nın Ukrayna çevresine yaptığı yığınağa, Batının tepkisine ve Çin-Rus yakınlaşmasına bakarken, bir vakitler Mihver devletlerinin dünyayı nasıl ikinci büyük savaşa sürüklediğini hatırlamadan edemedim. İlkin, sırf olguları ve çarpıcı benzerlikleri yazacaktım. Gene de yazacağım. Ama önce, hafif frene basmak ve metodolojik bir ihtiyat payı bırakmak ihtiyacını duydum.
Acımasız olmasa absürd, korkunç olmasa komik kaçacak
Tabii Türkiye’den değil Çin’den söz ediyorum. Fakat geçenlerde gene Çin’den yola çıkıp Türkiye’nin kültür sahnesine geçerek yazdıklarımın üzerine de cuk oturuyor. Tersten bakarsak, Sezen Aksu’nun şarkılarına asıl ne yapılması gerektiğine beklenmedik bir ışık tutuyor.
Yeni ve benzersiz
Büyük dâvâlar, büyük ideolojiler, büyük anlatılar. Marksizmin serüveni ve İslâmcılığın serüveni. Önce muhalefet. Kendine demokratlık. Sonra iktidar. Kurtuluş ve özgürlük iddiasının zıddına dönüşmesi. Son birkaç yıldır hep bu süreç ve yapıları düşünüyor, evirip çeviriyorum. “Dil koparma”ya ilgim de tamamen bu çerçevede. Günlük, vülger polemiklerde yokum. Komparatif bir tarihçi olarak beni sadece, konuya ilişkin literatüre katkı düzeyi ilgilendiriyor.
Türkiye ve Çin: ezik milliyetçiliklerin, kültürel çoraklaşmaya dönüşmesi
Size bir haber vereyim. Meğer Çinliler (ya da çoğu Çinli), çekik veya “küçük” veya “dar” gözlü değilmiş. Hele Çinli kadınların çekik gözlü fotoğraflarını çekip sosyal medyaya koymak, Batı emperyalizminin estetik hegemonyasına boyun eğmekmiş. Dolayısıyla çekik gözlü ve çekik gözlülüklerini gösteren Çinli kadınlar da ideolojik bakımdan suçluymuş. Çin’in aşağılanmasına hizmet ediyorlarmış. Fakat pek iyi anlayamadım. Yoksa Çin açısından yerli ve millî olan, küçük ve çekik değil büyük ve yuvarlak gözlü (yani beyaz Avrupalı veya Amerikalı gibi) görünmek miymiş?
Pagan değil, çoktanrılı (niçin önemli?)
Ötekileştirici deyimleri, tabii öncelikle kamusal alanda, ama hele bilim dilinde hiç kullanmamak durumundayız. Kasten yapanlar da var, bilinçsizce de. Geçenlerde Alper Görmüş, Ümit Özdağ’ın kerameti kendinden menkul bir saldırganlık örneğinden hareketle, “onlar” ile “bunlar” arasındaki farka dikkat çekti. Yakın zamanda Serbestiyet’te, çok daha yumuşak, ama gene de yanlış bir örneğine rastladım. Çok yaygın; o kadar ki, bir zamanlar İngilizcede insan karşılığı “man,” insanlık karşılığı “mankind” dememizi andırıyor, sözcüklere yüklenmiş toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri hakkında hiç durup düşünmeden.
Doğru yerde, doğru “Hayır”
Ne için? Sırf negativizmden değil. Hayır demiş olmak için değil. İslamofobiden değil. “Tek yol devrim”cilikten de değil. Tersine. İktidardan vazgeçebilmek için. “Ama işte o Hayır / (…) sonraki bütün hayatını aşağı çeker.”
Satraplığa sırtını dönememek
Kavafis’te tarih. Pers İmparatorluğu. İktidar. Muktedirler. Dışında kalan ve kalmayanlar. Kendilerine bahşedilen dünya nimetlerini geri çeviren ve çevirmeyenler. Tırmandıkça hiçleşen, kendilerine yabancılaşan, hayatı anlamsızlaşan, boşluk içine düşenler.
“Küçük Asya’da Bir Kasaba”
İktidar ne tuhaf. Politika ne tuhaf. Bazı örüntüleri hiç değişmiyor iki bin küsur yıldır. Bir gün o kazanıyor, ertesi gün diğeri. Nutuklar buna göre yazılmalı. Test usulü sınavda “boşlukları doldurun” soruları gibi. Yanar döner. Büyükler savaşırken, küçüklerin, bürokratların, apparatçik’lerin, yerel makamların, vali ve kaymakamların her olasılığa hazır olması gerekli.
Anlamıyorum
Hakikaten anlamıyorum artık. Yürürlükteki ekonomi politikasını anlamamayı geçtim. Savunulma biçim ve çabalarını anlamıyorum. Kâh orada, kâh burada söylenenler arasındaki farkı anlamıyorum. Çelişki ve tutarsızlığın bu kadarını anlamıyorum. Sıradan hayatların bu kadar üzerinden uçmayı anlamıyorum.
Hindi üzerinden, AKP’nin ulusalcılaşma öyküsü
İlk öneri komikti. 13 yıl önce zuhur ettiğinde, çok gülmüş ve hayli dalga geçen bir yazı yazmıştım. Bu da 1930’ların Türk Tarih Tezi veya başka amatörce cehalet örnekleri gibi, zamanla unutulur demiştim. Öyle olmadı. Başka devlet dairelerine bakmadım. Ama müthiş ironi şurada ki, en azından, adı gereği kültürlü olmasını bekleyebileceğimiz Kültür Bakanlığı, dönmüş dolaşmış, İngilizce metin ve afişlerinde “Turkey” yerine “Türkiye” formülünü benimsemiş. Niçin? Herhalde onlar da “Turkey” sözcüğünün hindiden türediğine, dolayısıyla bir kuşun adıyla anılmanın ülkemizi küçülttüğüne inanmak noktasına geldikleri için.
De Gaulle ve Massu, kahramanlığın iki yüzü, devletin karanlık işleri
“Fransız ve Türk işkencecileri”ni yazacaktım. Ama evveliyatına daldım, 1950’leri bugünün ışığında düşünürken. Daha önce görmediğim benzerlik veya farkları görmeye başladım. İlginç bir an, imparatorlukların (veya Tek Parti yönetimlerinin, veya ezilen bir milletin yok sayılması üzerine kurulu “tek ulus, tek devlet” düzenlerinin) çözülmeye başlaması. Bir yanda vahşet var, diğer yanda açılım arayışları. Buna karşı ölümüne direnen “die-hardist” iflâh olmazlar. Sömürgeci yerleşimcileri örgütlemeye ve durdurmaya çalışanlar. Darbeciler, darbecileri tasfiye edenler, sonra darbecilere muhtaç olanlar. Övünenler ve pişman olanlar, işkencecilikten.
Anılar
Tarih ve bellek (hafıza). Kısmen örtüşebilir, ama aynı şey değil. Hatırladıklarımız giderek uzaklaşıyor, gerilerde kalıyor. Bir yerden sonra yerini tarihe bırakıyor. Bu, kitaplardan, kaynaklardan çalışılarak öğrenilmesi anlamına geliyor. İşkence de böyle.
Soğuk Savaşın her iki tarafında, büyük bir “işkence çağı” yaşandı 1950’lerden 1980’lere. Batıda, Cezayir Savaşı’ndan başlayarak Fransız ordusu tarafından geliştirildi ve oradan, özellikle Latin Amerika’daki askerî diktatörlüklere sıçradı.
Dehşet nasıl gizlenir? Bir işkencecinin yalan ve kaçamakları
Yukarıdaki resme bir bakın. Pontecorvo’nun “Cezayir Savaşı” filminden bir sahne. Bir işkence odası. Yakalayıp getirdikleri FLN zanlısı bileklerinden tavana asılmış. Üstelik, kolları yatay bir iple de birbirinden iyice ayrılmış. Vücudunun bütün ağırlığı bileklerine, dirseklerine ve koltuk altlarına biniyor. Sırf bu kadarının etkisi tasavvur edilir gibi değil. Vahşet. Ortaçağın ve Engizisyonun ip işkencesi. Strappado. Günümüzdeki türevi Filistin askısı.
Solun şiddeti, devletin şiddeti
Solun küçük şiddeti, devletin büyük şiddeti. Solun küçük şiddet fetişizmi; devletin büyük ve gerçek, zalim, ezici ve kahredici şiddeti. Fark ne olursa olsun. Günlerdir düşünüyorum, 12 Mart ve 12 Eylül işkencecilerinin önünü açan, işlerini kolaylaştıran, kendilerini kahraman gibi görmelerini sağlayan hayalleri, ortamı, koşul ve süreçleri.
Türkiye’yi izlerken ateş söndü, mağarayı büsbütün karanlık kapladı
Bize ne oldu böyle? Bazı şeyler yapılamazdı. Yapılamaz kabul edilirdi. Veya, yapılmış da olsa söylenemez, savunulamazdı. İnkârdan gelinirdi. Çıkıp alenen böbürlenmek kimsenin aklından geçmezdi. Şimdi ise hiç bir duygusal ve düşünsel sınır kalmamış gibi. Herkesin ar damarı mı çatladı? Yoksa olaylar o kadar ses duvarını aştı da tepki rezervlerimiz mi kalmadı? O yüzden mi diyecek bir şey bulamıyoruz?
YAE (5) Tarihten bir yaprak: Frankfurt Parlamentosu bugün nasıl yorumlanmalı?
Henüz araya on büyükelçi sorunu girmemiş; ABD ve diğerlerinin ‘biz zaten Viyana Sözleşmesi’nin 41. maddesine uyuyoruz’ yollu açıklaması ‘bak geri çekildiler’ diye Türkiye’nin kendi geri çekilmesine vesile yapılmamıştı. Marksist teoride, hele ilk başlarda ittifaklar sorununa pek yer olmamasına karşın, hem de 1848 yılının çalkantıları içinde Marx’ın ayağının nasıl yere bastığını ve kısmî, aşamalı, reformcu denebilecek adımları içine sindirdiğini yazmıştım.
YAE düşmanlığı (4) Marx’tan demokrasi ve reform dersleri (hem de 1848 yılında)
1848’de monarşi ve aristokrasiyi devirmenin, 2000’li yılların başlarındaki karşılığı askerî-bürokratik vesayet rejiminden kurtulmaktı. Liberal burjuvaziyle koalisyon aramanın karşılığı, AK Parti’nin bütün demokratik adımlarını desteklemek. Almanya’nın Birliği tasavvuruna sırt çevirmemenin karşılığı da 2010’deki anayasa değişikliği önerilerini omuzlamak. O zaman, 19. yüzyıl ortalarının Weitling, Herwegh ve Gottschalk’larının zihniyetini, 2010’da ve bugün, hangi kafa temsil ediyor acaba?
Bu adımın rasyonalitesi, Batıdan tümüyle kopmak mı acaba?
Ülkeler birbirlerinin diplomatlarını, hele büyükelçilerini, kolay kolay sınırdışı etmez. Çok vahim bir işlemdir, büyükelçi sınırdışı etmek. Düşmanlar arasında bile. Daha çok casusluk, sabotaj, suikast gibi nedenlere dayandırılır. Bütün Soğuk Savaş dönemi boyunca, 1952’de George Kennan Sovyetlerin sırf ideolojik gerekçelerle “persona non grata” ilân ve sınırdışı ettiği tek ABD büyükelçisi oldu.