Ana SayfaManşetGöğsüne pencere aç yavrum

Göğsüne pencere aç yavrum

Tuzu kuru bir söylemle, “İçimde bir sıkıntı var, kötü bir şey olacak” diyenler de enteresan. Olmuş zaten olanlar, tığ işi sıkıntı ciğerine işlemiş. Demeye dilim varmıyor ama… Kimi kendi sıkıntısını unutmak, üstünden atmak için daha beterini -uzaktan- seyretmeyi diliyor sanki. “Çok şükür” demenin, içindeki velede Suriyeli çocukları göstermenin bencil kökenleri…

Küçükken “Sıkıldımmm” deyince… “Göğsüne pencere aç yavrum” derdi annem. Ona da annesi öyle dermiş, ofladığında. Güzel, kıymetli, rahmetli, evladiyelik deyimlerden…

O zamanlar buna gülerdim de… Sıkılmanın “tedavi”sinde yahut itici bir güç, muhalif bir duygu olarak yönlendirilmesi/yönetilmesinde, dışarıya ya da insanın içerilerine, apartman boşluğuna açılan pencerelerin önemini sonradan anladım.  

İşin içinde “gönül penceresi” de vardı elbette. Onu da ilkokulda “âşık” olunca hissettim… Derinliği, şiirsel mimarisi ise Metin Altıok’un dizelerindeydi: “Sen aklıma düşünce bir rüzgâr duyarım /Dolar içime ve göğsümde bir pencere hızla çarpar.” İçinde çarpan, içe-dışa sertçe kapanan pencereler, bazen iç sıkıntısının da cereyanları…

Geçen haftaki yazımdan devamla can sıkıntısı, yaşa-başa bakmıyor. Çeşit çeşit… Şimdi de bazen “s”ini tıslata tıslata “Sıkıldım, sıkıldım, sıkıldım…” diyorum ama o başka. Uzaktan göz kırpan o harcıâlem sıkıntıya “Farkındayım, çek git, başka kapıya…” demenin, onu kışkışlamanın abartılı repliği, hatta nakaratı. Yankı Vadisi’ne gidip de orada test bağırışı yapmak gibi.

Yankı Vadisi’nde “İsyaaan”

İnsan kendi sesini teypten, kayıttan filan dinlediğinde yadırgar, yabancılar… İçinden duyduğu, kafatası, çene, yüz kemikleri akustiğinden gelen sesiyle, kayıttan dinlediği sesini farklı algılar zira. O vadide de, uçurumlarca çoğalttığın, dağları, tepeleri dolaşan, her köşeden yankılanan kendi sesin, belki o yüzden sıkıcı değil tam tersi enteresan, hoş geliyor. Davulun sesi işte…

Herkesin öyle duyduğu ama senin belki o ana kadar, o “volume”da, haykırışta işitmediğin, içindeki yabancının sesi, yankısı… Harika bence; hem ehil olmasan da, orada kendi sesinden koro eşliğinde, dokuz şiddetinde şarkı, hatta Cem Karaca aryası deneyebilirsin: “Ay dooost, canım hey! /Kalktı göç eyledi Avşar illeri hey!” (Yazınca aklıma geldi; yine öyle vadilere, yankıdar yerlere denk düşersem, Halil Sezai’nin millî şarkısındaki kıvamda bir “İsyaaaaan” çekmek, farz oldu. Bünyeye de uyar, devre de…)

Başkasının projesi olarak insan

Çocukluktaki sıkıntıda, boşluk duygusu etkili… Öyle ya da böyle oyalanması gerek çocuğun. Ama ona verilen karşılıklar, sunulan seçenekler, o sonsuz enerjisine dayalı arayışına, merakına uygun değilse, ondan da sıkılıyor. Büyüse de, her adımında, ailesinin çizdiği, boyadığı, ona uymasını istediği hayat manzarasından, ebeveyn “proje”sinden de…  

Yetişkin can sıkıntısı da yaygın manzaralarıyla “boşluk”la ilgili olabiliyor. İlave olarak, tasarlanmış hayatındaki, evindeki, işindeki, evliliğindeki, ilişkilerindeki “proje”lerin boş, manasız yahut “hep aynı” gelmesiyle de… İnsanın az gidip uz gidip, bazen bir başkasının, başkalarının projesi olduğunu fark etmesi, elbette can sıkıcı.  

Peter Toohey, “Can Sıkıntısının Eğlenceli Tarihi” kitabında sıradan, dar anlamda sıkıntıyı, “önceden kestirilebilir durumların sonucunda ortaya çıkan çıkan basit can sıkıntısı” olarak tanımlıyor. Uzun (ve hep aynı) nutukları, kilise ayinlerini dinlemek, sürekli aynı işi yapmak gibi: “Çok uzun süre değişmeden kalan her durum sıkıcı olabilir. (…) Ve insan böyle hissettiğinde, zaman sanki yavaşlar, öylesine yavaşlar ki sonunda durur.”

“La-Z-boy”da sıkıntı konforu

“Aynı”nın monotonluğu, o çekiç ritmi, bazı insanları alışkanlığın, yeknesak “huzur”un puflasına, “Lazy Boy (La-Z-boy)” koltuğuna da oturtabiliyor. Cancağızına göre koltuğunu indirip-kaldırıp-yatırıp, “Oh be, bomboş oturup, ne güzel sıkılıyorum” konforu… Keyifle, huzurla, sıkılma hürriyeti!

Sabahattin Ali, “İçimizdeki Şeytan”da böyle hâlleri, yan etkileriyle güzel özetliyor: “Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim”.

İç sıkıntısının bir anda çöktüğünü, hayatın birden bire karanlık, manasız geldiğini de anlatıyor. Ama anlattığı, kendi çevresinde dolaşan, tanıdık sıkıntı: “İnsan, biraz evvel senin zırvaladığın gibi felsefeler yapmaya başlar. Hatta yavaş yavaş onu da yapamaz ve canı ağzını açmayı bile istemez. Hiçbir insanın, hiçbir eğlencenin seni canlandıramayacağını sanırsın. Hava sıkıcı ve manasızdır. Ya fazla sıcak, ya fazla soğuk, ya fazla yağmurludur. Aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. İnsan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde, maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır, bunu yapamazsak büsbütün çılgına döneriz.”

“Can” değil “an” sıkıntısı

Harcıâlem can sıkıntısına karşı onu iktidara taşımayacak -uygun- meşgaleler önemli de… Onlar da bazen tuzaklı, kandırıkçı: “Düzen”e sıkılarak değil, daldan dala, reklamdan reklama zıplayıp, fazla sıkılmadan uy… Aslında sıkıntı eşiğini yüksek tutmak, en sağlamı, iç işlerinde çözümler üretmek lazım. O zaman eve buyur etmeden kapıdan çevirdiğin o yapışkan duyguyla, yaka-paça da olmuyorsun sanki… Yüz göz de. 

İki yıl önce “Göğüs kafesi ve dar odalar” yazımda da değinmiştim. “Basit can sıkıntısı” boşluktan, zamanı değerlendirmek yerine öldürmek rutininden, anlamsızlıktan da kaynaklanabilir. Hayatı elmayla armutla resmettiğin natürmorttan, can suyunun durgunluğundan, heyecansızlık, isteksizlik, hevessizlikten de… Hepsi akraba, geniş aile. Bahsettiğim sıradan “sıkıntı” beni basmaz da, yanımdan geçer bazen. Hadi ona “can” sıkıntısı değil de, “an” sıkıntısı diyeyim. Bir ortamdayızdır misal. Aklım ceviz ağacında, hevesim başka daldadır. Üstelik or’tam da, tam değil, yarım da değil, çeyrektir. 

Her şey “ortam”dır…

“Ortam”ı; masada nefes almadan konuşan, araya girmeye kalktığında elini-kolunu tutan davetsiz elemanı, onun yanında oturan ve kalp krizi geçirmemek için kadehini diken, her zamanki istiap haddinden çok önce küfelik olan bahtsızı… Sütunun arkasına saklanan çağrılamayan garsonu, kalın (şişe dibi) rakı bardağını, suyu görünce mahcubiyetten eriyen mini mini buzları, etsiz çiğköfteyi, dereotu yerine maydanoz itelenmiş cacığı bile içine alan geniş bir kelime olarak kullanıyorum.

Sıkılmanın arifesinde her şey üst üste biner, her şey ortamdır. Haklı ama katlanılabilir sıkılma nedenleri, “ıvır zıvır”la koyulaşabilir. İskambilden kule, puflayınca yıkılabilir. Çözümü zor değildir aslında, yeter ki cümlesini kur; “Hadi bana müsaade…” O daraldan çıkıp, terk edeceksin o “ortam”ı. Dışardaki sağanak yağmur bile bazen bereket, dizine yaklaşan kar pamuk, ayaz bile nefes gelir.

Yüksek Sıkıntı Mühendisi

Bir yönüyle öyle bir şeydir, birden biredir (c)an sıkıntısı. Çoğu zaman ansızın, davetsiz gelir. Lâkin bazen de davetlidir. “Sıkıntıyı kim davet eder ki” diyebilirsiniz, ama bazı insanların kuşe, gramajı ağır davetiyeleriyle buhran protokolü tam da öyledir fikrimce.

Öyle davetkâr bir hâlleri, içinden eli çekilmiş eldiven gibi öyle bir kendini bırakmışlıkları, elverişlilikleri vardır ki… İlk celsede sıkılmaya hüküm giymişlerdir. Can sıkıntısı koşturarak, gümbür gümbür, mehteriyle gelir… Gitmek bilmez. Yahut zaten hep oradadır da, çağ yorgunu tahtelbahir gibi oksijeni azalınca yüzeye çıkar. Vardır elbet bir sebebi, sebepli sebepsizliği… 

Kimi kolay sıkılır, sonra da sıkılmaya kolayca alışır. Kiminde bu tuhaf denklem sıkılmaktan sıkılmamak gibi kronik bir sonucu, kayıtsızlıkla beslenen Oblomovumsu bir döngüyü de ortaya çıkarabilir. “Mesleğiniz ne?” deseniz, “Yüksek Sıkıntı Mühendisi…” Yüksek lisansı da sıkıntının iç mimarisi dalında yapmış. Doktorasını sıkılınca yarıda bırakmış tabii.

“Çok şükür”ün bencil temeli

Tuzu kuru bir söylemle, “İçimde bir sıkıntı var, kötü bir şey olacak” diyenler de bence enteresan. Olmuş zaten olanlar, tığ işi sıkıntı ciğerine işlemiş. Demeye dilim varmıyor ama… Kimi kendi sıkıntısını unutmak, üstünden atmak, dışlamak için daha beterini -uzaktan- seyretmeyi diliyor sanki. “Çok şükür” demenin, içindeki velede Suriyeli çocukları göstermenin bencil kökenleri…

“Ne oldu, nasıl bir şey, ne gibi geliyor?” mırıltısıyla ilgilenir gibi yapıyorsun… “Bu konuda ne düşünüyorsun?”u Kukumavca “Hiiiç” diye kestirip atanlardan beter giriyor meseleye: “Yok… Öyle bir şey değil sebebini bilmiyorum, şuramda, içimde” oluyor cevabı. “Senden sıkıldım” filan da değil dillendiremediği derdi… “Sana sıkıldım” diyor, bakışlarıyla…

Can sıkıntısını etrafındakileri -araç gibi- kullanarak gideren/geçiştiren insanların müstesna bir yeri var bencillik tarihinde. Perihan Mağden “Yıldız Yaralanması” romanına öyle bir karakteri yerleştiriyor. Yıldız, ülkenin en popüler yıldızı… Pop sıkıntısını çevresine aldığı insanlarla, “oyuncak bebekleri”yle hop gideriyor. Sadece kendi sıkıntıları önemli, gidermek için oynuyor onlarla…

Aşk ama çok sıkıcı…

Cennette bile sıkılıp şeytanın teşvikiyle “yasak elma”nın peşine düşen Âdem ve Havva’dan beri mayasında var insanın. İş oraya gelince başka… Bir de filmlerde, bu dünyada yaptığı çocukça şeyleri görüp de, neredeyse “Öbür dünyada nasıl sıkılmışsa gariban…” diyeceğim şeytana sormalı tabii. O ayrıntısını verecektir.

“Adem ve Havva’nın yasaklı aşkı” deyince, Kieslowski’nin “Öldürme Üzerine Kısa Bir Film”inden bir sahne geçiyor aklımdan. Başroldeki genç adam, sinema gişesinde törpüsüyle manikürlenen kadına sorar: “Film iyi mi?” “Hayır sıkıcı” der kadın. “Konusu ne?” diye ısrar eder adam. Kadın bunalmış bir ses tonuyla yanıtlar: “Aşk, ama sıkıcı…”  Ya… Aşkı bile sıkıcı yapabiliyor, onu da beceriyor insan.

Fırında kaymaklı can sıkıntısı

Şüphesiz sözünü ettiğim, “cep delik/cepken delik, hayatım delik deşik” değil de gündelik can sıkıntısı. Yani sıkıntının ekonomik, politik, patolojik, psikiyatrik filan sayılamayacak basit, alelâde of-puf hâli. Bir nevi hobi olarak, sebepsiz, amatörce, profesyonel tanı konulmadan sıkılmak… Bünye gazları-gurultuları… Kusura bakmayın ama bu türü biraz fırında kaymaklı iç sıkıntısı.

Hayat zor ama yükü, derdi herkes için farklı. Memleketin hâlinden, pespaye siyasetten, bilim dalından düşen ekonomiden, savaşlardan, yoksulluktan, insanca, adil, özgür bir yaşamdan uzak durumlardan, otoritenin pervasızlığından, şımarıklığından duyulan derin, “sağlıklı” sıkıntı başka bir şey.

O minvalde duyulan hayâlkırıklığını, umutsuzluğu, endişeyi, acıyı, üzüntüyü, kızgınlığı sadece “can sıkıntısı” diye özetlemek, hafif tabiriyle dağarcık yoksulluğudur zaten. Ve… İşte içim-dışım, üstüm-başım o zaman sıkılır. Yankısı dört duvarda çınlar; “İsyaaaaan”.

Gelecek hafta sıkıntıyı uzaklaştırmak için insanın peşine düştüğü “şeytan kovucu” uğraşılardan, Baudelaire’in sıkılan ve “sıkıntının hazlarını tatmak için” barut fıçısının yanında sigara yakan ahbabından filan bahsedeceğim.

 ÜÇ ŞİİR/ÜÇ DİZE

SIKILMAK İYİ BAYLAR!

“Şöyle ki, bir ayakkabı çivisi gibi kendine batar /Şarabıyla batar, uykusuzluğuyla batar /Gülmesi hüznüne /Konuşması susmasına batar. /Çok oturmaz, usulca kalkıp gider /Sıkılır da mı gider, pek anlamam /Anladığım bir şey varsa /Şu bardağı görüyorsunuz ya /Bardağa birayı boşalttığım gibi gider /Gitmeden önce biraz silikleşir /Sonra büsbütün solar /Gerçekte /Dört mevsimin karışımı gibidir Ruhi Bey.”

“Kim görürdü o yolcuyu, yani kim farkederdi beni /Sıradan acılardır çünkü bütün ilgileri toplayan /Oysa sıkıntıyı buruşuk bir iç çamaşırı gibi saklayan /Bu kımıltısız gövde /Görülmemiştir ki hiç görülsün şimdi”.

“Bu dünyada can sıkıntısının bir başka anlamı var baylar. /Elmalar silik silik kırmızı artık -olsun /Gözlerimiz tozlanmış, kirli /Gizlisi yok, bu dünyada böyle sıkılmak iyi /Sıkılmak iyi baylar /Biz hazır tuttukça böyle /İçi yangında alev alev /Dışı buz tutmuş kalplerimizi.” (Edip Cansever’in, sırasıyla “Patron masaya gelir”, “Ben Ruhi Bey nasılım”, “Eylülün sesiyle” şiirlerinden.)

YAZI RESMİ: Bülent Ortaçgil’in “Benimle Oynar mısın” albümünün kapağı. Ve albümdeki “Yüzünü Dökme Küçük Kız” şarkısından bir dize: “Yüzünü dökme küçük kız /Yaşamın anlamını bul /Sonra dinle kendini /Yolunu bil”.

- Advertisment -