İki dakika utan

Bir kuşağın gelecek kuşaklara bırakacağı en ağır miras, -doğuştan- kambur, “utanç” olmalı. Öyle majör mirasların sayısız örneklerini “12 Eylül Utanç Müzeleri”nden, “Utanç Duvarı”ndan adıyla da hatırlıyorsun. İşaret direği gibi darağaçları da dikiyor oraya tarih, göresin diye. O dönemleri geride, o yüzyılda bırakmak benzerlerinden, belirtilerinden utanmaktan âzâde kılmıyor insanı. Atılan adımlar onlarla aranı “yüzyıl farkı”yla açmana yetmiyor. “Burun farkı” desem, bazı mevzularda eğreti durmayacak sanki.

“#İki Dakika Utan”… Bu slogan 2016’da Trabzonspor-Fenerbahçe maçındaki olaylara tepki olarak Kulüpler Birliği Vakfı’nın Türkiye Futbol Federasyonu, Merkez Hakem Kurulu ve yayıncı kuruluşla ortak başlattığı “#2 Dakika Düşün” kampanyasına karşı Trabzon taraftarının protestosu. Karşı kampanya…

Tesadüfen karşıma çıkan haberde Vakıf, maçların iki dakika geç başlatılması önerisinin amacını şöyle özetliyor: “Sahadaki rekabetin teröre ve düşmanlığa dönüşmesini engellemek için herkesi 2 dakika için düşünmeye davet ediyoruz.”

Trabzonspor taraftarı ise tepkisini “2 Dakika Utan” çağrısıyla duyuruyor: “Haklının değil güçlünün yanında oldun, suçun cezasını vermeyip suçluyu yücelttin. Her türlü kirli oyun ile Türk futbolunun sonunu getirdin. Adalet olgusunu yerle bir ettin; doymadın. 2 dakika utan…

Çağrıdaki hak, adalet, suç, kirli oyunlar gibi kelimelerle kurulan cümleler aklıma futbolu değil memleket manzaralarını getiriyor. Futbol (b)ilgi alanım dışında kaldığı için hayata geçmeyen, fazla ses de getirmeyen o iki kampanyaya, haklısına-haksızına dair bir şey söylemem, yorum yapmam da mümkün değil.

Saygı değil “Utanç Duruşu”

Zaten beni yakalayan, düşündüren kısmı sadece sloganı: “2 Dakika Utan!” O çağrıya, o üç kelimeye özeniyorum, o sloganı (ç)almak istiyorum okuyunca. Çünkü bu ülke için de biçilmiş kaftan/hazır slogan fikrimce. Utancın günlük hayata iyice yerleşen, herkesin -ar- damarına basan, damarını bulan bir mânâsı var. Olmalı ya da…

Ayrıca saygı duruşlarının, anmaların, hatta bazı protestoların kronometresinde “1 dakika”nın yaygın olmasına rağmen taraftarın yeğlediği “2 dakika”, Kulüpler Birliği’nin “2 Dakika Düşün” kampanyasına nazire. Göze göz, ikiye iki, bir karşılık yani. Kastı, menzili ondan ibaret.

Ama ben “Utan!” kampanyasına eklenen o bir dakikanın, bu ülkede utanmaya daha çok, en azından iki kat zaman ayrılması gerektiği mesajını veren hazin bir ironi olduğuna inanmak, öyle düşünmek istiyorum: “Bir dakika yetmez…”

Sessiz, mahçup, başını öne eğeceğin, yüzünün kızaracağı o “Utanç Duruşu”, bazen bir dakikada sorumluluğundan, failliğinden, şahitliğinden, bedelinden sıyrıldığın, “insanlık görevi”ni savuşturduğun o mahut Saygı Duruşu gibi değil. Özeleştirinin, mahcubiyetin de unutulan, boşverilen, şahsına konduramadığın, o yüzden de yabancı, pervasız, âzâde kaldığın pantomimi.

Utanca “1 Dakika” yetmiyor

Zira utanılacak onca şeye, utanmaya hiç zaman ayrılmıyor, utanma duygusu birçok insanın, otoritenin duygu, tutum yelpazesinde, arsız bünyesinde yer almıyor. Kirli, karanlık “Suç düzeni”ne karşı Şubat 1997’deki “Sürekli aydınlık için bir dakika” eyleminin fiiliyatta bir saate kadar uzaması, “anlamayana davul, zurna az” meseliyle tencereli tavalı “Yurttan Sesler Filarmonisi”ni kurması ondan. Yetmiyor bir dakika, gürültüye giden fısıltın duyulmuyor.

Utanılacak şeyler hem çok, hem de utançta failinin yanında, şahidine, maktulüne, mağduruna, herkese pay düşüyor. Bir ülkeyi çağdaş yapan, demokrasi anaokuluna, sınıfına aldıran değerlere dair bir yolculuk, bu coğrafyada herkesin terkisine utanma katığını yerleştiriyor. Nasiplenirsin, nasiplenmezsin, ayrı mesele.

Onun adına utanmak faydasız

Asıl utanması gerekenler üzerine alınmayınca, deyimler, atasözleri utandırıyor. “İnsan içine çıkacak yüzün olsun” diyoruz mesela. Lâkin o deyimin işlerliğinde aslında yüze değil önce “insan”a ihtiyaç olduğunu unutuyoruz sanki. “Adına utanmak” diye bir şey ondan var; onun bunun “başkalarının adına”, bazen ülken adına utanman, hatta insan olmaktan, insanlıktan bile utanç duyman mümkün.

“Onun adına” utanmanın “kendi adına” utanmaktan farkı da flu; az ya da yeğ değil verdiği duygu, yol açtığı üzüntü, çaresizlik. Ar edilecek şeyleri “Ben kendi adıma utandım” diye geçiştirmen de zor. O şablonların, onun adına yani “onun yerine” utanmanın utanmadan yoksun yahut kendince muaf olana da pek faydası yok.

“Kader utansın”ın yarattığı güven

Çoğu, etikle, adalet, hak hukuk, vicdan, dürüstlük gibi değerlerle pozitif-negatif ilişkisini kendisi üzerinden değil bir şeyler üzerinden, emaneten, “hamaseten” kuruyor zaten. Yokluğunu şahsına mal etmiyor, onu da başkalarına, ötekilere devrediyor, ciro ediyor.

İşine gelene/gelmeyene göre “üzerine alınmak” da, “üzerine alınmamak” da ibadullah. Bir şekilde ilgili, yetkili, sorumlu, paydaş yahut şahit olduğun meseleleri “kader” diye savuşturman, geçiştirmen bile memleket normallerinden. Bu yüzyılda bile insanlar yutkunup, “Kader utansın” diyebiliyor, kadere boyun eğiyor, en bıçkını kaderine küsüyor. Ona, onlara güveniyorsun.

Birçok örnekte utanç müteselsil kefillikle, vekâleten işlemiyor, onu, borçlusunu, failini bağlamıyor, utandırmıyor. Ama seni utandırıyor. Oysa o sahnede, o oyunda “Yer yarılsaydı da içine girseydim” senin değil devekuşunun repliği. Perdenin arkasındaki yönetmenle senarist onu da sana söyletiyor.

Haber değil “Utanma Saati”

Rusya vatandaşlarının Ukrayna savaşında işgalci ülkelerini, o zorba, pervasız, şımarık yönetimi protesto ederken utançtan, bir tür paydaşlık psikolojisinden, vehminden azade olduklarını söylemek cüretkâr bir iddia. Putin yönetimine hâlâ “Rusya sizinle gurur duyuyor” diyenlere karşı “Bu ülke sizinle utanç duyuyor” sloganını attıklarını düşünmek, dilimiz deyimimiz farklı olsa da daha akla uygun bir iddia.

Dünyada, ülkende yaşadığın, bizzat ya da ekranlardan tanık olduğun şeyler utandırıyor seni. Hedefi, işlenişi, kutbu farklı olsa da yandaş yahut muhalif haberlerin hepsi eski radyolardaki Müzik Saati, Çocuk Saati programlarına nazire “Utanma Saati”.

Utanılacak şeyleri savunurken de, kınarken de utancın alanındasın, o utanılası dilin, zihniyetin, onun kelimelerinin tuzağındasın. Haberleri, açık oturumları çoktan geçtik de… Her türden tartışma, spor, hatta “eğlence” programlarını, popüler dizileri, herhangi bir yayını utanılacak bir şey olmadan dinlemek, seyretmek lüks.  

“Utanmazlık Kuru” da sabit değil

Muhataplarını utandırmadığı için daha çok bunaltıyor, öfkelendiriyor da insanı. Utanılacak şeyler ve onun “dil”le, söylemle de yayılan havası siyasette de hâkim. Utanç yoksunluğu bir hayat tarzına, kronik politika zanaatına, bir tür konfora dönüşüyor. Oysa en çok utanan, mahcubiyet duyabilen politikacılara ihtiyaç var.

Yağmur öyle, rüzgâr öyle, fırtına öyle, iklim, sanki toprak, ürün öyle… “Arz-talep öyle” diyen, rayici/reytingi öyle hesaplayan da çok. Oysa “Utanmazlık Kuru” da sabit, tavanı tahmin dâhilinde değil, “Utanmazlığın bu kadarı olmaz” da değil, oluyor.

Toplumsal olamayan sos’yal medya

Bu iklim bir bakanla “muhalif” bir parti başkanının medyaya “küfürleşme” olarak yansıyan söz düellosunun, nihayetinde “Zafer” arayışının “yeri ve zamanı sen belirle” repliğiyle düello, randevulaşma çağrısına dönüşmesini bile sıradanlaştırıyor.

Efelenme, omuz atma, tehdit, alay, laubalilik, küfür, aşağılama, hakaret, linç sadece sözlükteki kapsamıyla, değeriyle “toplumsal” olamayan yandaş ya da güya karşıt bazı toplulukların, toplaşmaların değil onun “sos’yal” medyasının da ana dalı. O bahaneyle imalatçıları bile sosyal medya yasaklarına taşlarına uygun basamak döşüyor. 

Bulaşıcı… Değdiği her cümleyi, her şeyi bayağılaştırıyor. Çocukluğumuzdaki gibi “Ayıptır evladım kavga etmeyin, kardeş kardeş oynayın” diyen yetişkinler de pek yok pencerelerde. Yerini “Vur, vur, vur” diye yetişenler almış.

Değerlere dair iptal kültürü

Aklına, ağzına geleni kürsü, basın toplantısı/açıklaması, “yayın” diline çevirmeden, TV’de, sosyal medya ekranında kamuya yorum yaparken rötuşa, az temize çekmeye bile gerek duymadan seslendirebiliyor insanlar. O da günlük hayatta “höykürme dili”ni, arsız, sınırsız lâubâliliği yaygınlaştırmaktan öte bir bakıma meşrulaştırıyor.

Söylem, merci, zemin böyle olunca iletişim, reaksiyon dili, hatta huy bile kirleniyor. Değerlere dair iptal kültürünün işporta cazibesine, çığırtkanlığına, gücüne, yalan bombardımanına, zorbalığına karşı koyamıyor efendice.

Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” filminin hazin repliğindeki gibi bir hâlet-i ruhiye kuşatıyor çoğu insanı: “Seninle cebelleşeceğim diye bütün güzel huylarım değişti. Sert, kaba, ürkek, işkilli bir insan oldum.”

“İnsanlığı kurtaracak tek duygu”

O nedenle de hakaret, küfür etmese, terbiyesi, görgüsü, aklı, mantığı, suçunun günahının akıbeti onu fiilen engellese, frenlese de zihni, fikri, sessizliği öfkeli, küfürbaz birçok insanın. Lafzen olmasa da zihnen küfürbaz. Kendi düşüncesinden bile utanıyor bazısı, kendinle baş başa kalınca. Bazısı yani kaldığı kadarıyla tabii…

Bu yüzden mahcubiyet duyan, utanan insana güveniyorum. Utanmazlıkla başa çıkamasa da, derinden önemsediği, koruduğu kılavuz değerlerin varlığını, hakikiliğini, kıymetini özenerek görüp, insana dair umudunu yitirenler zindanına mahkûm olmayacağını düşünüyor, umuyorsun.

Ve “Utanç… İnsanlığı kurtaracak tek duygu” diyen Yönetmen Andrei Tarkovsky’yi anlıyorsun yeniden. Zihninden aşınmış, eski kalıbından sıyrılan bir slogan daha geçiyor: “Dünyanın tüm insanları utanın!” İki dakika için de olsa…

Utanmayı yeniden öğrenmek

Murathan Mungan Nilüfer Belediyesi’nin 2016’daki etkinliğinde kendisi için temel meselenin mahcubiyeti öğrenmekten başladığını söylüyor: “Vicdanı, adaleti, utancı öğrenmekten başlıyor. Bu kavramları önemsememin nedeni biraz da Türkiye’nin şu anki durumunu açıklıyor. Şu zamanlar özellikle kişisel ve toplumsal olarak en çok unuttuğumuz şey utanmak. Vicdanı, ahlakı, adaleti unuttuk ama utanmayı, utanç duymayı da unuttuk.”

Unutuluyor ama utanmayı unutmak, utanmazlık, bedelinin hafızaya yükleneceği hâllerden değil. Vicdanı, ahlakı, adaleti, sözlük anlamında neredeyse değerli tüm duyguların, meziyetlerin sıralandığı “fazilet”i tahrip eden bir illet. Ona yakalandığın için hastasın.

“Yedi Ölümcül Günah” eksik

Utanma duygusuna uzak olanın vicdanı, ahlakı, adaleti, hakkı hukuku, dürüstlüğü dert edineceğini düşünmek, bu cümledeki her kelimenin anlamına ters. “Yedi Ölümcül Günah”ta sıralanan kibir, açgözlülük, haset, gazap, miskinlik vs.nin tümü utanmazlıkla, arsızlıkla arşa eriyor.

İlk sıraya kibir yerine onu, arsızlığı alsan Papa I. Gregorius’un bin 500 yıl önce düzenlediği o listede eksik kalan, yeniden ihtiyaç duyulan güncellemeyi de yaparsın. Kibrin, o zehrin de panzehiri, ana ilacı, antibiyotiği utanmak.

Arsızlık tüm kötülüklerin anası

Utanmazlık, kuşandığı pervasızlık, küstahlıkla yalanı, iftirayı da sıradanlaştırıyor, hatta meşrulaştırıyor. “Tüm kötülüklerin anası” desen, dışarıda ne kalır bilemiyorum. Her kuytuya ulaşan, her şeye sızan, bedeli, yükü, cezası 5 Kuruş etmeyen bir “icraat”.

“Hicap duymak” çok eski bir Yeşilçam repliği… Fonda “Mani oluyor hâlimi takrire (anlatmaya) hicabım” çalıyor. “Reca ederim” her mevzuda buyruk veren söylemin çoktan kurbanı, “Sen” hitabı “Siz”in sırıtan celladı.

Bir yerde, bir şekilde, bir kademede elde edilen her türden güç, “iktidar”, emretme, buyurma olanağı, “insan”ın ezelden mihengi. Çoğu örnekte ayıklıyor, değiştiriyor, yok ediyor tüm değerleri.  O terazide “utanma” laf-ü güzaf! Kabalık, kalınlık, umursamazlık her şeyin üzerinden koşar adım geçiyor, süflilik her yere damgasını vuruyor.

Bunlar da bir tür “düzen”

Tarihi, etik tanımına, donanımına, kısa, bildik, edebî, ideal tarifine göre öyle durumların düşüncesinden bile utanması beklenen “insan”ın söylediklerinden, yazdıklarından, yaptıklarından, yalanlarından, pervasızlığından, küstahlığından hiç ar etmemesi esasında inanılmaz bir durum.

Bunun bir tür “düzen” sanılması, adının öyle konması, “Böyle gelmiş, böyle gider” nizamından kabullenilmesi feylesofunu bile lâl kılıyor. Arsızlık psikoloğun, psikiyatristin alanına da sığmayan, onu aşan, disiplinler arası/ötesi bir muamma.

Turgut Uyar’ın yarım asırlık şiiri hiç eskimemiş: “Ekmek vardı tereyağı vardı utanılacak bir şey yoktu / bir şey daha yoktu ama kavramıyordum / (…) Göğe baktım yerli yerinde, / Haydutlar, dalavereciler yerli yerinde, / Vurguncular, hayınlar, vurdumduymazlar öyle. / İyi dedim içim rahatladı, /Düzen bozulmamış dedim.

“Arsızı ne azdırır?” muamması

Altı bütün bunlarla, utanmazlıkla, boş, yalan böbürlenmelerle, küstahlıkla doldurulan o “kara kibir”, neredeyse “cool”luğun bizde biraz muğlak kalan tanımını netleştiriyor, yerelleştiriyor, aranje ediyor, kapsamını genişletiyor.

İnsan bütün bunları bedellerinden ürkmediği, çekinmediği, madden-manen cezalandırılamayacağına, ondan muaf olduğuna inandığı zaman mı rahatça yapabiliyor yoksa bir zaman sonra akıbetinden korktuğu için mi gemi azıya alıyor, üste çıkmaya çabalıyor, iyice arsızlaşıyor bilemiyorum. Bardağın dolu tarafı da azdırabiliyor, boş tarafı da…

En ağır miras utanç

Herhalde bir kuşağın gelecek kuşaklara bırakacağı en ağır miras, -doğuştan- kambur  “utanç” olmalı. Öyle majör mirasların sayısız örneklerini Türkiye’yi dolaşan “12 Eylül Utanç Müzeleri”yle de görüyorsun, Almanya’daki “Utanç Duvarı”ndan adıyla da hatırlıyor, biliyorsun. İşaret direği gibi darağaçları da dikiyor oraya tarih, göresin diye.

O kuşakları, dönemleri geride, o yüzyılda bırakmak, ikamelerinden, benzerlerinden, belirtilerinden, ipuçlarından utanmaktan âzâde kılmıyor insanı. Atılan adımlar bugünün mirasını temize çekmeye, onlarla aranı “yüzyıl farkı”yla açmana yetmiyor. “Burun farkı” desem, bazı mevzularda eğreti durmayacak sanki.

Ve hatırlıyorsun Edip Cansever’in dizelerini: “Sanki bu yüzden kimseler görünmüyor ortalıkta, utançlarından / Utancı bilerek yaşamak korkunç / Daha korkuncu da var: utancı bilerekten yaşatmak / Gördük hepsini işte, daha da görüyoruz.”

Kâbusunu inşa etmek

Yaşanılan bazı süreçlerin rüya olmasa da, insana kâbus gibi geldiği zamanlardan geçiyoruz. O kâbusların arasında rol aldığımız hayatlar, replikler de var. Düşüncende, “rüya”nda, kara hayallerinde karşına çıkan kendin de bazen korkunç bir siluet, figüran. O rüyayı sen de ucundan tutarak kâbus yapıyorsun. Ve o rüyan başkalarının da kâbusu oluyor.

“O kâbusta kendini tanıyamıyorsun” diye teselli etmeyeceğim. Tanıyorsun maalesef.  Her şey seni kendinle tanıştırıyor, biraz doğrulsan da taze geçmişin, devraldığın miras, sana kalan evladiyelik “ev”, bugün üzerine çıktığın kat, aldığın ruhsat seni “tanış” kılıyor.  Ve utanıyorsun, uyanınca…

“Başkasının rüyası” da utandırıyor seni. Ingmar Bergman’ın 1968 yapımı “Utanç (Skammen)” filmi, gördüğün rüyaların, kâbusların faillerini de alt-üst ediyor: “Bazen her şey bir rüya gibi geliyor. Ama bu rüya başkasının rüyası; benim gördüğüm değil de rol almak zorunda olduğum bir rüya. Peki, bizi rüyasında gören kişi uyandığında ve utanç duyduğunda ne olacak?”

BİR UTANMAZ/BİR ŞİİR

HAYÂSIZIN TERCÜMESİ ZOR

“Hitler’de benim affedemediğim şey: / satılabilmek imkânını verip Nuri Cemil gibilere, / müthiş arzular yüklemesidir yüreklerine onların. / Müthiş, / taşıyamayacakları kadar. / Zaten bundan dolayı belli ediyorlar, / böyle aptal, /hayâsızca. / Hayâsızın öztürkçesi? / Çağataycadan uydururlar yine. / Bizim Türkçemizle ‘utanmaz’, ‘sıkılmaz’ desek? / Hayır, / ‘hayâsız’da çok daha çıplak, / daha yüzsüz bir şeyler var.” (Nâzım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları)

.

- Advertisment -