Halil Berktay

Her geçen gün biraz daha Hitler’i andırıyor

Bugün, biraz önce, New York Times’da bir haber: Putin savaş denmesini yasakladığı savaşın yönetimine doğrudan el koyuyormuş. Ukrayna’nın başarılı taarruzları karşısında, günlük taktiklere karışmaya başlamış. Güney cephesinde generallerine, daha önce ele geçirdikleri Kherson’dan geri çekilmeyi yasaklamış.

Gurnah ve benim öyküm

Metin Karabaşoğlu’nun editörlüğünde yayımlanan Açıkdeniz dergisi, Temmuz sayısında yazarımız Halil Berktay’la Doğu-Batı ayrıştırmasının tarihi zemini, kökleri, sebepleri, bugüne ve geleceğe dönük sonuçları üzerine uzun bir söyleşi gerçekleştirmiş, bu söyleşiyi Serbestiyet’te de yayımlamıştık. Berktay, Açıkdeniz’in Eylül sayısında bir bakıma bu söyleşinin devamı niteliğinde olan yazısında 2021 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Abdulrazak Gurnah’ın romanlarından yola çıkarak Doğu-Batı ayrıştırması tartışmasını sürdürüyor. Berktay, “çağımızın Çehov’u” dediği Gurnah’ın romanlarını da “deryalar var bu kitaplarda” diye tanımlıyor.

Dergi yazı kurulundan, bir gecede halk savaşına

Nerede sapıttık? Marksizm miydi hatâ? Bizatihî teori miydi? Tek yol devrim miydi? “Devrimci şiddetin doğrusu” yarışları mıydı? Bunun “gizli örgüt” (veya bizim de bir partimiz olsun) yarışlarına dönüşmesi miydi? Gençliğin, tecrübesizliğin, hayatı tanımamışlığın, haddini bilmemesi miydi? Sübjektivizm miydi? Taklitçilik miydi? Hangi adım atılmamalıydı? Ben atmamalıydım?

Unutmak yok

Koşulların, bağlamın, çağın kendi değerleri ve akımlarının, zamanın ruhunun… mutlak surette belirleyici olamayacağını (olmaması gerektiğini) teorik açıdan savunmak başka. İnsanın kendi geçmişini adım adım gözden geçirip, nerede neyi yapmaması gerektiğini dürüstçe değerlendirmesi gene başka. İkincisi çok daha zor, felsefî bir “özgür irade” savunusuna kıyasla.

“Zamanın ruhu” hakkında, Cemal Kafadar’dan üç paragraf

Önce “‘Koşullar’ ile ‘özgür irade’ arasında”yı (25 Haziran), ardından “Zeitgeist”ı yazmıştım (2 Temmuz 2022). Tarihçinin, bir yandan geçmiş kuşak, olay ve süreçleri içerden anlama sorumluluğu ile diğer yandan, bir insan, bir vatandaş, bir dünyalı olarak aynı olay ve süreçlere ilişkin kendi vicdanî, ahlâki kanaatlerini koruma hakkı arasındaki ilişkiyi, belki çelişkiyi, kendi kendime uyguluyor; faraza elli yıl önceki halimi hem anlamaya hem yargılamaya çalışıyordum.

“Bundan 100 – 150 sene önce…”

Bir varmış bir yokmuş. Develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Atalarımız zümrüdüankalar yerine, bu amaçla Amerika’dan özel olarak getirttiğimiz ‘turkey bird’lerin, pardon yaban Türkiye hindilerinin sırtına biniyor, İstanbul havaalanının İç Hatlar bölümünden kalkıyor, gak dediklerinde jelibon, guk dediklerinde özel Adana petrolü vererek doğrudan Mekke’ye uçuyorlarmış. Ya, işte, böyle benzersiz bir medeniyetimiz ve uçsuz bucaksız bir imparatorluğumuz varmış.

Zeitgeist

“Ne gelirdi elinden? O yıllar böyleydi. O yıllarda herkes böyleydi. Paradigmatik bağlayıcılık çok güçlüydü. Örgüt aidiyeti çok güçlüydü. Dışına çıkmak imkânsızdı.”

“Koşullar” ile “özgür irade” arasında

Geçmişe, gençliğime haksızlık mı ediyorum? Son iki yazımın ardından, öyle dedi birkaç okurum. İki argüman kuruyorlar. Biri kaçınılmazlık üzerine. “O dönem öyle bir dönemdi. Kendini fazla suçlama. Kimse o furyanın dışında kalamazdı.” Diğeri daha zor. Değer üzerine. Gençliğin yaşlılığı besleyip şekillendirmesi; yaşanan her şeyin kalıcı değerlere dönüşmesi üzerine.

Aşırı duygusal

Ekim Devrimi, 7 Kasım 1917 gecesi nasıl (ne kadar küçük ölçekte) başlamış olursa olsun, dalga dalga yayıldı ve milyonları kapsadı. Doğruluğu yanlışlığı bir yana, muazzam bir depremdi. Bütün bir çağı etkiledi. Dolayısıyla Nâzım Hikmet gerçek bir devrim gördü. Bizlerse 60’ların sonları ve 70’lerin başlarında sübjektif hayallerimizde yaşadık. Toplumdan kopuk, dünyadan habersiz çoluk çocuktuk. Koşullar sıfırken devrimcilik oynadık.

Duygusal

"Schmaltz,” Eskenazi dili olarak da bilinen Yiddişte ve oradan New York Yahudi argosunda (tavuğun yağı gibi daha maddî anlamlarının yanı sıra) cıvık duygusal, santimantal demektir. Daha bir İngiliz İngilizcesindeki “corn” ve “corny” (aşırı romantik, basmakalıp, bayağı) sözcüklerine karşılık gelir.

Avrasyacılık (4) Putin’in takıntılarında yaşamak

Ben demiyorum; onlar diyor. Avrasyacıların kendileri birleştiriyor üç ülkeyi. Çin, komünist bir tek parti rejimi. Üstüne üstelik, Şi Cinping tek adam ve ömür boyu parti-devlet lideri. Rusya’da güya çok-partili seçimler yapılıyor. Ama fiiliyatta Putin de tek adam ve ömür boyu lider. Devlet güvenlik polisinin gizli bir birimine istediği suikasti yaptırıyor. Hukukun bağımsızlığı ve basının özgürlüğü diye bir şey yok. Mahkemelere hükmediyor. Medyaya hükmediyor. -- Bu mudur, çok beğendikleri? Türkiye de böyle olsun mu istiyorlar?

Soyut ve insansız bir Orta Asya (TTT’nin “halka inememe” sorunu)

Tarih doğa bilimlerine kıyasla halka çok açıktır. Genel kamuoyu fizikten, astronomiden, yüksek matematikten anlamayabilir; hiç karışmayabilir bu alanlardaki tartışmalara. Ama hele Türkiye’de, herkes şair olduğu gibi herkes tarih bildiğini de zanneder. Millî tarih, beğenelim beğenmeyelim, popüler bir alandır. Dolayısıyla herhangi bir tarih anlatısı, sırf şu veya bu ölçüde bilim dışı olduğu için ıskartaya çıkmayabilir. Nitekim bugün, popüler kültürde sahte-bilim kol geziyor. Yani şu veya bu tezin, yalnız bilim camiasınca değil, sahnede olduğu süre içinde geniş kitlelerce de benimsenip benimsenmediğine bakmak gerekir.

Türk Tarih Tezi: birkaç ilâve (veya düzeltme)

Bir zamanların sosyalist solunun bir kısmı, mutlaklaştırılmış bir “anti-emperyalizm” üzerinden ulusalcılığa savruldu. Bu sol-milliyetçiliğin topyekûn Batı düşmanlığı da Avrasyacılığa götürdü. Avrasyacı faşizmi ve Türkiye için ne istediğini, hattâ konjonktür sayesinde neleri kısmen gerçekleştirebildiğini, Rusya ve Çin örnekleri üzerinden yazmaya devam edeceğim. Dış politika (yeni işbirlikçilik) boyutlarına da değineceğim, iç politika boyutlarına da (diktatörlük, yalan, politik piyasa, devlet burjuvazisi, emir-ve-kumanda kapitalizmi). -- Ama şimdi kısa bir ara verip tarihe dönüyorum.

Avrasyacılık (3) Çağımızın faşizmi; solun Adnan Hocacılığı

Uzun bir ara vermiştim. Belki siyasetin kendisi donuklaşmıştı da ondan. Kış uykusundan Osman Kavala’yla, tutuklu kalmasını sağlayan casusluk dâvâsından beraat edip AİHM’in delilsiz kanıtsız saydığı Gezi dâvâsından ağırlaştırılmış müebbet almasıyla, üstüne hukuk mu guguk mu sorusuyla, gene AİHM’in artık işinin bitip bitmediğiyle, sonra bir de şu çürütüle çürütüle bitirilemeyen “Ermeni yalanları”yla uyandım. Baktım, bir buçuk ay önce Avrasyacıların özlemlerini yazmaya koyulmuşum. Çin’i ve Rusya’yı neden çok beğeniyorlar? Türkiye için ne istiyorlar? Bu iyi bir damar, çünkü kendileri köprü kuruyor, bu üç ülke arasında. Oradan devam ediyorum.

Halim, halimiz

Dört küsur yılı doldurmuştu. Karardan sonra iki gün daha geçti. Ruhumuz, insafımız, insanlığımız, adalet duygumuz, hakkaniyet duygumuz idam ediliyor.

Avrasyacıların özlemi (2) Tarihî bir gün

En son ne demişim? “Demokrasiden, hukuk devletinden kurtulmak” (15 Mart). Bir ay on gün sonra: 25 Nisan 2022. Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet hapis.

Millî tarihte Türkler ve devletleri

Başlık resimlerim: modern (ama çok titiz çalışan ve bilimsel verilerden hareket eden) savaş tarihi illüstratörlerinin elinden, bazı bozkır atlı göçebe tipleri. Sağdaki görselde, en sağda (1) bir Şyung-nu savaşçısı. Ortada (2) bir Taştık aşiret mensubu. Solda (3) bir Kuşan soylusu. Soldaki görselde, 7. yüzyılın bir Avar süvarisi. Böyle daha onlarcası var, sırf Orta Asya’yı somutlamak bakımından lisans derslerimde gösterdiğim. Fakat şimdi bunların hangileri Türk, hangileri değil? Ya da ne anlamı var, ayırd etmeye girişmenin?

Avrasyacıların özlemi (1) Demokrasiden, hukuk devletinden kurtulmak

“Türkiye’de Avrasya-Rusya-Çin kanadını destekleyenlerin, maalesef bu desteklerin arkasında biraz da Türkiye’ye yönelik gelecek vizyonlarına dair işaretler alıyorum. Nedir bunlar? Türkiye’nin geleceği bu Avrasya tarzı yönetim anlayışı doğrultusunda şekillensin. Temel özgürlüklerin daha kısıtlı olduğu, daha bize özgü bir demokrasi anlayışı hâkim olsun.” (Sinan Ülgen, 12 Mart 2022)

Cevdet Bey

Günlerdir, 6:30’da kalkar kalkmaz ilk işim bilgisayarıma koşup internet haberlerine bakmak oluyor. Harkiv düştü mü, karşı taaruzda mı? Konvoy Kyiv’e yaklaşıyor mu? Mariupol’da siviller bombardımandan kaçabildi mi? Cevdet Beye benzedim. Radyoları ve bir bacağı kırık leyleğiyle, Hacıbabasıyla, 1941 kışında Alman ordularının ilerleyişi karşısında Moskova’nın direnmesi umuduna sarılan.

Tanklar ve insanlar

NATO ile Rusya arasında bir “tepişme”den mi ibaret? Kim haklı, kim haksız? Kim, nereden geliyor? Arkasında nasıl bir tarih, nasıl bir gelenek var? Bir de böyle anlatsak, anlayan olur mu acaba?

Stratejik deha, NATO tuzağı, milliyetçi faşist Ukrayna cuntası

Türkiye, sağıyla ve soluyla yeryüzünün en yüksek, en ileri kültürüne sahip. Paha biçilmez bir entellektüel elitimiz var. Gazeteciler, köşe yazarları, yeni parlayan bir kısım öğretim üyeleri, güvenlik uzmanları, emekli general ve amiraller. Her gece kimbilir ne fedakârlıklarla, istemeye istemeye, “gene mi“ diye oflaya puflaya ekranlara çıkıyorlar. Buna rağmen bilgi ve görgülerini cömertçe paylaşıyorlar. Nesnel, bilimsel, asla partizan ve militan olmayan bir tavır içindeler. Kesin verilerden hareket ediyorlar. Palavra yok, uydurma yok. Çok dikkatli, çok ölçülü konuşuyorlar. Söyledikleri her lâfın, ihtiyatla kaydettikleri her öngörünün önünü arkasını inceden inceye hesap ediyorlar.

“Ukrayna’nın yaşamında bir gün”

Aleksandr Solzhenitsyn, “İvan Denisoviç’in Yaşamında Bir Gün” romanını, Kruşçev döneminin (1953-1964) kısmî de-Stalinizasyonundan yararlanarak, Kasım 1962’de ünlü Sovyet edebiyat dergisi Novy Mir’de yayınladı. 1950’lerin başlarında Sibirya’daki zorunlu çalışma kamplarından birinde, sudan nedenlerle on yıla mahkûm edilmiş bulunan sıradan bir hükümlünün, sıradanlığı içinde feci bir günü anlatılıyordu. Stalinist baskı ve zulüm daha önce hiç açıkça teşhir edilmemişti. Yer yerinden oynadı.

Alis Harikalar Diyarında

“Alo! Orası Dış Uzay mı? Solaris mi? Büyük Ayı mı? Bu dünyadan olmasın da neresi olursa olsun. Birkaç siparişim olacak. Darda kalmış bir arkadaşıma yardım etmek istiyorum da. Bir, tertemiz, geçmişinde en ufak bir kirlilik olmayan, “burjuva siyaseti”ne zerrece bulaşmamış, her konuda yüzde yüz demokrat bir lider ve parti rica edeceğim, Türkiye için. Bir de gene saf ve pirüpak, Büyük Devlet çıkarlarına hiç yer vermeyen, sırf düyanın lânetlilerinden, proleter halklardan ibaret bir savunma paktı istirham ediyorum, Ukrayna’yı kurtarsın diye. Teslimat için Amazon veya e-bay’den yararlanabilirsiniz. Kirli, lekeli, kullanılmış ürünler derhal iade edilecektir.”

Günümüzün karanlığı (4): Çar Vlad’ın beklenen Anschluss’u

Aslında her şey çok basit, çok açık. “Önce ayrılıkçıları destekledim ve kopardım, Donetsk ve Luhansk illerini Ukrayna’dan. Şimdi bağımsızlıklarını tanıyorum. Ve aynı anda, bunların ‘kadim Rus toprakları’ olduğunu vurguluyorum. Sonra askerlerimi, artık Ukrayna’ya ait saymadığım bu bölgelere sokacağım. Onun da ardından ‘enosis’ gelecek. Yani birleşme. Anavatanla.”

Günümüzün karanlığı (3): Tarih, mağduriyet, nasyonalizm

Ukrayna etrafındaki çember daralıyor. Doğudaki Rusya topraklarında, kuzeydeki Belarus’ta ve güneydeki (Rusya’nın 2014’te işgal ettiği) Kırım’da konuşlanan Rus birlikleri için son tahminler artık 100,000 dolayında değil, 150,000 dolayında da değil, 169 - 190,000 arası. İlginçtir; Kremlin’in bazı birliklerin artık geri çekilmeye başladığı yolundaki açıklamaları da hemen fos çıkıyor. Uydu kameraları ve hemen bütün istihbarat örgütlerinin sair bilgi kaynakları, hiçbir geri çekilme olmadığını doğruluyor.

Günümüzün karanlığı (2): Dünya nereye gidiyor?

Rusya’nın bütün dünyaya dayattığı, Çekoslovakya 1938 benzeri krizde bir haftayı daha geride bıraktık. Nefesimizi tutmuş, bekliyoruz. Ülkeler vatandaşlarını, dışişleri bakanlıkları elçilik mensuplarını çekiyor Ukrayna’dan. Moskova’nın gerekçe yapacağından korkulan (Mukden ya da Walwal misali) “sahte bayrak” provokasyonlarının, Donetsk’te esrarengiz bir patlamayla başladığı söyleniyor. Dün Biden artık kararlarını verdiler, her an saldırabilirler dedi. BBC gibi web sitelerinde, taarruzun ve Kiev’in düşmesinin (yukarıda gördüğünüz) olası güzergâhları yayınlanıyor.

Günümüzün karanlığı (1) Demokrasinin buhranı ve düşünsel yansımaları

Son bir haftada (a) Fransa devlet başkanı Macron, Putin’le görüştü ve Rusya devlet başkanını olayı daha fazla tırmandırmamaya ikna ettiğini söyledi. (b) Buna karşılık Biden ve diğer ABD sözcüleri, ben bu satırları yazarken, Rusya’nın bütün askerî hazırlıklarını tamamladığını, birliklerini ileri mevzilere soktuğunu, Ukrayna’ya karşı bir topyekûn istilâ harekâtına girişmesinin artık sadece bir nihaî karar meselesi olduğunu açıkladı. Şu veya bu “sahte kimlik” provokasyonunu, yoğun hava bombardımanı izleyebilir dendi. Amerikan vatandaşlarının derhal ülkeyi terketmesi istendi. (c) Tabii Putin hiç böyle bir niyeti olmadığını tekrarlayıp duruyor.

Neydi, 1930’ların karanlığı? Nasıl bir şeydi?

Yukarıda soldaki zevatı herkes tanıyor. Ortada İmparator Hirohito (1901-1989). Sağda Mareşal Amiral İsoroku Yamamoto (1884-1943), Pearl Harbor baskınının mimarı, uçağı düşürülüp de ölünceye kadar İmparatorluk Donanması başkomutanı. Seksen yıl sonra bugün, ne âlemi var hepsini tekrar hatırlamanın? Putin’in yarattığı ve sonra kabahati Batı’ya bulduğu Ukrayna krizi, yer yer Hitler’in inatçı ve yalancı saldırganlığını andırmakta. Rusya - Çin yakınlaşması da Avrupa’da kurulan Faşist-Nazi Mihverine, özellikle 1936’daki Anti-Komintern Paktı’yla, Uzak Doğu’da Japonya’nın ortak olmasını çağrıştırıyor.

Bazı yöntem sorunları

Son uluslararası gelişmeler karşısında, yeryüzüne 1930’ların karanlığı mı çöküyor… diye bir soru takıldı kafama. Rusya’nın Ukrayna çevresine yaptığı yığınağa, Batının tepkisine ve Çin-Rus yakınlaşmasına bakarken, bir vakitler Mihver devletlerinin dünyayı nasıl ikinci büyük savaşa sürüklediğini hatırlamadan edemedim. İlkin, sırf olguları ve çarpıcı benzerlikleri yazacaktım. Gene de yazacağım. Ama önce, hafif frene basmak ve metodolojik bir ihtiyat payı bırakmak ihtiyacını duydum.

Acımasız olmasa absürd, korkunç olmasa komik kaçacak

Tabii Türkiye’den değil Çin’den söz ediyorum. Fakat geçenlerde gene Çin’den yola çıkıp Türkiye’nin kültür sahnesine geçerek yazdıklarımın üzerine de cuk oturuyor. Tersten bakarsak, Sezen Aksu’nun şarkılarına asıl ne yapılması gerektiğine beklenmedik bir ışık tutuyor.