Demirel’in alamet-i farikalarından biri, merkez sağ siyasetin kavram seti içinde yer alan bütün kavramların (muhafazakâr, milliyetçi, devletçi, liberal vb.) üzerine oturabilmesidir. Bu siyasal kimliklerinin hepsinin içine girebilir, hepsini kendine yakıştırabilir ve dönemin şartlarına uygun olarak kimliklerden birine ağırlık verirken, diğerlerini paranteze alabilir veya ikincil kılabilir.
1965-1971 döneminde Demirel, liberal tınılar verir. Toplumsal muhalefetin yükselmesinden rahatsız olsa da, buna karşı zorlayıcı ve yasaklayıcı tedbirler almamakla, 15-16 Haziran 1970’de yapılan büyük işçi yürüyüşünden sonra uygulanan yaklaşık üç aylık sıkıyönetimden başka olağanüstü rejime itibar etmemekle övünür. En çok atıf yapılan üç sözünden biri olan “Yollar yürümekle aşınmaz”ı (diğer ikisi, “Dün dündür bugün bugündür” ve “Bana milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz”) bu dönemde sarf eder. Bora, bu sözün sağ siyaset için taşıdığı anlamın önemli olduğuna değinir:
“Yollar yürümekle aşınmaz söyleminde, liberal-demokratik bir moment de yok değildir. Belagattir, retoriktir -fakat güçlü, etkili bir retoriktir. Kendi tabanına ve seçmenlerine hitaben, onların devlet şiddeti talep eden rahatsızlığını yatıştırmak üzere yapılmış bir çıkış olduğunu da unutmamak gerekir. Adeta Demirel, demokratik hak ve özgürlüklerin kullanımında ‘aşırıya’ gidilmesine tepki gösteren tabanını, bu hak ve özgülükleri içlerine sindirmeleri ve hoşgörüyle karşılamaları yönünde ‘eğitmeye’ çalışmaktadır… Dolasıyla ‘yollar yürümekle aşınmaz’ı, Türk sağ siyasetinin geleneği içinde hayli zayıf olan liberal demokratik momentin bir belirme anı olarak görebiliriz.” (s. 167)
1971-1973 döneminde Demirel, liberal tınılardan uzaklaşır, devlet marşı terennüm etmeye başlar. 1970’lerden itibaren devrimci sosyalist hareketin radikalleşmesi ve kitleselleşmesi, onu da sertleştirir. “Sokak” artık bir sorundur ve bu, hükümetten çok devletin sorunudur. Devlet, sokağı hal yoluna sokmak için anayasal hak ve özgürlükleri kısıtlamalı, otoritesini göstermelidir. Güçlü olmalıdır devlet; cezalandırma kabiliyeti konusunda bir şüphe uyandırmamalıdır. Demirel, bu meyanda, askerlerin işkence yaptıkları iddialarının Meclis’te araştırılmasını engeller, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamlarını hararetle destekler, Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Milli Nizam Partisi’nin kapatılmasını memnuniyetle izler.
“Konuşurum Apo olayını Ecevit’le, çıkar Kürtleri kışkırtan demeçler verir.”
1973-1980 döneminde Demirel, milliyetçilik kılıcını kuşanır. Sağın çatı lideri olarak iki Milliyetçi Cephe (MC) hükümetine başkanlık eder. MC hükümetleri anti-komünist bir zeminde kurulur, sürekli topluma bir sol korkusu pompalar ve bunun üzerinden saldırgan bir siyaset izler. “Bana milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz” diyen Demirel, sağcı grupların işlediği suçları “Ama onlar devleti yıkmayı amaçlamıyorlar” argümanıyla bir nevi meşrulaştırırken, solcu grupları hedef tahtasına oturtur.
1970’lerin sonlarına doğru Kürtler ile komünistleri birbirine ilintilendirir; Kürt sorunun sol tarafından kışkırtıldığı söylemini satın alır. Ecevit’in “Doğu geri bıraktırıldı” ifadesine “Devleti şikâyet ettiğini” belirterek hiddetli bir tepki gösterir. Komplo teorilerine başvurur: “Şu anda 20-30 bin Kürt öteki illere dağılıyor. Gecekondulara yerleştiler… Zaman gelince bir işaretle harekete geçmek için…” (s. 269)
1975’ten itibaren başladığı Ecevit’i düşmanlaştırma siyasetini 1978-1979’da azamileştirir. CHP’yi devlete sadık olmamakla, beceriksizlikle, sokağı karıştırmakla, bölücü ve yıkıcı olmakla suçlar. Saldırıları Ecevit’in şahsına yöneltir; ona asla “Başbakan” olarak hitap etmez, hep “Hükümetin başı” der. Ecevit’i “hırçınlığı, öfkesi, kızgınlığı… gerçekleri anlamamaktaki ısrarı” ile betimler.
“1977 Haziran’ında Ecevit’e gönderdiği suikast ihbarı yazısının kamuoyuna açıklamasının, ‘onun güvenilir ve kabil-i hitap olmadığını gösterdiğini’ söylemişti. 1977’de ilk PKK eylemleri baş gösterdiğinde, bu ‘milli güvenlik tehdidi’ bahsinde ana muhalefet liderini kabil-i hitap bulmuyordu: ‘Konuşurum Apo olayını Ecevit’le, çıkar kapının önüne Kürtleri kışkırtan demeçler verir.” (s. 289-290)
“Bir darbe daha olsa Demirel solcu olur”
1980-1987 döneminde Demirel, rotayı yine liberal değerlere çevirir. Bir önceki dönemin “bir cepheci, bir iç savaş politikacısı suretindeki” Demirel gider, dilinde 1965-1971 döneminkinden daha keskin liberal-demokrat söylem olan bir Demirel gelir. Güniz Sokak’ı darbeye karşı faaliyetlerinin merkezine dönüştürür. Ecevit, dergi çıkararak ve yabancı basına beyanat vererek muhalefet yaparken, o, siyasi geleneğine daha uygun olduğunu düşündüğü yüz yüze ilişkileri tercih eder.
Darbecilerin Ecevit’i hapsetmesini haksız-hukuksuz bulur, Ecevit’ten gayri-memnun CHP’lilere iltifat etmez, onlara Ecevit’i çiğnememelerini salık verir. 1985’te Murat Belge ile yaptığı bir söyleşide, demokrasinin eşitlik gerektirdiğini ve Cumhuriyet’in “demokratik” olması halinde bir değer taşıyacağını belirtir. Baskıya ve zulme dayanan bir istikrarı reddeder, “Franco’nunki gibi, Mussolini’ninki gibi istikrar istemiyorum” der. (s. 348)
Güvenlik-özgürlük ikilemine bayrak açar, güvenlik için özgürlükten vazgeçmeyi kabul etmez, halkın bu konudaki şartlanmışlığından memnuniyetsizliğini dillendirir. “Türkiye’de hâlâ hür olmanın bir ihtiyaç olduğunu anlatmanın neden bir ihtiyaç olduğunu anlayamıyorum.” (s. 349) İnsanların kendilerine önem vermeyen devlete itaat etmeleri gibi bir kaidenin olmadığını söyler, direnme hakkından bahseder. “Eğer insan haysiyetiyle oynayan bir güçle karşı karşıya geldiğinde ne yapacaktır? Allah’ın ona verdiği gücü kullanacaktır. Direnecektir.” (s. 348)
1987’de siyasi yasaklarla ilgili referandum öncesi, yasakların devamından yana olan Anavatan Partisi (ANAP) iktidarının “Evet çıkarsa ‘aşırı sol’ parti liderlerinin (Perinçeklerin, Boranların) siyaset serbestisine kavuşacağı” propagandasına verdiği cevapların birinde ilkesel bir özgürlük savunusu yapar:
“Boranlar’ı Perinçekler’i halk seçerse tabii iktidara gelecekler. Halkın iradesinin üstüne ipotek mi koydun? Sen bu memleketin çocuğusun da bu adamlar bu memleketin çocuğu değil mi? (s. 365)
Demirel’in bu demokratik çizgisi, ülkedeki demokratikleşme ihtiyacının büyüklüğünün de etkisiyle, kendi muhiti dışındaki çevrelerde de ilgiyle karşılanır. Solcu aydınlarla bir araya gelir, ilginç tartışmalar yapar. Farklı fikirlere sahip olsalar da medeni insanların birlikte bir konuyu konuşmalarını, değerli bir fırsat olarak nitelendirir. Cemal Süreya, Demirel’in bu “güzelleşmesinin” altında mağduriyet yattığını belirtir: “Yüzünün umutsuzken daha güzel olduğu da ortaya çıktı.” Aziz Nesin ise meseleyi daha çarpıcı bir şekilde anlatır: “Bir darbe daha olsa Demirel solcu olur” der. (s. 350)
“Ben bir rampadan fırlatılmış adamım”
1987-1991 döneminde Demirel, liberal siyasi hatta ilerlemeye devam eder. Türkiye’nin Dünya Gıda Teşkilatı’ndan gıda yardımı alacak olmasına isyan eder, bunun iktidarın tarıma dayalı sanayiye yatırım yapmamasına ama hapishane yapmasına bağlar. “Ama hapishane? Hapishane yaparsınız. Zaten bunları yapmazsanız, hapishane lazım hale gelir.” (s. 379)
Özal’ın ekonomide liberalleşme programına karşı sosyal-liberal bir noktada durur. “Sosyal devletten kimse ürkmesin. Olmayana verelim. Nerden verelim? Olandan alıp verelim. Hayır, böyle bir şey yok. Herekse çalışma imkânı hazırlayalım… Herkesin geliri belirli bir seviyenin üstünde olsun… Bu sınırın altında hala insanlar kalıyorsa, toplum o insanları sırtında taşımaya mecburdur.” (s. 381)
Özal’ın dış politikadaki tercihlerine de karşıdır. Körfez Krizi’nde Özal’ın “Bir koyup üç alma” siyasetine “Bir yere kan koyup karşısına kâr koyamazsınız” çıkışını yapar. Özal’ı maceracı olmakla suçlar. Aydınlar Ocağı kaynaklı Türk-İslam sentezine şerh düşer: “Evet, hem Türk hem Müslüman olabilirsiniz; ama biraz ondan, biraz ondan olmaz. Birtakım büyük kavramları anlaşılması güç hale getirmekte yarar yoktur.” (s. 390)
Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının yanında durur, “anarşi korkusunu siyasi sermaye olmaktan çıkarmak lazım geldiğini” vurgular. (s. 393) 1991 seçimlerine gidilirken Demirel, özgürlükçü söylemini insan hakları bakanlığı ve şeffaf karakollar projesiyle bir üst seviyeye taşır. Artık “bütün karakol duvarları camdan olacak”tır.
1987’de siyasi yasağı, kıl payı da olsa, kalktıktan sonra Demirel, adeta kendini yeniden inşa eder. Liberal bir çizgi tutturmasının yanı sıra çağın gereklerini de yerine getirir. Televizyonu kullanmasını öğrenir. Aşırı ciddi görüntüsünden sıyrılmaya çalışır. Türkiye için daha yapacak çok işleri olduğuna emindir. “Ben bir rampadan fırlatılmış bir adamım -Türkiye’nin gerçeği rampasından.” (s. 327)
“Türkiye bunu kaldırmaz”
Rampadan fırlatılan adam, 1991’de yedinci kez başbakan olur. Küllerinden kendini yeniden diriltmiş, herkesin bittiği yerde tekrar zirveye çıkmış, düştüğü yerden kalkmış, altı defa gidip yedi defa gelmiştir. Demirel, SHP ile koalisyon kurar, sol ile birlikteliğini kadim dostu Türkeş’e kabul ettirmek için “Solun artık elini taşın altına sokması gereğinden, hükümet dışında kaldığında solun geçimsiz olmasından” dem vurur. (s. 398)
Hem toplumdaki genel demokratikleşme beklentisi hem de özgürlükçü bir seçim kampanyası yürütmesi nedeniyle, hükümetinin ilk dönemlerinde yumuşak bir görüntü verir. 7 Aralık 1991’de Diyarbakır’da o ünlü “Kürt realitesini tanıyoruz” sözünü söyler. Ancak tatbikat, bu sözün tersine işler. Kürt aydınlarına, kanaat önderlerine, işadamlarına yönelik gayrinizami bir harp düzeneği işlemeye başlar.
Özal’ın Kürt meselesinde üstünlüğü elinde tutma ısrarı, önerileriyle hep bir adım önde olması Demirel’i giderek daha da sertleştirir. Özal’ın genel af ihtimalini gündeme getirmesine sert bir tepki gösterir. SHP’lilerin Anayasa değişiklikleri arasına Kürtçe yayın serbestisi koyma niyetine “Türkiye bunu kaldırmaz” gerekçesiyle taş koyar. (s. 411) PKK’nin 1993 Newroz’unda geçici ateşkes ilan etmesiyle esen iyimserlik rüzgârlarına kapılmaz ama buna karşı tam bir cephe de almaz.
“Kan döken insanlar ‘Biz kan dökmekten vazgeçtik’ derlerse, ‘İyi yaptın, alın size bir mükâfat verelim’ denmesi mümkün değil. Kan döken insanlara ‘aman vazgeçmeyin, kan dökmeye devam edin’ demek de mümkün değil. Kan döken insanlar bundan vazgeçerlerse ‘bu iyi olmadı’ demek de mümkün değil.” (s. 411)
Devletin PKK ile müzakereye oturmasını, Demirel’in havsalası almaz; ona göre böyle bir hareket, “devletin bugüne kadar yaptığı mücadeleyi sıfıra indirmesi” ve dahası “devlet olma şuurunu kaybetmesi” anlamına gelir. Özal’ın bu konuda “fazla rahat” olduğunu düşünür. Ateşkesi sürdürmek için Ankara’da temaslarda bulunan Talabani ile -muhtemelen Özal’ın zorlamasıyla- bir görüşme yapar ama Talabani’nin arabuluculuk kimliğini tanımadığını açıkça dile getirir: “Siz kendiliğinizden bir inisiyatif almışsınız, sizin kendi bileceğiniz iştir.” (s. 412)
“Özal bizdendir, onları idare etmeye çalışıyor. Demirel onlardandır, bizi idare etmeye çalışıyor”
17 Nisan 1993’te Özal’ın ani ölümüyle Çankaya Köşkü boşalır. Demirel, devletin bir numaralı makamı için doğal adaydır. Ancak partisinin bazı ileri gelenleri, onun cumhurbaşkanı olmasını istemezler. Uygun göreceği birini Çankaya’ya göndermesini, onun partinin başında kalmasını, böylesinin parti için daha hayırlı olacağını söylerler. Fakat Demirel, çoktan kararını vermiştir: “Cumhurbaşkanlığı reddedilecek bir makam değildir… Cumhurbaşkanlığı verilirse almam denilmez.” (s. 415)
Nihayetinde 16 Mayıs 1993 günü, Demirel muradına erer, o çok arzuladığı Cumhurbaşkanlığı şapkasını takar. Yedi yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde “devlet adamı” zırhını sıkı sıkıya kuşanır. Artık temel değer, devletin bekasıdır; devletin menfaatleri her türlü ahlaki ve hukuki ilkenin üstünde ve ötesindedir. Demirel bu çerçevede; darbeleri ve anayasanın çiğnenmesini devletin hikmetine bağlayıp hoş görülebilir bir kıvama getirir. Devlet görevlilerinin hırpalanmaması gerektiğinin altını özellikle çizer: “Devleti çiğnetmem, devleti hırpalatmam.” (s. 438)
Devlet görevini yapanların ağır ihmalkârlık yaptıkları veya devletin gayrinizami harp eylemlerine dair ciddi şüphelerin olduğu vakalarda bile Demirel, devletin üzerine gölge düşürmez. Madımak’ı “münferit bir olay” kalıbına sokar. Susurluk gibi derin devleti deşifre eden bir skandalı geçiştirir; devletin derinliklerinin sorgulanmasına yol vermez. Muhalefetin birinci görevi olarak, devlete sadakati mimler. Mühim olan, devlet bir laf gelmemesidir; devletin bir suçla itham edilmemesi ve itibarının sarsılmamasıdır.
“Ne derseniz deyin, ne konuşursanız konuşun. Ama devleti bir hedef olmaktan çıkarın. Affedersiniz, hangi dürzüyü hedef alacaksanız alın. Devleti almayan kardeşim. Günah yani!” (s. 443)
Demirel’e göre, devletin yüksek menfaatleri gerektirdiğinde, devlet rutini takip etmek mecburiyetinde değildir, “devlet rutin dışına çıkabilir.” Barolar Birliği’nin bu söze tepki göstermesi üzerine Demirel, rutin dışına çıkmayı “yasaları aşmama” koşuluna bağladığını belirtir. “Derin devlet” kavramı hakkındaki ifadeleri çelişiktir. “Ne demek derin devlet? Derini sığı yoktur devletin” diyerek bu kavramın üzerini çizen de, “Derin devlet, devletin kendisidir. Askerdir derin devlet” diyerek kavramı vuzuha kavuşturan da Demirel’dir. (s. 444-445)
28 Şubat, Demirel’in tarihindeki en önemli kırılma noktalarından biridir. Bütün siyasi hayatı boyunca milli iradenin bayraktarlığını yapar Demirel, 28 Şubat’ta karşı kutba geçer; 28 Şubat’ta ordu ile el ele vererek milli iradenin üzerine hâkî bir şal çeker. Demirel ve destekçileri, her fırsat bulduklarında, 28 Şubat’ın bir darbe olmadığını, aksine Meclis’i açık tutarak Demirel’in askerin doğrudan müdahalesini önlediğini ve demokratik süreci işlettiğini söylerler. Lakin bu savunma, pek ikna edici olmaz. 28 Şubat’a rehberlik yapması, Demirel imgesinin kendi mahallesinde onarılması mümkün olmayan bir darbe almasına neden olur. O, artık bizden değil, onlardandır!
“RP üst yöneticilerinden, Devlet Bakanı Abdullah Gül, Erbakan’ı ‘Cumhurbaşkanı’na dikkat edin, bu işlerin arkasında o var’ diye uyarmalarına rağmen, onun ‘Süleyman Bey bizim eski arkadaşımız, yapmaz öyle şeyler’ dediğini aktarır. Sonraları o da Demirel’in ‘takım oyuncusu’, onların oyuncusu olduğunu kabul edecektir. Milliyetçi-muhafazakâr camianın saygın ‘ağabey’lerinden Sabahattin Zaim, daha eski yıllarda, etrafındakilere şöyle dediğini yazacak: ‘Özal bizdendir, onları idare etmeye çalışıyor. Demirel onlardandır, bizi idare etmeye çalışıyor.’ Kısacası 28 Şubat, İslamcı ve muhafazakâr sağda, Demirel’in ‘onlar’ın, yani laisist devlet seçkinlerinin bir mensubu olduğunu açığa çıkartan bir aydınlanma anı sayılmıştır.” (s. 490-491)
Ve siyasetten bu devletçi kimlikle emekli olur.
“Bana devlet cinayet işliyor dedirtemezsiniz”
Ezcümle, uzun siyasi hayatı onun kimlikler arası geçişlerinin bir resmi gibidir. 1965-1971 arasında liberalimsi, 1971-1980 arasında cepheci ve milliyetçi, 1980-1991 arasında kuvvetli bir demokrat, 1991-2000 arasında da giderek artan tonda devletçi Demirel portresi beliriyor karşımızda. Fakat gidiş-gelişler ve değişiklikler çok olmakla birlikte Demirel siyasetinde süreklilik gösteren iki hat vardır. Demirel hangi siyasi siyasi elbiseyi üstüne geçirirse geçirsin, bu hatlardan ayrılmaz.
Birinci hat, kalkınmadır. Demirel, kalkınmaya kutsi bir mana verir; o, bir kalkınma mürididir. Bir daha geri gelmesini asla istemediği köylülüğün tasfiyesi de, doğanın insani amaçlar doğrultusunda ıslahı da ancak kalkınma ile olur. Demokrasinin güçlenmesinin ve ülkenin Batı’nın medeniyet seviyesine yükselmesinin anahtarı kalkınmadadır. Kürt meselesini çözmenin de, insanların komünizm gibi olmayacak bir duaya âmin demelerini önlemenin yolu da kalkınmadan geçer.
Dolayısıyla Demirel’de kalkınma her derdin dermanı, her hastalığın ilacıdır. Yollar, köprüler, barajlar, fabrikalar, binalar karşısında zapt edilmez bir heyecan duyar. Siyasetin gayesinin “eser vermek” olduğunu belirtir; eser vermek ve eser de imzasını görmek, onun en büyük mutluluğudur. Ona göre kalkınma; memleket insanını zenginleştirir, ona -kaybetmek istemeyeceği- bir şeyler kazandırır ve onun refah içinde bir hayat sürmesini sağlar. Bütün bu girdiler de, onun devlete olan sadakatini artırır. O halde “Türkiye kalkınacaktır; bu bir ümit değil, kararlılıktır.” (s. 126)
İkinci hat ise, devlet aklı, devlet fikridir. Devlet kavramı, Demirel’in hayatının hep başköşesindedir. Parasız yatılı sınavını kazandığında “devletin öğrencisi” olan Demirel, 1970’lerin başından itibaren kendini “devletin adamı, devlet fikrinin adamı” olarak betimler. 1973 Mart’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gidilirken, birkaç yerde Demirel “Ben devlet fikrinin adamıyım” ifadesini kullanır. “Devletin ne olduğunu nasıl işlemesi gerektiğini bilirim.” (s. 219)
Onun devlet fikrinin adamı olmasını sağlayan üç husus var: Ordu ile yakın münasebet, Kürt meselesi ve anti-komünizm. Demirel, Kürt meselesini ve komünizmi, devlet için bir tehdit ve beka sorunu olarak görür ve bu iki konuyu birbiriyle irtibatlı düşünür. Bu nedenle bir taraftan kararlı ve ısrarlı bir komünizm karşıtı çizgi izlerken, diğer taraftan da Kürt meselesi bağlamında öne sürülen taleplere hep şüpheyle bakar ve araya mesafe koyar. Her iki meseledeki devletçi tavrı, Demirel ile ordu arasında bir yakınlığa sebebiyet verir.
Demirel için, devlet her şeyin üstündedir. Devlete rakip olabilecek her güce karşı tetiktedir. Devletin hükümranlığını güçlendirmekten, bekasını temin etmekten daha önemli bir husus yoktur. Devlete suç izafe edilemez, devletin adına halel getirilemez, herhangi bir nedenle devletin kutsiyetine bir leke sürülemez.
Nitekim başbakan olduktan sonra, 1993 Şubat’ında “Kayıplar Bulunsun” kampanyası ile ilgili görüştüğü İnsan Hakları Derneği heyetine “Bana devlet cinayet işliyor dedirtemezsin” diye hiddetlenmesi, onun siyasi yolculuğunun özlü bir ifadesi olarak okunabilir. (s. 393)
Tanıl Bora, Demirel’in hayat hikâyesinin “Devlet Aklı’nın kişiselleşmiş bir seyr-ü süluku” olduğunu yazar. (s. 11) Yıldırım Türker de, “Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için Devlet, Demirel’dir” hükmünü koyar. (s. 510) Velhasılı Demirel üzerine düşünmenin, devlet üzerine düşünmek olduğunu söylemek mümkündür.
* Tanıl Bora, Demirel, İletişim Yayınları, İstanbul, 2023.