‘Devrim’ romantizmine hiç katılmadığım ve ‘sosyalist devrim’ dahil hiçbir devrimden kalıcı ve mutlak hayır çıkacağını düşünmediğim halde, haklar için mücadelenin bir gereklilik olduğundan eminim. Hiçbir mütegallibe ve hiçbir muktedir, insanî olana bizzat yönelmiyor ve hakkınız olanı kendiliğinden vermiyor. Haklara ‘verilerek’ değil, ‘alınarak’ kavuşuluyor. O yüzden, iyi ki bu mücadele var, bu mücadeleyi yapanlar var; iyi ki yürüyor, toplanıyor ve konuşuyorlar.
Sahası 7-14 Nisan tarihleri arasında yapılan son PANORAMATR çalışması ilginç veriler içeriyor. 19 Mart sürecini “siyasi” görenler yüzde 54 oranında iken, “hukuki”dir diyenler ise yüzde 34 kadar. Mağdur olan parti (CHP) kadar, mağdur eden iktidar partisinin (AK Parti) oy oranları da artmış görülüyor. CHP oy oranını yüzde 4,2 AK Parti de 2,4 arttırmış bulunuyor. İki parti arasındaki fark da CHP lehine yüzde 2,8. Bu çöken bir AK Parti, iktidara yürüyen bir CHP tablosuna pek benzemiyor. Seçmen kucaklayıcı, güven ve umut verici bir siyaset bekliyor. Kutuplaştırıcı boykot politikasını toplumun yüzde 57’si yanlış buluyor.
Gelenek-sonrası modernliğin bu çocukça taşkınlıklarını tadil etmek için postmodernizm çağı gelip geçtiği halde ve hatta geleneğe yeni baştan daha ağırbaşlı bir hürmetin lüzumu açığa çıktığı halde bugün Batı’dan daha çok Batıcı olanların entelektüel seviyesi trajiktir.
Sırrı Süreyya Önder’in 29 Ekim 2012’de bir televizyon programında söylediği; “ben bu Cumhuriyetin ne xeyrını görmüşüm” cümlesi 15 Nisan gecesi kalp krizi geçirip hastaneye kaldırılmasının ardından yeniden dolaşıma girdi. “Ne hayrını görmüşüm diyen Sırrı Süreyya Önder bugün Cumhuriyetin imkanlarıyla tedavi görüyor, Cumhuriyetin yetiştirdiği doktorlar canını kurtarmak için uğraşıyor” lafları eşliğinde. Vicdansız oldukları su götürmez, ancak bu meşum söylemleri yalnızca vicdansız oldukları için dillendirmiyorlar. Aksine bu söylemler kutsal bir borçlandırma stratejisinin en billur örneği.
Dindar ve muhafazakâr mahalleye yönelik içeriden eleştirilerin, giderek bir kişisel farklılık talebine dönüşmesinin, bu eleştirilerin kurucu mantığının ve işlevselliğinin yapay bir zeminde konumlandırılmasıyla bir ilgisi var. Ali Bulaç’ın yazdıkları da buna bir istisna teşkil etmiyor, maalesef.