Ana SayfaYazarlarŞemsi Paşa Camii’nin böğrüne saplanan kazık

Şemsi Paşa Camii’nin böğrüne saplanan kazık

 

Yıllardır ülkenin siyasi yönetimi de, tarihi şehirlerimizin çoğunun yerel yönetimleri de, geleneklere ve tarihi mirasa sahip çıktığını söyleyen muhafazakâr bir partinin ve ekibin elinde.

 

Memleketi ekonomik olarak kalkındırma, her alanda büyüme, nüfus artışıyla ve topraktan koparak durmaksızın büyük şehirlere akan eski köylü, yeni kentli kitleler için iş sahaları açma, bütün muhafazakar-modernistlerin olduğu gibi AK Parti’nin de hedefleri arasında.

 

Zamana, partilere ve kişilere göre bazı farklılıklar taşısa da, Menderes, Demirel, Özal ve nihayet Erdoğan dönemlerinde muhafazakâr hattın politik tercihleri ve uygulamaları aşağı yukarı böyle oldu.

 

Çimento ve demirle nereye kadar…

 

Ama hem muhafazakâr olduğunu söyleyip, hem de dağa taşa, suya toprağa, ağaca ve ormana, denize, meraya, meydana ve nihayet binlerce yıllık zengin tarihi mirasa, olur olmaz gerekçelerle bu kadar tartışmalı müdahalelerde bulunan başka bir iktidar gördük mü derseniz, evet demenin kolay olmadığı ortada.

 

Kentler, kentlerin tarihi bölgeleri ve yeşil alanları — olan bitene tahribat diyeceksek — bu tahribatın en açık göründüğü alanlar. Her kazma vurulan, her temel atılan yerde bir tarih yıkımı, bir yeşil alan, su, göl, ağaç ve/ya orman kıyımı gündemimize düşüveriyor.

 

Beton hayatımızı, bugünümüzü ve neredeyse yarınımızı teslim almış durumda. Güzelim ahşap ve taş bileşimi yapı mirasımızın yerinde yeller esiyor.

 

Kentle, çevre ve ekolojiyle, tarih ve kültür mirasıyla kurulan bu yıkıcı ilişkinin sadece muhafazakâr sağa özgü olduğunu söylemek de gerçekleri tam ifade etmez. Sağı ve soluyla toplum olarak anlamlı bir duyarlılık eşiğinden halen oldukça uzaktayız.

 

Yine de fazla haksızlık etmeyeyim;  bu iktidar döneminde ağırlığını Osmanlı ve Selçuklu yapılarının oluşturduğu eski yapıları restorasyon yoluyla ihya etme ve yaşayan mekânlar haline getirme yönünde hayli çaba sarfedildiğini de görüyorum.

 

Öte yandan bunların çoğunda da, günümüzde tarihi eser restorasyonu alanında geçerli temel ilke ve uygulamaları boşlayıp, ehliyetsiz ellerde ”Laz müteahhit işi” gıcır gıcır yeniden inşa yoluna giderek dünya mimari mizahına konu olmaktan kendimizi alamıyoruz.

 

AK Parti iktidarının büyük sorumluluğu

 

Bakınız,  bir taraftan AK Parti Hükümeti’nin dikkatli ve duyarlı Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı aylar boyu uğraştı; Antalya’daki Perge antik kentinde bulunup 2001’de İsviçre’ye kaçırılan, mitolojik öyküsü ve yüksek kabartmalı heykeltraşi üslubuyla ünlü, Roma dönemine ait ve İS 2. yüzyıla tarihlenen Herkül Lahti’nin yeniden Türkiye’ye iade edilmesi meselesini çözdü ve şimdi başkalarının peşinde.

 

Ama öte yandan aynı dönemde hükümetin bir başka yetkilisi, Bilim, Teknoloji ve Sanayi Bakanı Faruk Özlü, sanayii geliştirme adına öyle bir proje getirdi ki, az kalsın binlerce yıllık sağlık, yaşam, beslenme, kültür, ticaret ve hafif sanayi birikimimizin temel ögesi olan zeytinliklerimiz inşaat greyderleriyle ezilerek toza toprağa karışacaktı. Neyse ki, ortak sağduyu galip geldi de proje geri çekildi. Ama anladığım kadarıyla Bakan Özlü görüşünde halen ısrarlı. Tasarıyı yeniden getirebileceğini ifade ediyor.

 

Uzun süreden beri insanları mahalle kültürü ve ilişkisinden koparıp parlak ambalajların içine paketlerken aynı zamanda İstanbul’un siluetini de bozan ve rüzgar akışlarını altüst eden gökdelen furyasının, şimdi büyük şehirlerden Anadolu kentlerine doğru kaydığını görüyoruz.  

 

Semt sakini ile esnafı arasındaki binlerce yıllık çarşı kültür ve iletişiminin yok olması pahasına gündelik ticareti uluslararası marka ve tekellerin eline teslim eden, ama zor zamanlarda bütün acımasızlığı ve dayanışmadan uzaklığı kabak gibi ortaya çıkan AVM çılgınlığı ve ölçüsüzlüğünden hiç konuşmayalım.

 

Problem ortada. O bakımdan örnekleri daha fazla çoğaltmanın da anlamı yok.

 

Meselelerde dengeyi tutturmakta, makul ve sürdürülebilir olanı bulmakta nedense bir türlü başarılı olamıyoruz. Ne mevcut kentlere sahip çıkmayı beceriyoruz, ne de doğru dürüst yeni kentler kurabiliyoruz. Velhasıl 81 vilayetimiz ve çok sayıda kentimiz var ama onlarla başımız dertte bu açılardan.

 

Muhafazakârlık deyince…

 

Bugün merkezi ve yerel yönetimlerimizin büyük bölümüne hükmeden ve siyasi kimlik tanımlarının önüne demokrat sıfatını da  koymayı asla ihmal etmeyen muhafazakârlar (ya da muhafazakâr demokratlar) asıl muhatabımız olduğuna göre, farklı tanımları ve alt grupları olsa bile “muhafazakarlık kavramı nedir, ne değildir “ sorusuna, hiç olmazsa sözlük düzeyinde genel ve iddiasız bir açıklık getirmenin uygun ve gerekli olduğunu düşünüyorum.

 

Malûm; muhafazakarlık düşünsel olarak da, siyasi olarak da esas itibariyle yelpazenin sağında yer alıyor. Bazı felsefeciler onu temel felsefi kategorilerden biri olarak görmemekle beraber, özellikle 1789 Fransız Devrimini izleyen düşünsel tartışma ve politik tercih farklılaşmaları çerçevesinde böyle bir kümenin ortaya çıktığı ifade ediliyor.

 

Bu düşünsel ve siyasal yaklaşımın bir süre sonra Osmanlı topraklarına da yansıdığını, temsilcilerini bulduğunu ve kökleşmeye başladığını; 20. yüzyılın karmaşık etki ve tepkileri içinde daha da belirginleştiğini; fikir ve siyaset hayatımızda birçok kişi ve akıma yansıdığını biliyoruz.     

 

Bu düşünce ve siyaset, hemen her noktada tarih içinde şekillenmiş ve o âna kadar gelmiş haliyle dini, geleneği, toplumsal değerleri, kurumları, bu arada aileyi ve kültür mirasını korumayı savunuyor. Özellikle de, hangi dolayımla gelirse gelsin kökten değişimlerin karşısında yer alıyor; söz konusu değer, kurum ve geleneklerin “olduğu gibi” devamından yana bir tavır ortaya koyuyor.

 

Günümüzde muhafazakârlık, bilimsel ve teknolojik gelişim ve değişimr sırt çevirmiyor. Ancak bu ve benzeri dinamiklerin toplumsal hayatta, kültürde, inançlarda, ibadette,  ailede, kadın-erkek ilişkilerinde vb radikal sonuçlara yol açması olasılığına mesafeli duruyor; tedrici bir uyum ve değişime kapı aralıyor.

 

Bu kapsamda muhafazakârlık, çok kapsamlı bir düşünce sistemi değilse de, geleneksel sosyal etmenlerin muhafaza edilmesini destekleyen bir duruş ve tavır olarak anlaşılıyor.

 

Tahribatın arkasında ne var?

 

Fazlasını ilgili olanlara bırakıp konumuza dönecek olursak, herkesin kafasını meşgul eden soru şu: Altını çize çize muhafazakâr olduğunu söyleyen bir iktidar, ister merkezî ister yerel boyutlarıyla, her yanından tarih fışkıran bir ülkeye nasıl bu kadar hoyrat davranabiliyor?

 

Rant peşinde koşmak; ne pahasına olursa olsun kalkınmak ve iş yaratmak; bilgisizlik, üniversitelerdeki birikime başvurmayı kısıtlayıcı görmek; muhalif oldukları gerekçesiyle uzman kurum ve kişilerle çalışma ve dayanışmadan yana olmamak; uluslararası bilgiden ve uzman personelden yararlanmamak; halkın duygu, düşünce, irade ver uyarılarını önemsememek… gibi sayısız neden sıralanabilir. Bunların kimi bugüne, kimi geçmişe değebilir; ama sorunun arka planında aşağı yukarı bu tür faktörler yatıyor.    

 

Fazla uzatmayayım; aslında sözü Üsküdar’ın göğsündeki pırlanta broşa, Mimar Sinan’ın nadidelerinden Kuşkonmaz Camii’ne getirmek istiyorum.

 

Üsküdar’ın göğsündeki pırlanta broş

 

Diğer heybetli yapıların arasında, zarif ve narin yapısıyla kıyıda sessiz sakin süzülür. Göze batmaz ama hep fark edilir. Gençlik yıllarımda fakülteye giderken Selimiye Çiçekçi’deki evimizden çıkar, Tunusbağı tarafına sapar, Doğancılar Parkı’na varınca da caddenin sağında biraz aşağılarda bulunan Ahmediye istikametine döneceğime dümdüz yokuş aşağı kaptırıp koşar adımlarla 20-25 dakikada yakınına varır, hafif kıvrılarak az ilerisindeki Eminönü iskelesine ulaşırdım.

 

O zamanlar caminin arka taraflarında Tekel binası,  Eminönü iskelesiyle arasında ise Kabataş arabalı vapur iskelesi bulunurdu.

 

Asıl adı Üsküdar Ahmet Şemsi Paşa Camii. Padişah II. Selim döneminde yapılmış. Açıldığı 1580’den beri, neredeyse 440 yıldır hizmet veriyor. Osmanlı’nın ünlü mimarbaşısı Sinan’ın bu eserini, işin uzmanları üzerine kurulu olduğu alanı çok dikkatle kullanan, ölçü ve ölçekte mütevazı, estetikte zarif, fonksiyonda yeterli küçük bir mücevher olarak tanımlıyor.

 

Candaroğlu Şemsi Ahmet Paşa ve kuşkondurmaz armoni

 

İşin söylencelere konu olan çok hoş tarafları da var.  O sırada sadarette Sokollu Mehmet Paşa bulunmakta. Sultan II. Selim’in kızı Gevher Sultan, zamanın vezirlerinden Piyale Paşa ile dest-i izdivaç eylemiş. Bu durum, gönlünden Gevher Sultan’ı geçiren (Kastamonu’nun Candaroğlu’larından Kızıl Ahmed Bey’in torunu) Şemsi Ahmet Paşa’nın canını hayli sıkmış. Fakat kader işte, ne yapsın! Durumu sineye çekerse de içi içine yemeye devam eder. Çatacak yer arar ve acısını, sadrazamla yaptığı bir muhabbette ondan çıkarmak ister.

 

O sıralar Sokollu, Edirne’deki Selimiye Camii’nin küçük bir benzerini, daha doğrusu minyatürünü Sultanahmet’te yaptırmış. Lakin güvercini, martısı, kargası, kumrusu ve serçesi bol İstanbul’da camilerin temiz kalması kolay değil. Her tarafını kuş pisliği kaplamı bu yüzden. Şemsi Paşa lafı yapıştırır: “Paşam yaptırdığınız camii çok güzeldir, velâkin kuş pisliğinden geçilmiyor!” Sokollu Mehmet bu lafın altında kalacak kişi değildir: “Efendim, kuşlar Allahın mahlûkatıdır. Gökyüzüne açık olan her mekân bundan nasibini alacaktır.”

 

Aradan zaman geçer ve Ahmet Şemsi Paşa gönül acılarını yavaş yavaş unutur. Artık yaşlanmıştır ve kendisinden sonra adının yaşaması için bir eser bırakmak ister. Bu da dönemin maddî ve manevî koşulları gereği anıtsal bir dinî yapı demektir. Diğer Osmanlı seçkinleri gibi Şemsi Paşa da camide, daha doğrusu küçük bir külliyede karar kılar. Lâkin tam o sırada aklına Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’yla yaptığı tatlı atışma gelir. İstanbul’da kuşların pislemiyeceği bir yapı inşa ettirmek ona imkansız görünür ama sonunda ona böyle bir yeri Mimar Sinan bulur. Karadeniz, Marmara ve Balkanlardan kopup gelen rüzgarların kesiştiği, Boğaz akıntısının da hep sert dalgalarla dövdüğü bu noktayı gösterir. Fırtınaların dinmeyen uğultusu ile kıyıya vuran dalgaların yarattığı armoni, bütün kanatlıları Üsküdar’ın o köşesinden uzak tutmaktadır. Mimar Sinan bu! Yapılamaz olanı yapmış ve Üsküdar’ın o köşesine kuşların konamayacağı bir camiyi kondurmuştur. Caminin adı halk arasında süratle “Kuşkonmaz”a çıkar. Ne yazık ki adını taşıyacak bu caminin açılışını görmeye Şemsi Paşa’nın ömrü vefa etmez. Haziresinde inşa edilen türbede, kuşları camisine uğratmayan doğayı dinlemeye yatar.

 

Üsküdar’a yazık etmeyin efendiler!

 

Söylence bu; yanlıştır doğrudur bilinmez — ama üç beş kişi oturup çay içerek Boğazın keyfini çıkaracak diye, asırlardır kuşların konmaktan sakındığı Şemsi Paşa Camii’nin böğrüne kazık çakıp duvarlarını çatlatanları da gördük sonunda. Hem de bizim İstanbul’u ellerine emanet ettiklerimiz oluyorlar.

 

Dile kolay; beş yüz yıldır sapasağlam yerinde duran ve inanç sahiplerine hizmet veren bu eser, Üsküdar Meydanını genişletiyoruz derken neredeyse yıkımın kıyısına sürüklendi. Geride bıraktığımız asırların yapamadığını, muhafazakârım diye kurum kurum kurumlanan belediye yöneticilerimiz üç beş gün içinde yapıverdi.

 

Deniyor ki: Üsküdar Meydanı Marmaray girişleri nedeniyle bütünlüğünü zaten kaybetti. Bu estetik yoksunu kaba saba beton binalar, meydana karakterini veren tarihi binalarla uyumsuzluk yaratıyor. Halkın deniz kıyısına fiziksel ve görsel ulaşımı sevimsiz engellere takılıyor. Ortada neredeyse meydan diye bir şey kalmadı. Bunlar yetmezmiş gibi bir de düzensiz toplu taşıma yığılması var. Bunlar tam bir kaos yaratıyor. Meydana bakan Mihrimah Sultan Camii, Yeni Valide Sultan Camii ve Şemsi Paşa Camii ile Cedit Valide İmareti, bir Osmanlı kentinin birbirini bütünleyen parçaları olmaktan çıkıp tekil varoluşların düzensizliğine savruldu. Bunun önüne geçilmesi için alanlar açılsın. Sahil kazıklarla doldurulsun. Yollar yapılsın. Meydan büyüsün. Falan filan…

 

Sormazlar mı insana; Üsküdar Meydanı’na Marmaray giriş ve çıkışları yapılırken, siz Büyükşehir ve Üsküdar belediyelerini yönetenler, acaba neredeydiniz?

 

Üsküdar, Diyar-ı Rum’un ilk önemli Osmanlı yerleşmelerinden biri değil mi? En nadide tarih ve kültür eserleri bu ilçede bulunmuyor mu?  Yok mu aranızda bunun farkında olan; tarihi kentlerde girişilecek mimari düzenlemelerin nasıl olması gerektiğine dair iki satır okumuş olan?

 

Ara sıra halka kulak verseniz, daha iyi olmaz mı?

 

Bildiğiniz gibi, yükselen kamuoyu tepkisi üzerine İstanbul Belediyesi projenin o bölümü hemen durdurdu. Başkan Kadir Topbaş gerekçelerini açıkladı. Durdurulması ve o bölümden vazgeçilmesi elbette iyidir ve hayırlı olmuştur.

 

Topbaş bu arada caminin içinde çatlak oluşmadığını da duyurdu. Projeye girişmeden önce Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan onay aldıklarını da söyledi. Çalışma arkadaşlarını bu gibi tarihi eserler söz konusu olduğunda daha hassas davranmaları için uyardığını vurguladı.

 

Çakılmış bulunan kazıkların çıkarılmasının da camiye hasar vermesi ihtimali varmış. Kesilecek ve yol çalışmalarında caminin kıyısındaki o bölge pas geçilecek, yol yapımı diğer taraflarda devam edecekmiş. 

 

İyi de, Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu nasıl bir kurul ki, konuyla ilgisi olmayanların dahi tehlikeyi çıplak gözle görüp gösterebileceği böyle bir konuda, nasıl bu kadar rahat karar verebiliyor — diye sormayacak mıyız?

 

Binlerce tarihi eserin bulunduğu bir büyükşehir belediyesinin karar verici ve uygulayıcıları nasıl olsa onayı aldık, yürüyüp gidelim diyorrsa, bu şehir böyle bir hoyratlığa daha ne kadar dayanabilir?

 

Bu proje gündeme geldiğinde, muhafazakâr dünyanın kendi içinden vakitlice uyaranlar olmuş mudur, doğrusu bilmiyorum. Ama gelinen nokta itibariyle birçok yazar ve aydın yapılan işin yanlışlığını anlatıyor ki, bu da umutlarımın artmasına yol açıyor.

 

Gidenlere saygı, gelecek nesillere borç

 

Öğrencilik yıllarımda, küçük arkeolojik eserlerin restorasyonu konusunda Topkapı Müzesi’nin kıdemli heykeltraşlarından bir yıl süreyle sıkı bir eğitim almıştım. Hem katıldığım kazılarda, hem de fakültedeki restorasyon atölyesinde, avuç içi kadar eserlerin restorasyonlarını bile hocalarımızın ve müze müdürlerinin gözetiminde, kullandığımız malzemeden boyasına kadar adım adım denetlenerek yapardık.

 

O eserler yalnızca bize değil bütün insanlığa aitti ve aittir. Geride kalmış olanlara saygımız ve gelecek kuşaklara borcumuz açısından onları gözümüzün bebeği gibi korumak zorundayız. Çünkü onlara vereceğimiz zararın geri dönüşü olmaz. Bu işlerin kırk kere düşünülüp bir kere yapılması icap eder.

 

Tarihten bize miras eser ve değerler, tabiattan emanet varlıklar, maalesef “muhafazakârız” demekle otomatikman korunamıyor.

 

Geçmiş bayramınızı kutluyorum.

 

 

         

- Advertisment -