Çevresindekilerin kullandığı kelimeler başka dildendi. Anlattıkları hikâyeler başkalarının hatıralarıydı. Anlayamıyor, anlatamıyordu. Bakışındaki o hüzün, yüzündeki o mahcubiyet “çözüldü” sonra. Kendiliğinden kayboldu. Yüzü boş kaldı.
Türkiye’de giderek artan biçimde dış politika iç politikanın bir parçası. Neresi iç, neresi dış karışınca, diplomasi ile polemik de birbirine karışıyor, Macron’la Kılıçdaroğlu’yla konuşur gibi konuşmaya başlayınca da işler çıkmaza giriyor. Böyle bir dış politikada meydan okumalar herkese açık canlı yayınlarda izlenirken, diplomatik hamleler, geri adımlar, uzlaşmalar ancak şifreli kanallardan takip edebiliyor.
Behice Boran, Mehmet Ali Aybar, Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel ve daha niceleri… Türkiye’de sosyalist sol, Demokrat Parti’nin kuruluşunda ağırlıklı olarak tek parti iktidarına karşı ona açık destek verdi, ortak cephe kurma girişimleri oldu. Fakat onlar Türkiye siyasetinin ne ilk ne de son ‘yetmez ama evet’çileriydi.
AK Partili kadınlar, Abdurrahman Dilipak hakkında 81 ilde dava açmaya başlayınca, onlar da üç ismi seçip hedef haline getirmek istiyorlar. Amaçları İstanbul Sözleşmesi’ni kadük etmek. Bütün kadınlar -AK Partililer de dahil, sözleşmenin erkek egemen düzene karşı önemli bir kazanım olduğunda hemfikirler.
Her nasılsa, Duby’nin Feodal Devrimi ve ona eşlik eden Derin Hıristiyanlaşma sürecinde dahi, kuzey Avrupa toplumlarında kadınlar kamusal alandan tümüyle dışlanmadı. Dinî kurallar yoluyla eve kapatılmadı ve örtünmeye zorlanmadı. Devlette, siyasette, toplumda, aşk hayatı ve sanatında varoldu.