Halil Berktay

Elin gâvuru

Diyelim gene Pasifik’te bir tayfun ve tsunami. Ya da Batı kıyısında muazzam bir deprem. Türkiye’de nasıl algılanırdı? Takımlar kollarında siyah bantlarla mı sahaya çıkardı? Yoksa, bana ne elin gâvurundan mı denirdi?

Hazreti Lenin

Yaşadığımız şu acı ve ölüm dolu günlerde, gene Türkiye’nin tuhaflıklarından söz etmek çok da yersiz kaçmaz umarım. İkisi birbirine bağlanır bir şekilde. Eski komünistlerden bir anekdot daha var, aktarmak istediğim. Geçen sefer yazdıktan sonra aklıma geldi (bkz “Sosyal bilimlerde ‘Türkiye’ problemi,” 5 Şubat 2023). Bu sefer doğrudan babamı, babamın iki ayrı ifadesini, babamın Nevşehir cezaevinde taraf olduğu bir sohbeti ve benimle devamını kapsıyor.

Sosyal bilimlerde “Türkiye” problemi

Bir zamanlar bir komünist fıkrası vardı. Kim hatırlar bilemem. Eski Tüfekçiler neslinden kalma. Babamdan dinlemiştim (dört gün sonra öleli 47 yıl olacak, 9 Şubat’ta). Nazizm yenilirken, Müttefik liderleri Yalta’da toplanıyor (4-11 Şubat 1945; o da 78 yıl önce dün başladı, haftaya son bulacak). Ünlü Churchill anekdotuna göre paylaşıyorlar Avrupa’yı: batısı Batının, doğusu Sovyetlerin, arada Yunanistan da fifty-fifty. Yalnız Türkiye’ye dokunmayacaklar. Bir kenarda dursun -- tuhaf, benzersiz, görünüşte hiçbir açıklaması olmayan sosyo-politik süreçlerin inceleneceği bir laboratuvar olarak.

Son söz: Yolsuzluk silâhı neden hep reformcuları vuruyor?

Sosyalist devrimler çağı kapandı. Onunla birlikte, Batı-dışı ülkelerde bağımsızlık veya millî kurtuluş mücadelelerinden komünist veya sosyalistimsi rejimlere geçiş çağı da kapandı. İnsanlığın eşitlik ve sosyal adalet özlemi bitmeyebilir. Ama artık bu özlemin, şiddete dayalı bir işçi sınıfı devrimi projesi tasavvuruna bürünmesi, bu şekliyle parti programlarına yazılması, bu projeyi gerçekleştirmeye adanmış, başından beri ruhen ve hattâ fiilen illegal partilerin kurulmasını temellendirmesi çok zor. İroniktir; tarih artık Marksist öngörünün tersine akıyor. Yeni yeni komünist rejimler kurulmayacak. Aksine, mevcutlar (ki bir avuç) ya azalacak, ya donmuş tek parti diktatörlükleri olarak varlığını koruyacak.

Vietnam (3) “Revizyonizm” ve “burjuvazi” gitti; “yolsuzlukla mücadele” geldi

Devrim, aynen bir zamanlar Mao’nun överek belirttiği gibi, son derece otoriter bir olay. “Bir sosyal sınıfın başka bir sosyal sınıfı devirdiği” bir şiddet eylemi. Marksizm bu şekilde teorileştiriyor. Parti, 19. yüzyılda parti olarak başlamışsa da, 20. yüzyılda bu şekilde askerîleşiyor; “savaş örgütü” oluyor. Buna da bir “baş komutan” gerekiyor. Böylece daha ilk andan itibaren, iktidarın aşırı merkezîleşmesi, son derece hiyerarşileşmesi ve bir “kişi kültü”ne dönüşmesinin zemini oluşuyor. Komünist rejimler bir kere kuruldu mu, daha sonra liderin neredeyse sınırsız otoritesini biraz olsun törpülemek çok zor oluyor.

Vietnam (2) Devrim sonrasında, modern saltanat rejimleri

Neden böyle oluyor diye sormuş ve orada bırakmıştım. Burada iki büyük sorun var. Biri, “kollektif önderlik” yaklaşımlarının niçin kalıcı olamadığı ve tekrar tek adamcılığa dönüldüğü. İkincisi, bu dönüşlerin malzemesini niçin “yolsuzluk”ların oluşturduğu, ya da güçlü lider heveslilerinin niçin “yolsuzlukla mücadele” silâhına sarıldığı ve bunun da işe yaradığı, kullanıcısına zafer getirdiği. Kanımca komünizm komünizm oldukça bundan kurtulması mümkün değil. Çünkü ikisinin de cevabı, Leninist ihtilâlci sosyalizm veya komünizm projesinin esasında; sosyalizmin kendisini daha baştan kapitalizmden nasıl ayırdığı ve tanımladığında yatıyor.

Vietnam (1) Hep aynı hikâye (demokrasisiz yarı-kapitalizm)

Yaygın otoriterleşme, veya daha fazla otoriterleşme, veya tek adamlaşma varyantlarından biri daha. Seçimli, çok-partili ülkelerde de oluyor (“illiberal democracy,” liberal olmayan demokrasi, liberalliği kalmamış demokrasi diyoruz). Bazen, bu tür demokrasi unsurlarını vesayet altında da olsa tümüyle yıkan yeni darbelerle çıkageliyor (Myanmar örneği). Hattâ bazen, komünist rejimlerde dahi baş gösterebiliyor. Tek parti de olsa, “kollektif önderlik” adı altında geçicilik, rotasyon, sınırlı görev süreleri gibi denge ve denetleme mekanizmaları kurulmuş olabiliyor yer yer. Derken biri çıkıp hepsini siliyor; tekrar Stalin, Brejnev veya Mao tarzı Ebedî Şef usullerine dönülüyor. Çin’de bunu Şi Cinping yaptı. Şimdi Vietnam aynı yola girmekte.

Ukrayna’nın Stalingrad’ı gelip çattığında, Türkiye ne yapacak?

İnsanlığın tecrübe birikimi her zaman geriye dönüktür. Önümüze yeni yeni olaylar gelir. Anlamaya ve adlandırmaya çalışırken ister istemez geçmişe bakarız. “Şimdi buna ne diyeceğiz? Tanıdık geliyor mu? Daha önce yaşadıklarımızı andırıyor mu, ya da hangisini andırıyor? 20. yüzyıl ortalarında A olmuş, sonra B olmuştu. Son aylarda A’yı hatırlatan bazı şeyler cereyan ediyorsa, B de mi tekrar kapımızı çalıyor acaba?”

“Provokasyon”

Zorbanın biri, sokak ortasında küçük bir çocuğu yakalamış, sille tokat dövüyor. Gelen geçen dayanamıyor bu gaddarlığa. Yapma, etme diyenler oluyor. Kabahati onlara buluyor. Bak şimdi! Dayak özgürlüğümün engellenmesi benim için yeni bir tehlikedir diyor. Daha beter girişiyor. Toplananlardan bazıları aralarına giriyor. Çocuğun önüne geçiyor, kendilerini siper ediyorlar. Bu sefer, affetmemi zorlaştırıyorsunuz diye bağırıyor. Nihayet elini kolunu tutmaya kalkıyorlar. Provokasyon diye yeri göğü inletmeye koyuluyor.

Chris Nevinson’dan Şebnem Fincancı’ya, “Şan ve Şeref Yolları”

Yukarıdaki resim, İngiltere’nin ünlü Birinci Dünya Savaşı ressamı Chris Nevinson’a ait. Orijinal başlığı “Paths of Glory.” Şan ve Şeref Yolları diye çevrilebilir. Bu ifadeyi, 18. yüzyıl İngiliz şairlerinden Thomas Gray’in 1750 tarihli bir şiirindeki, çok ünlü bir dizeden alıyor: Mezardır, şan ve şeref yollarının varacağı yer. “The paths of glory lead but to the grave.”

Delikanlılık

Hayatta, olayların akışı içinde, durup kendi kendimize böyle sorular sormamız gereken anlar, olaylar oluyor. Ağaçların içinde kaybolmamak, ormanın bütününü görmek açısından. Çok çok basit, çok temel bazı sorular. Biz neye bakıyoruz? Bu gördüğümüz… nasıl bir şeydir acaba?

Kutsal Taliban Cumhuriyeti’nde, Damızlık Kızın Öyküsü

Yukarıda solda kapağını gördüğünüz “The Handmaid’s Tale,” Margaret Atwood’un 1985’te yayınlanan distopik romanı. Türkçeye “Damızlık Kızın Öyküsü” diye çevrildi. Belki çok uzak olmayan bir gelecekte, ABD yıkılmış. Yerine, Gilead Cumhuriyeti adında, alabildiğine ataerkil, totaliter bir düzen kurulmuş. “Komutanlar” diye bir hâkim sınıf (veya kast) oluşmuş. Normal, insanî kadın-erkek ilişkileri diye bir şey kalmamış. Kadınlar köleleştirilmiş. Âşık olup da sevişmek, sevginin bir ifadesi ve sonucu olarak sevişmek yasak. Cinsel ilişkinin tek amacı, (asla duygulanmaksızın ve zevk almaksızın) çocuk yapmak. Bu hizmeti de “komutanlar” sınıfına, İngilizce orijinalinde “handmaids” denen, sözlük karşılığı hizmetçi veya nedime (belki cariye) olabilecek, kuşkusuz “damızlık kızlar” çevirisi cuk oturan bir köle-kadınlar zümresi sunuyor.

Fas-Fransa maçı (2) Yeni Avrupa

Yukarıdaki yüzleri herkes tanıyor artık. Solda Hakim Ziyech, hücuma dönük orta sağa ve kanat oyuncusu, 2021’de Chelsea formasıyla. Ortada Eşref Hakimi. PSG’nin (Paris Saint-Germain) ve Fas millî takımının vazgeçilmez savunmacısı. Dünyanın en iyi sağ beklerinden sayılıyor. Bu resim henüz Real Madrid’deyken, 2017-2018 Şampiyonlar Ligi’ni kazandıklarında çekilmiş. En sağda ise PSG’den takım arkadaşı, Fransız millî takımının yıldızı Kylian Mbappé. Chelsea, PSG, Real Madrid… dünyanın en seçkin, en ünlü, en pahalı kulüplerinden. Şimdi soru: Emperyalizm ile anti-emperyalizm arasındaki çizgi nereden geçiyor? Kim “millî ve yerli,” kim değil? Doğu ve Batı, bu tabloda nerede?

Fas-Fransa maçı (1) Emperyalizm ve anti-emperyalizm

Eh, tabii, doğrudan siyasî-askerî çatışmalar alanından spor alanına taşınması, bir bakıma iyidir bütün düşmanlıkların. “Make love, not war.” Yok, pardon, ağzımdan kaçtı. Eksen kayması oldu. Gençliğime, 1960’ların hippie karşı-kültürüne gitti aklım. Şimdiki versiyonu: Savaşmayın; gol atın. Savaşmayın; tezahürat yapın. Hele milliyetçilikler için, yararlı bir palyatif, semptomatik tedavi türü. Yeryüzünde hiç milliyetçilik olmamasını tercih ederim. İzahtan vareste. Ama madem (henüz) çekip gitmiyorlar, bari stadyumlar ve tribünlerden çıkmasınlar. Örneğin gidip dünyanın bütün Ukraynalarına sataşmasınlar.

İmamoğlu dâvâsı: sağda ve solda, ince hesap, plan ve komplo teorileri

Her yerde geyik muhabbeti. Bazı muhalif aydınlar, bir Sharon Stone sendromuna kapılmış gibi. Hatırlayacaksınız; Temel İçgüdü (1992) filminde, Sharon Stone’un oynadığı Catherine Tramell karakteri sadece katil değil, aynı zamanda olağanüstü zeki bir psikologdur. Zaten üniversitede psikoloji okumuştur ve bilhassa erkekler üzerinde şeytanî bir manipülasyon kabiliyeti vardır. Davranışlarını yüzde yüz öngörebilmekte; kâh şu sözü, kâh bu tavrı, kâh bedeninin orası burasını açıp sergilemesiyle, onlara tamı tamına istediğini yaptırabilmekte; bu sayede hakkındaki soruşturmayı da sürekli rayından çıkarabilmekte, yanlış pistlere sevkedebilmektedir.

Yargı ve iktidar

Kafam karıştı. Adalet Bakanına mı inanmalıyım, Cumhurbaşkanına ve diğer hükümet (veya ittifak) sözcülerine mi? Vallahi bilemedim.

Medeniyetimiz

Ah bizim o güzel medeniyetimiz. Parlak medeniyetimiz. Namuslu, ahlâklı medeniyetimiz. Her şeyimize yabancı ve düşman Batı’nın üzerinde tepindiği, bizi aldatarak vazgeçirdiği, gene de emperyalizmin biricik alternatifi olarak direnen, dört elle sarıldığımız medeniyetimiz. Hele ailemiz. Hele kız çocuklarımız. Hele kadınlarımız. Saçının tek teline halel gelmesin, kötü yola düşmesin diye üzerine titrediklerimiz. Hain LGBTİ ile aralarında göğsümüzü siper ettiğimiz. İstanbul Sözleşmesi gibi gâvur icatlarına teslim edecek yerde, tabii biz koruruz, hiçbir şey olmaz dediklerimiz.

Evet, öyle bir insansın

Yıl 2012-2013. TRT’nin Leylâ ile Mecnun dizisi. Yavuz diye bir hırsız karakter var (Osman Sonant; şimdi Netflix’in Sıcak Kafa dizisinde de oynayan; belki bu hafta Serbestiyet’te masaya yatırılır diye umuyorum). Yolda yaşlı bir kadının çantasını kapıyor. Kadın “İmdaaat! Hırsız var!” diye bağırıyor. Yavuz durup soyduğu kadına çıkışıyor: “Ama teyzeciğim, lütfen, ben öyle bir insan mıyım?”

Pis herif

Hayat böyle. Bilen bilir; ben küfretmem. Küfürlü konuşmam. Sırf akademik terbiye değil. Aile, alışkanlık, sokakta büyümemişlik; hepsi. Fakat bazen avazım çıktığı kadar bağırmak geliyor içimden. O kadar korkunç şeyler oluyor, yapılıyor, söyleniyor ki. Öfke ve çaresizlik tavana vuruyor.

Zor zanaat (5) Tarihçilerin (ve başka herkesin) “kazanana biat” sorunu

“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtan bir hal alır.” Bu da Atatürk. Kendisi (ve kadrosu), “tarihi yapan”lar. Öyle görüyor. “Tarihi yazacak” olanlardan, Kemalizm ve yeni ulus-devlet adına sadakat istiyor. İronik olan, bir de bunu “değişmeyen hakikat” uğruna talep etmesi. Dönemin tarihçileri, akademikleri, üniversiteleri büyük ölçüde uyuyor bu talimata. Ve tabii, tarihçinin hakikatı arama özgürlüğü diye bir şey kalmıyor.

Zor zanaat (4) Demir ve kan (ya da, Tek Parti veya Başkanlık Sistemi sorunu)

“Türkiye şimdiye kadar zaten birkaç defa kaçan elverişli ân uğruna dikkatini yoğunlaştırmalı ve gücünü korumalıdır. Türkiye’nin Mudanya, Lozan ve Montrö antlaşmalarıyla çizilmiş sınırları sağlıklı bir devlet yaşantısına elverişli değildir. Çağımızın büyük sorunları, 1876 ve 1908’de, hattâ 1950 – 2016 arasında yaşanan büyük yanılgılarda olduğu gibi nutuklar ve çoğunluk kararlarıyla değil, demir ve kanla çözülecektir.”

Zor zanaat (3) Prusya militarizminin zaferi

“Yukarıdaki tabloyu dikkatle inceleyin.” Öğrencilerime hep bunu söylüyorum, herhangi bir belgeyi okumak gibi, resimleri, yani görsel belgeleri de okumak konusunda: Atmayın. Uydurmayın. Konuyu ya da ana fikri tahmin etmeye kalkmayın. Önce, verileri (verileni) inceleyin. Hepsini birden yutamazsınız. Sabırlı olun. Ne görüyorsunuz? Somut olarak gördüğünüzü, olabildiğince unsurlarına ayrıştırıp ayrıntılı bir şekilde kaydedin, anlatın, betimleyin. Yavaş yavaş, tane tane. Ancak sonra, tasvirden tarife, teşhise ve yoruma yükselmeye çalışın.

Zor zanaat (2) Mommsen’in vasiyeti

“Ne herhangi bir siyasî mevki veya nüfuz edindim, ne de böyle bir amacım oldu. Ama içten içe, yani içimde taşıdığım en iyi yanımla, daima siyasî bir yaratık oldum ve hep bir vatandaş olmayı özledim. Lâkin bireyin, hattâ en iyi bireyin askere boyun eğdirilmeyi ve siyasî fetişizmleri asla tamamen aşamadığı milletimizde, bu mümkün değil. Ait olduğum halktan bu içsel yabancılaşmadır ki, bana, saygı duymadığım Alman kamuoyu önüne mümkün olduğu kadar çıkmama kararı aldırtmış bulunuyor.”

Tarihçilik de zor zanaat (hele bizim gibi “Prusya tipi” ülkelerde)

Nâzım düşünür mesleği üzerinde. Hayli yüceltir, kendini çok sevdiğinden. Bir yerde “şairlik zor zanaat” der. Bir başka yerde iyice dramatize eder: “Biz de aynı loncadanız, biliriz Tavfer / zanaatların en kanlısı şairlik / sırların sırrını öğrenmek için / yüreğini yiyeceksin, yedireceksin.”

“Derken eleştirmenler çıkageldi”

Latincede “intentio auctoris” denir. Yazarın niyeti. Karşısında bir de “intentio lectoris” vardır. Okuyucunun niyeti. Bu ikisi hiç birbirine uymayabilir. Bir şey üretir, sürersiniz kamusal alana. Sonuçlarını kontrol edemezsiniz. Artık sizin olmaktan çıkar; herkesin ortak malı haline gelir. İsteyen de söyler istediğini. Hele bu kutuplaşmış toplumda, neyin hangi seviyeyi yansıtacağı, ayrı bir mesele. Ama bunu, böyle olacağını, baştan kabullenmeniz gerekir.

Bilin bakalım, bu hangi ülke?

Güya AB üyesi. Güya Batı’yla müttefik. Ama doğrusu, ilk bakışta bunu kestirmek çok zor. Liderleri, Ukrayna savaşı konusunda sürekli ABD’ye veryansın ediyor. Örnek: “ABD bu savaştan en çok beslenen ülke; tabii ki çabucak sona erdirmeye kalkışmayacak.”

Solun diğer sınıf kahramanları ve “ilkel komünizm” problemi

“Yiğit, şehit, katil, işkenceci”yi baştan okudum ve ana fikir için verilebilecek daha birçok örneği atladığımı; ayrıca, birçoğunun temelinde yatan esas ideolojik kurguyu da yeterince açmadığımı düşündüm: Marx’ın “ilkel komünizm” teorisi.

Bir siyasî basiret ve dirayet sorunu

Şimdiden belli. Sosyal seleksiyon gerçekleşti bile. Yıllar geçecek. Etyen Mahçupyan’la Karar TV’de yapılan bütün o röportajdan, bir tek o meşhur ve meşum cümle, “yeniden Erdoğan’a oy verebilirim” cümlesi hatırlanacak.

Hangi eşitlik? Hangi adalet?

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, “Rusya 'eşitlikçi adalete dayalı bir düzen kuralım' çağrısında bulunuyor” demiş. Anlamakta zorlanıyorum. Katılamıyorum.

Her geçen gün biraz daha Hitler’i andırıyor

Bugün, biraz önce, New York Times’da bir haber: Putin savaş denmesini yasakladığı savaşın yönetimine doğrudan el koyuyormuş. Ukrayna’nın başarılı taarruzları karşısında, günlük taktiklere karışmaya başlamış. Güney cephesinde generallerine, daha önce ele geçirdikleri Kherson’dan geri çekilmeyi yasaklamış.