Güzeli yaşamayı kaybettiğinizde zevksiz bir caminin mimarisiyle hoşnut olacak, tel örgülerle çevrilmiş sitelerde dininizi koruyacaksınızdır. Sazsız ve sözsüz dindarlık kültürünü kaybetmiştir; dini bilgi kültürsüz ne kadar yaşanılabilir ve ne kadar aktarılabilirse o kadar anlaşılabilir ve o derece hissedilebilir.
”Kürt meselesi ulusal siyasete konu ve bölgeye odaklı bir sorun olmaktan çıkarak, kentleşen ve ülke çapında farklı coğrafi örüntüler gösteren bir toplumsal ayrışma/kaynaşma meselesine dönüşmüştür.”
Türkiye’de demokrasinin geçekleşebilmesinin yolu, farklı olanın, birbirine benzemeyenin birlikte yaşama iradesi ortaya koyabilmesidir. Bu doğrultuda yolu açan ilk ve önemli adım, aslında Bülent Ecevit’le Necmettin Erbakan’dan gelmişti. 1973 yılında kurulan CHP-MSP Koalisyonu, 200 yıllık bir geçmiş hesaplaşmasına ve bölünmesine inat “birlikte siyaset yapabiliriz” denemesine girişmesiydi.
Toplum kendisine rehber bildiği kişi ve kurumların peşinden giderken onlara bir hikmet de yüklüyor. Zira aksi halde bu tutumunu kendi gözünde meşrulaştıramaz. Diğer deyişle sadece liderler ya da devlet mekanizması değil, toplum da otoriter ve ataerkil. Dolayısıyla çıkan kararı akli bir irdelemeye tabi tutmak yerine, doğru kabul etmeye daha teşne.
Batı ile olan aşk ve nefret ilişkisi yalnızca Türk milliyetçilerinde değil, Doğulu elitlerin hemen hepsinde hissedilir. Tahkir edildiklerini, haksızlığa uğradıklarını ve yanlış anlaşıldıklarını düşünen bu elitler, Batı karşıtı bir siyasi pozisyon alırlar. Batı’ya güvenmezler ve Batı’ya meydan okurlar. Fakat medeni milletler arasına girmenin, saygı görmenin ve arzuladıkları uygarlık düzeyine çıkmanın kestirme yolunun da Batı’dan geçtiğini görürler. Bu da Batı’ya imrenmelerine, hayranlık duymalarına neden olur.