Ana SayfaYazarlarAKPM kararı ve gerçekler

AKPM kararı ve gerçekler

 

Referandumun heyheyli günleri artık geride kaldı.

 

Türkiye’nin üst üste yığılmış ağır sorunları çözüm bekliyor.

 

Bunlardan biri de Avrupa ile neredeyse kopma noktasına gelen ilişkiler.

 

AKPM (Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi) Genel Kurulu 25 Nisan 2017’de Türkiye’nin “denetime alınması”na karar verdi.   

 

İzleme Komisyonu üyesi ve Türkiye raportörü Estonyalı Marianne Mikko ile Norveçli Ingebjorg Godskesen’in hazırladığı “Türkiye’de demokratik kurumların işleyişi” başlıklı raporu, AKPM Strasbourg’da görüştü.

 

Raporda ileri sürülen gerekçeler ve önerilen tavsiyelere uyan genel kurul, kararı oy çokluğu ile aldı.

 

AKPM’nin 318 parlamenter üyesi bulunuyor. Bunların 158’i oylamaya katıldı. 113’ü karar yönünde oy kullanırken 45’inin tercihi karar aleyhine oldu. 12 üye ise çekimser oy kullandı.

 

Bu karar alınırken AKPM’nin yekpare bir yapı sergileyemediği, karşımızda bir “Haçlı Bloku” olmadığı da ortaya çıktı.

 

Üzülmemek elde değil

 

Rapor esas olarak 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL uygulamalarını ve KHK’lar vasıtasıyla alınan kararları eleştiri konusu ediyor. Türkiye’de demokratik kurumların işleyişinde ciddi bozulmalar olduğuna dikkat çekiyor. 

 

AKPM bu kararın bir ceza olarak görülmemesini ve ilişkileri yeniden düzenlemek için bir fırsat olarak değerlendirilmesini istiyor.

 

Türkiye’nin denetime alınması ilk değil. İlk kurucularından olduğu AKPM tarafından 1996 yılında da denetime alınmış; ancak AK Parti iktidarının ilk yıllarında, kapsamlı demokratikleşme reformlarının yapıldığı süreçte 2004 itibariyle denetimden çıkmış ve aday üyelik sürecine kabul edilmişti.

 

Bu durumun can sıkan birçok yönü var. Ama AB’ye aday üye olduktan yıllar sonra dönüp bir kez daha denetime alınmış olmak iyice can sıkıcı.

 

İlk denetime yol açan şartlar

 

1996’da hangi gelişmeler denetime yol açmıştı; bazılarını kısaca hatırlayalım.

 

DYP-SHP koalisyonu dönemiydi ve Tansu Çiller başbakandı. PKK’ya karşı devlet “düşük yoğunluklu savaş” politikasını uyguluyordu. Kürtlerin yoğun olduğu illerin hemen hepsinde OHAL vardı. Bölge halkı devlet politikaları karşısında inim inim inliyordu Faili meçhul cinayetler ve kayıplar had safhadaydı.

 

Devlet terörü ve devlet içinde çeteleşme iktidar mahfillerinin hem tercih ettiği, hem de göz yumduğu bir politikaydı. Gazetecilerin tutuklanması ve öldürülmesi sıradan hale gelmişti. Sivas Katliamı da bu dönemin önemli olaylarından biriydi. En sıradan demokratik hak ve özgürlük talepleri  bile baskıyla karşılanıyordu.

 

O şartlarda AKPM’nin aldığı denetim kararı hiç şüphesiz ülke adına üzücü bir şeydi, ama gidişatın yönü de apaçık ortadaydı. Türkiye kurucu olarak altına imza attığı demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve özgürlükleri prensiplerine bağlı bir ülke olma taahhüdünün dışına çıkan politik bir yöne savrulmuştu.

 

Şimdiki denetimin sebepleri

 

25 Nisan 2017 tarihli denetim kararına gerekçe olan duruma da bakmalıyız.

 

Özellikle Ortadoğu’da başlayan Arap Baharı’na yaklaşım, Gezi Olayları ve onu takip eden dönemde yaşananlardan hareketle, AB çevrelerinin Türkiye’ye bakışı hayli değişti ve olumsuzlaştı.

 

Çöken” Barış ve Çözüm Süreci”ni izleyen gelişmeler toplumu epey sarsmıştı. PKK’nın “yeni devrimci halk savaşı”na ve 20 kadar yerel birimde “özyönetim” ilanına, ardından gelen hendek-barikat eylemlerine karşı devletin yanıtı olağanüstü sert olmuş ve Avrupa’dan orantısızlık eleştirisi almıştı. Birçok yerleşim yerinin harabeye dönüşmesinden ve yüksek sayıdaki ölümden devlet sorumlu tutuluyordu.

 

HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılıp eşbaşkanlarının ve çok sayıda milletvekilinin tutuklanması; belediye başkanlarının görevden alınıp yerlerine devlet memuru vali ve kaymakamların kayyum olarak atanması ise daha ağır eleştirilerin konusu oldu. Hükümetin çok sert bir şekilde karşı çıktığı Terörle Mücadele Yasası’nın değiştirilmesi önerisi de AB tarafından bu ortamda dillendirilmişti.

 

15 Temmuz sonrası

 

Özellikle 15 Temmuz 2016 FETÖ darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL, hükümet tarafından “yalnızca darbeyle ilişkili olanlara karşı verilecek mücadele için gerekli” denilerek savunulmuştu. Ama iş uygulamaya gelince, bu sınırlar olağanüstü aşıldı. İlgili ilgisiz bütün muhaliflere karşı açık demokrasi, hukuk ve insan hakları ihlallerinin yapıldığı bir durum oluşunca, Avrupa’dan şikayetler ciddi ölçüde arttı.

 

Suçlu suçsuz ayırımı dikkatlice yapılmadan işlerinden atılanlar, tutuklananlar onbinlerle ifade edilir oldu. Binlerce akademisyenin üniversitelerden uzaklaştırılması, gazetecilerin tutuklanması, mülkiyet hakkının tartışmalı hale gelmesi eleştiri dozajını yükseltti. Bu kez, sonu denetime varacak daha ağır uyarı sinyalleri gelmeye başladı.

 

Nihayet, OHAL ve KHK uygulamalarının keyfiliğine karşı hak arama mekanizması olarak yine KHK kararıyla bir komisyon oluşturuldu — ama Bülent Arınç’ın onca yalvarmalarına karşın, atama yapılmayarak uzun süre işlerlik kazanmadı. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı ise OHAL şartlarında işlemiyordu.

 

AB çevreleri başkanlık sistemine geçiş için referanduma gidilmesini de olumlu karşılamadı. Anayasa değişikliğinin içeriğini, OHAL şartlarında halkoyuna gidilmesini ve kampanyadaki eşitsiz şartları eleştirdiler. Referandum döneminde başta Hollanda olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinin özellikle AK Parti yöneticilerinin oradaki vatandaşlarla toplantı yapmalarını olur olmaz gerekçelerle engellemeleri ilişkileri büsbütün bozdu. Üzerine, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın idamı tekrar tekrar gündeme getirmekten vazgeçmemesi ipleri iyice geren birt diğer faktör oldu.

 

Türkiye tarafında, sık sık Batı ülkelerinin darbe girişimi karşısında Türkiye’nin meşru hükümetini ve cumhurbaşkanını yalnız bıraktıklarına işaret edildi. Bu ülkelerin özellikle PKK, PYD ve darbe girişimi sonrası kaçan FETÖ mensuplarıyla geliştirdikleri ilişkiler gündeme getirildi. AB’nin hiyerarşik ve üstenci davranışlarına karşı çıkıldığı ifade edildi. Karşılıklı sert açıklamalar ve tavırlar birbirini izledi. Mülteci Anlaşması, vize, Kıbrıs gibi neredeyse her mevzuda anlaşmazlık sesleri ayyuka çıktı.

 

İkinci denetime alınma kararı en genel hatlarıyla bu gelişmelerin ardından geldi.

 

Sevinilecek bir durum yok!

 

Bu elbette sevinilecek; “oh iyi oldu, burunları sürtülecek” türü bir hafiflikle karşılanacak bir olay değil. Çünkü olası bir Turexit’le “kendi yolumuza” giderek veya AB’nin ilişkileri bitirmesine alkış tutarak ülkenin ve yurttaşların kazanacağı bir şey yok.

 

Durum şimdi her bakımdan ciddi ve kapsamlı bir muhasebe yapmayı gerektiriyor.

 

Olan biteni “AB bünyesindeki bazı ülke ve çevrelerin siyasi operasyonları”na bağlamak ya da “Türkiye’yi yükselişini engelleme çabaları”ndan dem vurmak gibi, kulağa tanıdık gelen ve duyguları okşayan klişe yaklaşımlarla izah etmeye çalışmak, bana kalırsa artık günü kurtaramaz.

 

Toparlayıcı girişimler desteklenmeli

 

Nitekim iktidar çevrelerinden gelen işaretler de, hızla gerçeğe dönüşün başladığını ve ilişkileri yeniden rayına sokma yönünde bazı ciddi adımların atılacağını gösteriyor. 

 

AB ülkelerinin geçtiğimiz günlerde Malta’da yaptığı Dışişleri Bakanları Gayriresmi Toplantısına katılan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da “olumsuz havanın değişmeye başladığını” ifade etti.

 

Anlaşıldığı kadarıyla, önce NATO toplantısı vesile edilerek bazı Avrupalı liderlerle Cumhurbaşkanı Erdoğan görüşecek ve takiben, ilişkileri yeniden ele almak üzere bir AB -Türkiye zirvesi yapılacak.

 

Konuların önem ve ağırlığına bakılınca iki taraf için de işlerin kolay olmadığı görülüyor. Ama diyalog ve yapıcı müzakereden başka bir anlamlı çıkış da ufukta görünmüyor.

 

Bu nedenle, ister AK Parti hükümetinden, ister AB kurumlarından, ister sivil girişimlerden gelsin, yakınlaştırıcı bütün adımların desteklenmesi evvelemirde Türkiye’nin yararına olacak.

 

Gözardı edilemeyecek dört nokta

 

Yeniden görüşmeler başlayacaksa, bazı konuların altını çizmekte yarar var.

 

(1) Avrupa’dan gelen eleştirilerin ardında hangi hesap yatarsa yatsın — ki bazı ülke ve yönetimler için bu doğru olabilir — işaret ettikleri konulardan bizim vatandaşlarımızın önemli bir bölümü de mağdur ve şikayetçi. Bu gerçeklik, bahaneler bir yana bırakılarak AK Parti tarafından da samimi bir şekilde dikkate alınmalı.

 

(2) 2004 yılında AK Parti, Türkiye’yi denetimden çıkarmak için çaba gösterirken ve reform yaparken, arada bazı önemli farklar olsa bile, az çok bugünküne benzer şekilde köklü bir demokratikleşmeye acilen ihtiyaç vardı. İstenirse olabileceğini herhalde bundan iyi gösterecek örnek yoktur.

 

(3) Giderek derinleşme temayülü gösteren karşılıklı güvensizlikler söz konusu ve bunun aşılması hiç şüphesiz kısa zamanda olamaz. Ama karşılıklı kararlılık ve taahhütlere sadakat bu sorunun üstesinden gelinmesini sağlayabilir.  

 

(4) Yüzyıllardır içinde Avrupa’nın da bulunduğu ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel havzada kendine bir gelecek inşa etmeye çalışan bir Türkiye söz konusu. Bu ülkeyi onca birikimine rağmen oradan söküp belirsizliğe taşımak kolay bir şey değil. Üstelik bunun doğru olmayacağının sayısız göstergesi de var. Bu gerçeği yakından bilenlerin başında da hiç şüphesiz hükümet geliyor.

 

Türkiye’nin haklı olduğu noktalar var ama…

 

Bazı kesimlerde, AB-Türkiye ilişkisinde Türkiye’nin baştan ve baştan aşağı haksız olduğu gibi bir yaklaşım var. Ama kabul edelim ki, Türkofobiye dönüşmeye yüz tutmuş ve giderek güçlenen İslamofobi ile çok vitesli olmayı önüne koymuş Avrupa’da, bırakın kendisine karar mevkilerinde yer verilmek istenmemesini; doğru dürüst, hani mesela onur kırıcı olmayan herhangi bir konum dahi sunulmayan Türkiye’nin, Avrupa’ya karşı en azından bazı eleştirilerinde haksız olduğu söylenemez.  

 

Ama bunların Avrupa’yla bağları koparıp atacak noktaya taşınmasının, kısa vadede de, orta ve uzun vadede de Türkiye’ye getirisi olmaz. Hele toplumsal hafızamızdaki tarihi izlerin bugünkü gerçekliğimizin ve ihtiyaçlarımızın önüne geçmesine, hiç mi hiç izin vermemeliyiz.

 

Elbette AB’nin kendi yapılanmasının birçok yönden sarsıntı geçirdiğini ve geleceğine dair soru işaretleri doğduğunu da görüyoruz. İngiltere’nin çıkışıyla ciddi bir güç kaybına uğradı. Birçok üye ülkede aşırı sağcı, popülist, faşizan partilerden bu doğrultuda talepler yükseliyor.

 

Bu koşullarda, Türkiye’siz bir Avrupa dünyanın hangi terazisinde kayda değer bir ağırlık çekebilir?

 

Denilecek ki 60 yıldır AB kapısındayız. Bu doğru.  Bizi birliğe dahil etmeleri kolay değil. Türkiye’ye bir çok  yönden farklı davrandıkları belli. Ama bizim de çok partili sisteme geçtiğimizden beri doğru dürüst bir demokrasi inşa edemediğimiz açık değil mi?

 

AB’nin yolu, kendisinden önemli

 

Hiçbir şey elde edemesek bile,  AB yolu hiç olmazsa bu doğrultuda gelişme kaydetmemize hizmet ediyor. Daha önce de ifade etmiştim; Türkiye için AB’nin yolu kendisinden de önemlidir.

 

Bu nedenle Türkiye, artık çok çok ciddi alarm veren demokrasi sorunlarını, olur olmaz bahanelerle bir kez daha ertelemeden çözmek yönünde kapsamlı adımlar atmak zorundadır.

 

Kendimizi Rusya, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan, Moldova ve Ukrayna gibi ülkelerle aynı kümede görmek bizi üzüyor ve haksızlık yapıldığını düşünüyorsak, herşeyi tersine çevirmek biraz da bizim elimizde.

 

Bu bakımdan “Kopenhag kriterlerini Ankara kriteri yapar ve yürür gideriz” gibi efelenmelerle, “dünya devleti oluyoruz” gibi şişinmelerle zaman kaybedilmemelidir.

 

Bu sorunun aşılmasında temel manivela, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti hükümetinin Türkiye’yi bu noktaya getiren son birkaç yılı eleştirel bir şekilde gözden geçirip bir düzeltme hareketini başlatmalarıdır.

 

OHAL’in kaldırılması, KHK uygulamalarına son verilmesi, tutuklu gazetecilerin serbest bırakılması iyi bir başlangıç olabilir.  

 

- Advertisment -