Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI“Sen seni bil sen seni…”

“Sen seni bil sen seni…”

İnsanın kendisine sürekli “Sen” diyen bir “Siz”i uyarması sadece bir nezaket kuralı değil en olağan iletişim hakkı. Ama bu hakkı, bir yönüyle bu kadar “basit” bir şeyi anla(t)mak bile kolay değil bu ülkede. Hele bu hakkı savunmak başlı başına yaman mesele. “Damdan düşenin hâlini damdan düşen anlar” atasözü, “Dama düşenin hâlini…”ye dönüştüyse iyice zor. Bedeli de büyük.

 “Adın ne?”, “Sevgi…”, “Mesleğin ne senin?”, “Yazarım”. Hâkim, “Yaz kızım” diyor zabıt kâtibine; “Ev kadını”… Askerî hâkim, otoritenin 12 Mart darbesiyle koşulsuz kutsanan, erat dâhil her üyesini “Komutanım” yapan üniformanın yenleri atlastan cübbesi içinde pervasız.

Yazar Sevgi Soysal’a savurduğu sorusunda, seslenişinde devletlû otoritenin, mesafe-sınır, hak-hukuk tanımazlığın, küçümsemenin, “hizaya getirmenin” en bayıldığı ve en masum, ötesi meşru görülen kelimelerinden biri, yani “Sen” var.

Sadece hedefindeki, esaretindeki 35 yaşındaki yazar “Sen” değil, minik bir ses tonu ayarıyla emrindeki kâtip de senli benli “kızı”. Zabıt tutarken bir an gecikse, belki gözünün üstündeki kaşı az kalksa,  “Evladım…”la başlayıp göğe erecek pederşahi azarı.

Zira örnek verdiğim âlem, öyle yönetenlerle öylece yönetilenlerin, cezalandıranlarla kara tahtada tek ayak cezaya kaldırılanların, pervasız otoriteyle o otoriteye her alanda hedef olanların, “Siz”lerle “Sen”lerin dünyası. Nasıl dünyaysa… Bir yanıyla el kadar, bir yanıyla koca gezegen. Bilmecedeki gibi “Küçücük fıçıcık içi dolu turşucuk” mu desem…  

Kurum kurum kurumlanan “sen”

Böylesi otoriteler ve söylemleri, buyrukları geçici, kendine has dönemlere mi mahsus? Yahut “Sen” kelimesiyle, o dille (de) kurulmaya çalışılan, kurum kurum kurumlanan otorite gelişmelerle dolaşımını, işlevini, alanını şak diye kaybedebiliyor mu… Yoksa her an, her fırsatta alanını genişletecek, pervasızlığını koyulaştıracak, hatta normalleştirecek, meşrulaştıracak bir kullanışlılığa, zemine mi sahip?

Beş yıl önce gazeteci-yazar Ahmet Altan’ın yargılandığı mahkemede hâkimle diyaloğu duruyor internetteki haberlerde. Altan hâkimin kendisine sürekli “Sen” diye hitap etmesine karşı çıkıyor: “Ben senin arkadaşın değilim, bana sen diye hitap edemezsin, ‘siz’ diye hitap etmeniz gerekir. Samimi üsluba gerek yok.”

Lâkin “Sen sanıksın. Sana ‘siz’ demiyorum. Sıfatın sanık. ‘Sen’ diyorum. Sen diyeceğim” yanıtını alıyor. Bunun üzerine, “O zaman ben de sana ‘sen’ diyeceğim” karşılığını veriyor. Şimdi bu ülkede bu vaka küçük, sıradan, önemsiz, hatta hâkimi için normal ve meşru, şüphelisi, sanığı nezdinde anormal, hatta suç sayılıyorsa, işte tam da o nedenle “Sen”li otoriteye “masum, meşru görünen silah” diyorum.

Hak, adalet, eşitlik beklentisi  

Altan haksız mı? Asla değil. İnsanın kendisine sürekli “Sen” diyen bir “Siz”i uyarması sadece bir nezaket kuralı değil en olağan iletişim hakkı. Ötesi hakkın, adaletin makamında yadırganan o çıkışı, öncelikle tam da orada, hukuki iletişimde bir hak, adalet talebi, beklentisi aslında.  Sadece yargılanırken değil henüz iddialarla suçlanırken yargı huzurunda eşitlik, tarafsızlık beklentisi… Dil önemsiz mi, teferruat mı -sürçünce bile- bedeli yüksek adalet katında?

Orada, hakka hukuka uygunluğu çok tartışılan bir “dava”da 15-16 aydır tutukluysan, nihayetinde 4 yıl 7 ay yatacaksan… Üstüne ve peşinen hâkimin “değer” yargısına dayalı “Sen…sen…sen” tonlamasıyla da mı yargılanacaksın? Şüpheliye, sanığa, hatta yolu oraya düşene “Sen” denilmesini hangi yasa hükme bağlamış…

Alper Görmüş Serbestiyet’te 15 Ocak 2018’de yayınlanan yazısında harika anlatıyor asıl meseleyi: “Altan’ın talebi bazılarına ‘şekilsel ve detay’ gibi gelebilir; gelmemeli… Bir insan başka bir insana kural olarak ‘sen’ diye hitap ediyorsa, buna karşılık öbürünün ona ‘sen’ diye hitap etmesi hiçbir aklın köşesinden dahi geçemiyorsa, orada çok güçlü bir otoriter ilişki, bir iktidar ilişkisi var demektir. Nedeni basit: Hâkim, mahkemedeki ‘devlet’ çünkü…”

“Dama düşenin hâlini…”

İnsanın bu hakkını, bir yönüyle bu kadar “basit” bir şeyi anla(t)mak bile kolay değil bu ülkede. Hele bu hakkı savunmak başlı başına yaman mesele. “Damdan düşenin hâlini damdan düşen anlar”  atasözü, “Dama düşenin hâlini…”ye dönüştüyse iyice zor. Bedeli de büyük.

Görmüş yazısında bu hissiyatı da vurguluyor: “Bazı şeyler ancak insanın başına gelince bütün ağırlığıyla hissedilir hale geliyor; 1993’te yaşadığım kişisel tecrübe olmasaydı, belki bir hâkimin sanığa ‘sen’ diye hitap etmesinin verdiği psikolojik tahribatı (ki o da şiddettir, şiddetin en harcıâlem girişi, girişmesidir) şimdi hissettiğim derinlikte hissetmeyecektim…

Aktüel dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yürüttüğüm 1993’te, dergide yer verdiğimiz bir söyleşi nedeniyle savcılık tarafından ifade vermek üzere adliyeye çağrılmıştım. (…) Soruşturmayı açan savcı (ben yaşlarda biriydi) konuşmaya başladı, bana ‘sen’ diye hitap ediyordu.

“Sen” hitabına mahkûm olmak

Hayatımda ilk defa adliyeye düşmüştüm, savcıların ve hâkimlerin şüphelilere ya da sanıklara öyle hitap ettiğini bilmiyordum. Tamamen refleksif bir tepkiyle sözlerini kestim ve mealen, “Sayın savcı” dedim, “birbirimizle ilk defa karşılaşıyoruz ama bana sen diye hitap ettiniz, oysa ben size ‘siz’ diyorum, lütfen benim size gösterdiğim nezaketi siz de bana gösterin.” Savcının sinirden kıpkırmızı olduğunu hatırlıyorum. Bana uzun uzun baktı, hiçbir şey söylemedi ve tutuklama talebiyle nöbetçi hâkime gönderdi.”

Görmüş’ün de başka bir duruşmada örnek verdiği gibi senli benli söylemin cazibesinden uzak duranlar yargıda da var elbette. Ama “senciler”i bir misal istisna kabul etsek bile böyle örneklerde söylemlerinin arkasındaki güç, egemen oldukları alanların etkisi düşünüldüğünde istisnalar o köklü kaideyi bozmuyor.

Bu ülkenin hak-hukuk dilinde bile sanık, şüpheli daha baştan “sen” olabiliyorsa ve bu gayet meşru sayılıyorsa o zaman her türden, seviyeden otoritenin, “makam”ın huzurunda, lügatinde de okkalı okkalı “sen”  hitabına, o “sıfat”a peşinen mahkûm olman dipsiz bir derinlik kazanıyor.

Sen o kuvvetli “siz”in karşısında hüküm peşin kırmızı meşin sanık pozisyonunda el pençe divan, derdest-i lisan durmalısın. Öyle düzende tedrisat öyle, külliyat öyle, gelenek öyle, normali öyle, adını öyle koyuyorsan kaderin öyle.

“Dinle küçük adam”

Örneklerini otoritenin bağrında, “sen”den uzakta, dışarıda aramaya gerek yok. Bakın oturma odanızın davetli-davetsiz konuğu ekranlara… Başına “Sayın” eklenen her türden otorite, iktidar erkânının bazı temsilcileri haz etmediği, hedef aldığı, hatta “sevdiği”, başını okşadığı kul âlemine ekranlardan “Sen” diye hitap ediyor. İkisi arasındaki tek nüans, bazen sadece ses tonu. Sempatiyi de, antipatiyi de o üç harfle tepeden kurguluyor. “Dinle küçük adam” diyor sana.

Hani Sevgi Soysal’ın askerî hâkiminin ona yönelik “Sen”i ile kâtip kız(ın)a hitabı arasındaki piti mini, “babacan” fark. Ama otoritenin lisanında, ona uygun “sen” kelimesinde, o ihtirasta, imtiyazda bir fark yok. Kelimenin yani “sen”in üzerine baba basa, köpürte köpürte, “Sen”…

İster o senli-benli yüce sevecenliğin, o samimiyete mazhar olmanın mahcubiyeti, ezikliği, hoşnutluğuyla Pollyanna pembesi yanaklarını kızart, ister öfkeden, çaresizlikten bordolaşsın yüzün… Sen istediğin kadar “Siz” de. Onun o kıvamlı, kibirli, küçümseyen “Sen” tonlamasını kolay kolay alaşağı edemiyorsun. Azıcık sarsarsan da bir bedeli var.

“Hemşerim yasak”a gerek kalmadı

Otoritenin uyarısına, sana yerini hatırlatmasına dönüşen “Sen”, o otoritenin -çoğu kez mecburen- karşısındaki “kul”un iletişim, müzakere alanını da daraltıyor, hatta yok ediyor. Hacı Bayram Veli’nin dizelerinde tasavvufî “Sen seni bil sen seni”nin Sezen Aksu’da “Sen seni bil, sen seni /Sen sıkı tut, çeneni /Eline, diline hâkim ol /Sonra öcüler yer seni”ye, Cem Karaca’da “Sen seni bil sen seni /Sen seni bilmez isen patlatırlar enseni”ye güncellenmesi, kara tekerlemelere dönüşmesi boşuna değil.

Öyle söylemlerin, iletişimlerin ayarını sadece otorite yapmıyor. Toplumsal kabulüyle ayar da gerekmiyor çoğu kez. Bir zamanlar devletin her uzantısına, hayatın her kuytusuna, hatta Yeşilçam’a standart replik olan, iki kelimeyle kulların önüne aşılmaz bir bariyer diken “Hemşerim yasak”a “moderen otoriter iletişim”de artık gerek yok mesela. Hemşeri olduğun, öyle görüldüğün de zaten çok şüpheli, afedersiniz.

Yasağın reflekse dönüşmesi

Ana muhalefetin, CHP liderinin ziyaret edeceği kurumlara girmesine, misal madencilerle görüşmesine izin verilmediği, hatta güvenliği devlete emanet gezisinde yumruklandığı, dokunulmazlığı olan milletvekillerinin uluorta tartaklandığı koşullarda “Sen” ne yapacaksın? O cümleyi, “Hemşerim yasak”ı kurmayı bile gerektirmeyen bir refleks, bir güdü, bir tuhaf kabul yerleşiyor hayata. Nelerin yasak olduğunu, orada nasıl konuşacağını, hatta neleri, nasıl soracağını kapısında, huzurunda, masasında “……… yasaktır” tabelasına, listesine gerek olmadan sen seziyorsun. İçselleştiriyorsun giderek. Terbiye ediliyorsun, her şeyine limon sıkılarak.

Sayınların huzurunda “sen”sin nihayetinde. Sana verilecek komutlara, direktiflere, o yazılı olmayan nizamnameye uyacak, başın derde, işin çıkmaza girmemesi için ellerini bağlayıp karşısında öyle bekleyeceksin. Karşındakinin makamı, dairesi, kimliği, unvanı önemli değil “Sen” deme imtiyazına sahip olduğunu, o güce sırtını dayadığını hisset, öyle kabul et, şimdilik yeter.

Yeni otorite dili: “Sayın” ve “sen”

Bakın ekranlara yeni dilbilgisi kurallarını öğrenin. Bir yanda geçmişte bu şekilde, bu dozajda, sıklıkta, hatta bu ürkeklikte kullanılmayan “Sayın” hitabı dile “es” gibi yerleştirilirken, diğer yanda dokunulmazların ya da “Dokunursan yanarsın” kalkanının dışında kalanlar “Sen” diye hırpalanıyor, tek kelimeyle tartaklanıyor. İşte otoritenin dilbilgisi…  

Daha önce bir yazımda değindiğim “Sayın” saplantısı (¹), haber(ci), yorum(cu), ekran dilinde bile öyle.Medya, ekran ahalisi konuşmasında adları geçen zevata “Sayın” demekten cümlesinin sonu getiremiyor, sohbetin insicamı Sayınlı nakaratlarla delik deşik oluyor, söylemi Sayın’ın rap rapıyla marşa dönüşüyor. Yazılı haber diline bile sızıyor o yeni şablon.

Hani o “Sayın” lafları bazılarının konuşmasındaki süfliliğe, saldırgan, tepeden, küçümseyen, gerçeği pervasızca büken diline bir nebze ayar, çekidüzen veriyor olsa yine de o uygun adıma, uydum akla katlanacağım. Ama izlerken kulaklarımda hep Cem Karaca’nın şarkısı: “Hanimini hüppen denzigi banna rap rap /Kefeşle tayyüş ille de kıtmir rap rap /Alavere dalavere kim ala da kim vere rap rap /Köşeleri möşeleri dön baba dönelim rap rap /Raptiye rap rap zaptiye zap zap rap rap.”

Mesleki “sen” deme imtiyazı

Otorite ve her zerresiyle otorite sevdalıları, sana üzerine durma eklediği tarihî bir mirasla sen diyor. Öyle örneklerde bir aşk, bir fantezi, şehvetli bir arzu dili gibi sen otoritesi. Ufacık bir resmî, özel bir makamı, “iş yeri”, masası filan varsa en kolay atak da karşısındakine… Hadsizliğin bir mevkisi, mertebesi olmadığından her yerde karşına çıkabiliyor “sen” ünlemesi.

Cübbesinden önlüğüne üniformalı meslekler, tam takım bürokrasiler, toplumsal dolaşımıyla her ölçekte başkanımlar, üstadımlar, komutanımlar, amirimler, efendicağızımlar, “halk, sokak lisanı” zaten geleneğiyle o dile müsait. Bazıları için mesleğinin ilk öğretisi ağız dolusu “Sen” deme hakkı sanki. Mesleki imtiyazı… Bu konudaki hızlı sivilleşme takdire olmasa da hayrete şayan.

“Sen şebekesi”nin bizleşmesi

O kof ama gücünü otoriteden alan “Sen saltanatı” o üç harfle de bitmiyor çoğu kez. Kendinden söz ederken “Ben… Ben”den fırsat bulursa ya da mevkisini, mesleğini, referans grubunu, tarihi/atalarını ardına almak isterse ağdalı “Biz”e, ceddin dedene dönüşüyor söylemi.

Ama bazı mertebelerde kuvvetini, iradesini külliyen “Ben”den alan sözüm ona bir “Biz”… Bazen o ihtirasına koltuk bulmuş, taht kurmuş “ben”cilik, bazen “biz”in gücüne iliştirilmiş, onun yamacına bağdaş kurmuş ya da bir karış taburedeki “ben”lik. Zira “sen şebekesi”, geniş katılımlı bir “biz” bu coğrafyada… O şişkin “Biz”in karşısında da “sen” kalıyorsun.

Sepet sepet efendim

“Emret komutanım”ın makamına bir güzel yerleşen “Evet efendim-sepet efendim”lerin, “haber alma-iletişim özgürlüğü”nün ötesinde “soru sorma” hakkının bile kokulu silgiyle silindiği senli benli “Basın İlkeleri”nin, telaşla iliklenen ceket düğmelerinin, “rap” diye ayağa fırlamaların, liderlere, otoritelere en abuk güzellemelerin uzun mevsimindeysek… Yani her defasında mevsim normallerini tarumar eden beşinci mevsimin müzmin nevazilindeysek… Bu “sen”ler, başparmak havada nasihatler, alaylar, azarlar, hadsiz küçümsemeler kolayına bitmez. Kızar, söylenirsin, nafile.

Otorite, her türden otoriter yönetim, iktidar, politika, din, evlilik, ebeveyn suretiyle, uzantısı, postuyla kuşatınca hayatı, “sen” kalıyorsun. “Siz” olduğunu fark etsen, o mesafeyi, o hakkını savunsan, onda diretsen de hayatın öyle unsurlarını birlikte değiştiremezsen, düzeltemezsen “Sen”sin. O hitapla seslenişi üzerine alınmasan, duymazdan gelsen bile “Hey, sana diyorum sana…” ısrarı da sıradan. Sen (d)uyana kadar vazgeçmiyor.

“Beterin beteri var” sanılgısı

İtaat ediyorsun yılların yorgun alışkanlığıyla, bu âlemde itaatsizliğin bedelinin bilgisi, kaygısı, ürpertisiyle… Bazen bildiğine, bilinene katlanma, itaat etme, bilinmeyene yahut otoritenin her alandaki bombardımanıyla “netameli bilinen”e yönelmenden daha kolay geliyor sana.

Ehveni şer, güvenli bile geliyor; bu ülkede bir şeylerden hep korkmak, bir şeyler yüzünden hep, her şekilde cezalandırılmak için yaratılmışsın. “Beterin de beteri var” sanıyorsun, o güne kadarki hayatında daha beterini görmesen de… Daha iyisini değil daha beterini hayal ettiriyor kocamış ezberin, nohut kadar kalmış, “sen” kalmış muhayyilen.

Misal… İdamı kaldırdın diye Dünyanın En Cezalandırıcı Ülkeleri listesine girmediğin, hiç olmazsa o listede İran’ın, Gana’nın filan arkasında kalmadığın için mutlu, gururlu bile oluyorsun belki. Avrupa Konseyi’nin araştırmasına göre “nüfusa göre tutuklu”, “hapishanelerdeki yoğunluk”, “annesiyle birlikte hapse giren çocuk” oranları açısından Avrupa’da birinci sıraya yerleşmen ne gam. Onlar suçlu

O “sen”mişsin meğer

Sen suçlu değilsin. Suçsuz olman için suç işlememen gerektiğini de biliyorsun. Biliyorsun da, bu koşullarda neyin “suç” olduğunu, suç sayılacağını yahut masumiyet karinesini kestiremiyorsun. “Her şey mümkündür” sözü nicedir sende umut değil kaygı yaratıyor.

Meğer latifen, esprin suçmuş, retweetin suça ortaklıkmış, düşüncen suç imasıymış, birisinin sana sarf ettiği kelimeyi aynen ona iade etmek de seni hapse düşürebilirmiş. O “sen”mişsin meğer de öyle anlara dek üstüne konduramamışsın.

Her türden suç ve cezayı, hatta ceza yasalarını onlar gibi sen de kendine göre yorumluyor, öyle de ürküyorsun. Yaşadığın bu hayatın ekonomiden barınma, ısınma, beslenme, giyinme, eğitime, temel ihtiyaçlarına, özgürlüklerine, haklarına kadar seni her açıdan cezalandırdığını, isterse daha da cezalandırabileceğini derinliğine düşünmüyorsun. “Neden” sorusunu muhatabına, müsebbibine değil kendine sormaya alışıksın, alıştırıldın. Suçlu olmadığın halde azarlanmaya, o şekilde, bir şekilde, her şekilde cezalandırılmaya alışıksın, sen.

Gündelik azarlama, uyarı

Hatta bu hayatın gerektiğinde “sen”i sanık, suçlu yerine koyduğunu, tek talimatıyla, kararıyla seni suçlu kılabileceğini hissediyorsun da, “Sen” hitabının aslında gündelik bir cezalandırma, azarlama, net bir uyarı, gündelik hayat olduğunu idrak edemiyorsun çoğu kez. Ona gelinceye kadar…

Söyleniyorsun içinden. Oysa tarih boyunca örneklerine, türlerine, çeşit çeşit alanlarına tanık olduğumuz hiçbir otoritenin, iktidarın peynir gemisi, kayığı, şişme botu, şambreli “laf”la istikametini değiştirmiyor. Fırtınaya tutulsalar, sığınacak liman bulamasalar belki geminin boş ambarına inip yine orada mırıldanana kızacaklar: “Sen seçtin bu hayatı, sen seçiyorsun…” O noktadan sonra aslolan seçim, seçimin zira.

BİR ROMAN/BİR KRAL

İlk asteroitte bir kral yaşıyordu. Mor kumaştan yapılmış giysisiyle tahtında otururken, oldukça haşmetli görünüyordu. Küçük prensi görünce: “ Ah, işte halkımın bir üyesi” dedi. “Beni daha önce hiç görmediği halde kim olduğumu nereden bilebiliyor?” diye düşündü küçük prens.

Kralların dünyayı çok basit bir gözle algıladıklarını bilmiyordu. Krallara göre bütün insanlar, onların emirleri altında bulunan kimselerdi. “Biraz daha yakına gel de seni iyice göreyim” dedi kral. Nihayet emir verecek birini bulduğu için, oldukça kibirlenmişti.

Küçük prens oturabileceği bir sandalye bulmak için çevresine bakındı, ama kralın kürkü bütün gezegeni kaplamıştı. Bu yüzden ayakta kaldı ve yorgun olduğu için de esnedi. “ Kralın karşısında esnemek görgü kurallarına aykırıdır, esnemeni yasaklıyorum” dedi kral. “Ama buna engel olamıyorum” dedi küçük prens şaşkınlıkla. “Uzun bir yoldan geldim ve hiç uyumadım.”

“O halde esnemeni emrediyorum” dedi kral, “Yıllardır esneyen birini görmedim. İnsanların nasıl esnediğini merak ediyorum. Haydi şimdi yeniden esne. Bu bir emirdir.” Küçük prens kıpkırmızı olmuştu. “Beni korkutuyorsunuz. Artık esneyebileceğimi sanmıyorum” dedi. “Demek öyle. O halde arada bir esnemeni- arada bir de…” Sözünü tamamlayamadı, çünkü kızgınlıktan öksürmeye başladı. Otoritesine çok önem veriyordu anlaşılan. Emirlerine karşı gelinmesine hiç tahammülü yoktu. (Antoine de Saint-Exupery, Küçük Prens, 1943)

(¹) “Sayısal bir mesele olarak Sayın”, 2 Mayıs 2021, Serbestiyet. 

YAZI RESMİ: Amerikalı karikatürist, illüstratör William Steig’ın Wilhelm Reich’ın “Dinle küçük adam” kitabına yaptığı çizimlerden. 95 yaşında ölen Steig, Shrek’in de yaratıcısıydı.

- Advertisment -