İktidarın dış politikası desteklenirse içerde demokrasi uzak bir hayal haline gelebilir. Öte yandan ‘biz hem bu dış politikayı yürütür hem de demokrasi getiririz’ söylemi çok naif kalabilir, çünkü iktidarın ideolojik pozisyonu kabul edilmiş olur… Muhalefetin önünde iki yol var: Farklı bir dış politika vizyonu oluşturmak veya demokrasiyi bir üst değer olarak savunmak. Bu iki yol birleşebilir de… Ama kritik olan mesele şu: Her iki yol da ideolojik alternatif sunmayı ima ediyor.
Türkiye’nin çözemediği bu tür sosyolojik meseleler, siyasileşiyor ve siyasetin konusu olarak önem kazanıyor. Son birkaç seçimin yaklaşık bir ortalamasını alırsak, Kürt seçmenlerin yoğun yaşadığı yörelerde oyların yarıdan fazlasını HDP’nin aldığını görebiliyoruz. Belki yüzde 40-45 civarındaki bir oy da AK Parti’nin. HDP Türkiye çapında ortalama 6 milyon civarında oy alıyor. 6 milyon Kürt de muhtemelen AK Parti’ye ve diğer partilere oy veriyor.
Peki ya bu saldırı bir provokasyon, örgütlü, planlı bir saldırı, karanlık odakların bir tertibi değilse? Ya gerçekten Türkiye’nin iklimi artık böyle durumdan vazife çıkaran, vatan millet için intikam planları yapan, eline silah alıp düşman olarak gördüğü bir yerdeki herkesi öldürmeye giden saldırganlar yaratabiliyorsa?
İktidar partisindeki iç kaynaşmanın dışarıya dönük ne türlü yansımaları olacağı kolay kestirilecek bir şey değil. At iziyle it izinin birbirine karıştığı bu tür dönemlerde, çok amaçlı provokasyonlardan medet uman karanlık çevrelerin harekete geçtiği de toplumsal hafızamızda kayıtlı bir husus.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 7 Haziran (2015) seçimlerinden sonra ilan ettiği “yerli ve millî” virajının üzerinden 6 yıl geçti. Bu altı yılda “Allah’ın bir lütfu” olan 15 Temmuz darbesinin de yardımıyla iktidar ulaşmak istediği yere ulaştı. Fakat ekonomik zorluklar, eşitsizlikler ve siyasi skandallar nedeniyle artık “yerli ve millî” yetmiyor, “daha yerli, daha millî” bir toplumsal ruh haline ihtiyaç duyuluyor. İktidarın ihtiyacı: Göstereceği ölümle sıtmaya razı bir toplum yaratmak.