Ana SayfaGÜNÜN YAZILARINe geçmişin sevabı, ne geçmişin günahı

Ne geçmişin sevabı, ne geçmişin günahı

Bugün ana mesele ne geçmişin sevabı, ne geçmişin günahı… Geçmişle şimdinin, hatta yarının birbirine karıştırılması, aynı düzlükte kıyaslanması her iletişimin baş belası. Manzara ortadayken o hamleler çok daha tehlikeli. O dama tahtasında kimin, ne kazanacağı da yeniden tecrübe etmeye gelmez. Günah-sevap hesaplaşması, kadının birlikte mücadelesine de engel.

Kadın hakları, gerektiğinde gül gibi geçinen ataerkil, otoriter zihniyetlere sabitlenerek verilecek bir mücadele değil. O zihniyetlerle soy alış-verişine bayılan, başına “kadim” iliştirilince siyaseten kutsallığını ka(nı)tlayan “milli-manevi” geleneğe, “muhafazakâr”lığın, “dindar”lığın o (basma)kalıptaki, baskıdaki yakışır, elverişli tercümelerine de sırtını emanet edemiyor.

İnsana ilave ağır yükler değil pahada ağır zihniyetler lazım. Bu, Türkiye’de ataerkiyle de beslenen otoritenin yükünün altında iki kat ezilen kadının acil ihtiyacı. Kadın sırtını oraya, ekranlarda fazlasıyla kapsam, görsellik kazanan “o camia”ya dayadığında karşılaştığı manzara ortada.

Feminizm ne kelime… Artık cümle kadın hakları mücadelesine, hareketlerine, hatta o mânâdaki “bir tanecik hareket”e, bir söze, cümleye, imaya -“Ya sabır”ı bırak- azıcık tahammül bile gösteremeyen “bir camia”dan söz ediyoruz. O da ortada.

Onu zevâhiri kurtarmak için lisan-ı münasiple “farklı” bile değil düpedüz düşman olarak etiketleyen “bir mahalle”. Ki o camia, mahalle kavramlarını da orada yeni saldırıya uğrayan, yapayalnız bırakılan bir kadından, AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin’in açıklamasından aldım.

Ellerin taşı değil dostun fiskesi 

Zengin’i asıl yaralayan da o. Muhalefet değil kendi camiası; kendi deyimiyle “Meclis’te muhalefetle zaten kafa kafayalar”. Yani Pir Sultan’dan mülhem “Şu ellerin taşı bana hiç değmez /İlle de dostun bir fiskesi yaralar beni” meselesi. Ki “o mahalle”nin iki yakasında da ödetilen bedelin, uygun görülen cezanın darbe ölçüm birimi asla fiske değil. 

Geçen pazar “Tek ‘vakayla ‘Bu ne?’ ittifakı” yazımdan da devamla… Kadını öyle ya da böyle o kalıpta tanımlamanın pervasızlığı, aşağılamanın, hakaretin, küfrün, saldırının da sınırını, kapsamını her an genişletiyor. Koşar adım çıkılan basamakları izliyoruz. 6284. basamakta bile solukları kesilmiyor.  

Sadece o pespaye soysal medyadaki salgında, kalabalıklarda değil her alandaki kürsülerde bile. Öyle ki, o kadına yaylım ateş sadece “düşman” burçlardan değil sığındığı o kaleden, sırtını yasladığı duvardan, o kaleyi zihnince koruyanlar arasından geliyor.

Mahalle göremiyor değil görüyor

AK Partili Zengin’in geçen hafta değindiğim Cumhur İttifakı, Yeniden Refah Partisi (YRP) ve “Kadına karşı şiddetin önlenmesine dair 6284 sayılı kanun”un kaldırılması meselesinin göbeğindeki durumu da bunu açıkça anlatıyor. Kendi, içerden tasviriyle…

O kanunun kaldırılması vurgusuna“kırmızı çizgimizdir” diyerek itiraz eden Zengin, o açıklamasını “Tartışılamaz demedim, tabii ki tartışılabilir” sözleriyle yumuşatmak, dengelemek zorunda kalıyor, bırakılıyor belki. O da nafile… Camiasından, tabanından da açılan yaylım ateşin altında yapayalnız kalıyor. Ve camiasının bu durumundan duyduğu hüznü açıkça ifade ediyor.

Ardından düşüncesini “Bizim mahalle kadınların değiştiğini göremiyor” diyerek de ortaya koyuyor. Benim tasavvurumda bu cümle “Göremiyor”la değil “O donanımıyla görmüyor” bile değil “Öfkeyle görüyor” vemahallesindeki bir kadının bunu dile getirerek o “kadim” hakkına, o zihniyetine gölge düşürmesini istemiyor, bu uğurda elinden geleni yapıyor olarak kurulsa da, bu açıklamasının kıymetini elbette etkilemiyor.   

Asıl kıyamet belirtisi değişim

O camia bu değişimin kadın hakları kaleminde açılımlarını, imasını bile kabul etmiyor, kendi kadim haklılığına toz kondurmuyor. Kıyamet belirtisi sayılan da bu değişim esasında. O nedenle değişen kadına tepkiler orada ayyuka çıksa da, o kalabalık öyle bir mahalleye sığacak bir güruh değil. Ama o zihniyetin albümüne daha yakışıyor.

Böylece Zengin’in son açıklamalarındaki “Saldırganlar hakikaten azınlık” vurgusu da düşünceme uymuyor. Öncelikle merkezi bir ana caddeye açılan o mahallenin işlerini-güçlerini sadece her yere uzanan sonsuz yetki alanlarından, dallarından budaklarından değil sosyal medyadaki açılımlarından da takip ettiğim kadarıyla pek azınlık gibi görünmüyorlar.

“Azınlık” tanımı, bu vakanın teşhisinde öne çıkan linç kelimesinin sözlük anlamına da pek oturmuyor. Ötesi niceliği de, niteliği de sadece en başta değindiğim zihniyete iliklerine kadar sahip olan, yürekten inanan nüfusla değil onu işine geldiği gibi kullananlarla da ilgili birmesele. O mahalleyi, ona ihtiyaç duyan her erkek kendi semtinde kurabiliyor. 

Sorular kıymetini azaltmaz

Şimdi “ama, fakat”ı olumsuzlaştırmanın bildik vasıtası değil bu soru işaretlerimin ardından hayırlı, zorunlu bir uyarı amacıyla kullanacağım: Lâkin İtalikle vurguladığım ve aynı dünya görüşünü paylaşmadığım Zengin’in açıklamalarına dair bu ortamda ayıplanmayı göze alarak özelikle seslendirdiğim o üç soru işaretimin hiçbirisi şu an önem taşımıyor.

Muhalif aklımdan böyle soruların geçmesi anormal değil ama böyle soruları onun çıkışının, o maddenin kaldırılmasına karşı duruşunun kıymetini örselemek, uğradığı linçin vahametini azaltmak için bahane etmek hem anormal, hem insafsızlık. Hangi soruyu üretirsen üret, ona kuvvetle destek verirken asla bir tereddüde mahal bırakmıyor.  

AK Parti’nin karşısında duran -kırık- kanattaki bir kısım “muhalif”in Zengin’in durumunu kendince “fırsat”a çevirme teşebbüslerine, orada da onu yapayalnız bırakma kıpır kıpırlığına, lafı dolandırmalarına da kapı aralamıyor, vicdana, siyaset ahlakına, demokrasi, çağdaşlık tasavvuruna muafiyet, bahane de oluşturmuyor.

Suskunlukta mahalle baskısı

Kadının değişimini kıyamet belirtisi sayanlar zaten sadece Zengin’in mahallesinde değil erkeğin dünyasının bu köşesinde de var. Fakat onların seyri, bunu vitrinine, savunmasına o zihniyetin gereği, “o kadim haklılık”la çıkaranlardan daha farklı. Eğer tutumunu o haklılığa dayandıramıyorsa biraz daha yaratıcı olması, öyle ya da farklı malzemelerden yeni tarifler de çıkarması gerekiyor sanki.

Ancak mahallesinin Zengin’e saldırmasına yol açan o çıkışına, o düşüncesine katılan yahut o örnekte bile katılmak zorunda kalan insanların bir kısmının bu kez de kavgayı onun kim’liğinden, geçmişindeki sözlerinden çıkarması, onları sadece karşı çıktığı o zihniyetin kıyılarına getirmiyor, onun güncel siyasi taktikleriyle de buluşturuyor. Bu yersizlik onu kendini içinde saydığı geniş ittifakın açık iletişim zemininde de sağlıksız, zararlı bir yere oturtuyor.

Karşı kamptaki kadının insan haklarına, düşünce özgürlüğüne böyle bir saldırı, kendince karışmayacağı, kayıtsız kalacağı “aile içi” bir mesele de değil. Zengin’in tavrını desteklese de o konuda aklından geçeni söyleyemeyen, o nedenle susan insan da bu vicdanı yükten muaf sayılamaz. O suskunluk da başka bir “muhit, mahalle baskısı”ndan azade değil.

Müstahak iletişime kör kelime

O tepkiler arasında fazla itibar edilmese de göze batan “Sana müstahak, oh olsun” salvoları gerçekten hazin, korkunç. Ayrıca “müstahak” bu ülkede herkesin siyasi, sosyal, duygusal siciline ilişebilecek zalimlikte, toplumsal iletişime kör kelime.

Hatta insanın gelenler geldiğinde aynada kendine bile homurdanacağı “Bana müstahak, oh olsun bana”sı sadece “Hay kafama…” diyen argoya değil “Beter ol” bedduasına da gidebiliyor. Ki aynaya kafa atarsa o şahsına dair bir “delirium”, zararı da keskin sirke-küp meselesi. İnsana yaptıklarını sorgulama, değişim kapısını o yolla açarsa sağlıklı hatta.  

Gerekli, sağlıklı toplumsal iletişimde ilk önemli adımın birbirini dinlemekten, anlamaya çalışmaktan geçtiğini, böyle vesilelerle hatırlatmak bile hüzünlü. “Seni anlayamıyorum”un sınır taşı bile çok daha uzaklarda olmalı.  Bu örnekte anlaşılamayacak bir şey yok.

Zengin’in o fotoğrafı, kadın haklarının o manzarası, insan haklarından adalete, özgürlükten eşitliğe, demokrasiye ulaşıyor. Ve o manzara seçim arifesinde bazı “muhalif” ressamların karalayabileceği bir tablo değil. “Tam yerine rast geldi manzara koyduk”la göbek atılacak bir oyun hiç değil.

Monoblok işleyişin 6284 örneği

Sandıklarının aksine son derece lüzumsuz da… Ataerkil, otoriter zihniyet kalıpları, onların geçişkenliği düşünüldüğünde, artık bu ittifakta eski buzdolaplarından aşina olduğumuz monoblok (tek gövde) bir işleyişle karşı karşıya olduğumuzu söylemek mümkün. O nedenle temasları, ortaklıkları da ne çok şaşırtıcı, ne de o bünye açısından anormal.

Mesela YRP örneğinde ittifak olduydu, olmadıydı meselesi, bu düşüncemi hiç değiştirmedi. Olsa da mesele safahatıyla ortada, olmasa da… Zira öyle “anlaşmazlık”ların göğüs göğse zihniyet çarpışmasından değil seçimde kâr-zarar hesaplarından,  paylaşım aritmetiğinden filan çıktığını da görüyoruz. YRP o şartını gözümüze sokmasaydı gönlümüz rahat mı olacaktı?

Kanunu hukukî açıdan tartışmayalım

Nitekim Yeniden RP 6284. maddenin kaldırılmasını yeniden ortaya koydu, o zihniyet açılıp saçıldı. Aile bütünlüğünün korunmasını engelleyen “aykırı hükümlerin ayıklanması”, “manevi değerlerimize aykırı sapkınlıkların önlenmesi” masada onaylandı.

YRP Genel Başkan Yardımcısı Doğan Aydal’ın önceki akşam tv100’deki programda o mevzuda daha da açılımı, tuzu biberi. YRP’nin 6284 ısrarıyla ayyuka çıkan bu atmosferde kadına şiddete dair haklı, son derece normal sorulara siper savaşı verirken, “Şiddet iki türlü de olur. Allah aşkına dayak yiyen erkeklerin varlığını da biliyoruz. Şimdi bakın kadının kolu kırılmıştır, bacağı kırılmıştır, öyle bir şey varsa zaten delile ihtiyaç yok” deyiverdi. “Ama iz bırakmadan şiddet de olur” itirazı üzerine “O erkeğe de olur” diyerek zihniyet inadını devam ettirdi. Kadına şiddetten onun başroldeki müsebbibi erkeğin mağduriyet komedisine… Savunmaları hep aynı filmden.

Sorulardan bunalınca, sıkışınca verdiği yanıt ise iyice trajikomik: “Esasında bu hukukî şeyleri tartışmak hiç istemediğim bir şey.” Buyrun… Bir kanunun kaldırılmasını açıkça, ısrarla, inatla savunurken o meseleyi hukukî açıdan tartışmayı hiç istememek, “Bunları bırakın biz maneviyattan filan konuşalım”ın kara-komik itirafı. Kendince haklı da valla, başka çaresi, izahı yok. Erkeğin o camiadaki haklılığı, “o hukuksuz hukuku” zaten oralardan, “o maneviyat”tan geliyor.

Her şey o “istikrar”ın devamı için

AK Parti, MHP, BDP ittifakından HÜDA PAR’a, YRP’ye, Menzil’e uzanan manzaranın toplu, monoblok fotoğrafı, sandıktan eski albümleri çıkartmayı da gerektirmiyor. Manzara da, yenilenmiş fotoğraf albümleri ortada.

Menzil tarikatı-cemaatinin, bağlı kurumların ortak imzasıyla ittifaka destek açıklaması da ortada… O bile yeterli. Cumhur İttifakı’nın zihniyeti açısından da çok şey ifade eden “Ecdadımızdan aldığımız kadim manevi mirasımızın nesilden nesle aktarılan şuuru”yla “istikrar” için destek kararının alındığı vurgulanıyor. Bütün bu “bey”lik vurgular,işte o “istikrar”ın devamı için… Ki ülkede onun dışında bir “istikrar”dan, hatta istikrar hedefinden söz etmek de neredeyse imkânsız.

Nesilden nesle mirasın istatistiği

Kadim mirasın nesilden nesile aktarımındaki şuurun” gelecek nesle ekonomik mirasını da milli ve ölçümleriyle bazı konularda manevi TÜİK’imiz yeni açıkladı. Ekonomi tıkırında” trajikomedisini tiyatro sahnesine çıkaran Timur Selçuk’un şarkısının bugünkü nesiller için anlamını hatırlatıyor.

Altı aylık ve daha yukarı yaştaki çocukların yüzde 62’si her gün ekmek veya makarna tüketiyor. Sadece 10 çocuktan birisi et, tavuk veya balığı her gün yiyebiliyor. Fasulye, nohut , mercimek filan da aynı. Sebze dersen 10 çocuktan üçünün kısmeti.

Kıymanın kilosunun 200-300 liralarda gezindiği bir sistemde, insanın zamzamlı maaşıyla ağırlınca koyun eti kadar bile değer taşımadığı ülkede, hangi nesil, hangi çocuk, hangi insan? Hangi istikrar, hangi şuur… İstenen maddi-manevi istikrar o kalıp zihniyette. Şuurlu bir şuursuzluğun girişte değindiğim zihniyetle ilişkisine açılan pencereler kapanmıyor,  o tercümedeki “kadim manevi” açılımların cereyanı yönettiği her alanda insanı donduruyor. 

Onun minderi orada sıcak

Salıncağını otoriter, her alanda baskıcı zihniyetin ana iki dalına, ataerkilliğin “milli ve manevi” gölgesine kuran ittifakların ne yöne sallanacağı muamma olmasa gerek. O mahallede kadının önüne o tabureyi koyan o ataerki… Tereddüt, sitem ederse onu yere oturtan, onun o erkle de beslenen devletlû gücüyle katlanan otoritesi.

“O taban”, “o camia” bunu asla yadırgamadığı, anormal bulmadığı, tersine her fırsatta yâd ettiği, hak gördüğü için Zengin’i yadırgıyor, onu da hedefleri arasına yerleştiriyor. O zihniyetin ulaşabileceği tek paye, minderini geniş geniş yayacağı, ısıtacağı tek yer orada.

Biliyor ki, klasik, muhafazakâr, yenilikçi, modern, sosyal, devrimci, liberal -adını gönlünce ne koyarsan koy- her dozdan “demokrat” tarifinde o mahallesindeki dille, o cengâverlikle peşinen hak edeceği öylesine konforlu bir yeri de, yeri hazır kıymeti de yok. En azından becerikli bir ayar gerektiriyor.

Yoksa o yalnız kalacak…

O gücün, o düzenin avantajına, ayrıcalığına, kendine düşen payına sahip olmak için o “camia”nın içinde kalması, o kalıplara uyum göstermesi lazım. Ona gölge düşürenleri yalnızlaştırması, olmadı kovalaması gerekiyor. Öyle yapmazsa kendisi de yalnız kalacak. Değişime elinde eriyen mumla direnmeye çalışanın dibindeki “aydınlık”tan da kovulacak.

O “muhit” kadına böyle davranmayı ondan kolaylaştırıyor, hatta teşvik ediyor. İddialarının, iftiralarının, hakaretlerinin niceliğini artırırken, niteliğini de ağırlaştırıyor. Onlar da ataerkil, otoriter düşüncenin alamet-i farikaları, atasözleri, deyimleri, kıssaları arasında mebzul.    

Demokrasiye, değişime nispeten açık, vaatlerini, kitlesini o cümlelerle toplamaya çalışan ittifakların, zeminlerin en azından temel kadın haklarıyla ilgili böyle bir “el mecbur”u yok. Değişime kapalı yapıların, hatta kadim, değişmez zihniyetiyle övünen “muhit”lerin ise o yapının içinde böyle bir tasası, kaygısı da göze çarpmıyor, bunu pervasızca yaptığında bile bir bedeli de…

“Benzemez”leri benzetme gayreti  

Aynı nedenle muhalefet ittifakı kıyamet koparsa da ne gam; onların tıyneti belli. Onlar zaten kendi mahallelerinin savunduğu “o değerler”den tarifi, tasavvuru gereği yoksun. Sesleri çok çıkar, damardan yakalarlarsa onu kısmak, sansürlemek, cezalandırmak, baskıyla, korkuyla engellemek, onu sosyal medyalarında boğmak da mümkün. En abartılı örnekleriyle yapılıyor zaten.

Kadın hakları meselesi o takımın mahut “Onlar da âlâsını yapıyor”a kolayca iliştirebilecekleri bir konu da değil. En azından bu konuda artık değil. Bu mevzu “İttifak kokteyllerinde böyle şeyler olur, Millet İttifakı’nda da var benzemezler”le geçiştirilemez.

Cumhur’daki “benzemez”lerle, Millet’teki “benzemez”lerin benzerliği muhabbetine de bu süreçte girmenin gereği, bir mânâsı yok. O tehlikeli bir oyun, sıkışınca onların ortaya sürdükleri -satranç bile değil- dama tahtasının çınar ağacı. O seni işine gelen her şeye benzetiyor. Savunma mekanizmalarından “Yansıtma”, onun halk sinemasının projeksiyonu.

Dama tahtasını devirmek

O tahtada saflaşmak, damayı o kurallara göre, oraya çekilen masada oynamak değil o dama tahtasını devirmek gerekiyor. Onun hamlesine kendi aklını fikrini bırakıp durmadan aynı hamleyle karşılık verme telaşına, kıskacına girmek, bugünün yerine “geçmiş”leri öyle tahtalarda karşılıklı eşelemek, bu süreçte o tehlikeli damaya uygun, rakibin arzuladığı gereksiz hamleler.

Her sıkıştığında “beka”ya tercümeli menülerin bayat, hatta zehirli lezzeti. Beka iktidarın silindir şapkasındaki dev ihtiyar tavşan. O oyunun pulları sadece siyasi malzeme değil cephane. Çok kullanışlı, neredeyse her koltuğa oturtulabilen öyle taktiklerden medet ummak, artık bir iletişim hatası değil büyük yol kazalarına davetiye çıkarmak. Hemen her koldan katkıyla bolca yaşandı…

Şu an masadaki ana mesele ne geçmişin sevabı, ne geçmişin günahı… Onun bu “an”a yararlı, sağlıklı bir açılımı yok. Geçmişle şimdinin, hatta yarının birbirine karıştırılması, aynı düzlükte kıyaslanması her iletişimin baş belası… Manzara ortadayken o türden hamlelere ne gerek. O seçim tahtasında, “o oyunun kazanan”ın ne kazanacağı da yeniden tecrübe etmeye gelmez.

Tabelada değil imzalı mutabakatta

Bir tarafta başkanlık, otoriter zihniyet, gücü o temelde pekiştirilen bir rejim ittifakı, diğer yanda parlamenter sisteme geçiş sistemi var kısaca. Orada imzalanan mutabakat metni ve o 240 sayfada gezinen vaatler de ortada. Adalet, kalkınma, refah tasavvuru da o yazılı-kayıtlı-imzalı mutabakatta. Karşıdaki partilerin artık zorla hecelenen solgun tabelalarında değil.

Kağıt üzerinde de desen öyle bir “hukuk”, o şartlarda bir buluşma, sözleşme var. “Vaat öyle” dersen, ben de “Karşımdaki, tepemdeki icraat böyle olduğu için bu vaatlere acil ihtiyacım var” derim. Karşında, öyle bir mutabakatın bırakın yazılısını-imzalısını-ayrıntılı metnini, son vakada Zengin’in o yönde bir tek sözüyle bile başına neler geldiği ortada.

Misal “Kırmızı çizgi” dillendiriliyor ama bugün onun altını çizen bırak mutabakat metnini, imasına dahi rastlayamıyorsun. Tersi desen ibadullah. O zeminde olabilemez çünkü. Sadece bu bile iki ittifakı aynı terazinin kefelerine çıkarmıyor.

Seçmen sandık mı karıştırsın

Hal böyleyken iktidara, yanına-yandaşına en azından “Bizimkisi böyleyse, sizinkisi de şöyle” kapısını, fırsatını ardına kadar açan “siyasi meslek lisesi” giriş münazaralarına ne gerek. Seçimin son sürecini, “şimdi”yi yaşıyor, bugünü hayati buluyorsak, o tehlikeli damayı karşılıklı geçmişmişmişlerin asılacağı tahtaya çevirmenin ne mânâsı, yararı var?

Seçimde oyunu kullanacak insanlar oturup eski sandıklarını mı karıştırmalı, yoksa penceresini açıp dışarıya yahut yaşadığı hayatın boy aynasındaki hâl-i pür melâline mi bakmalı… Bugün yaşadığı hayatın eşitsizliğe, adaletsizliğe, yoksulluğa, işsizliğe, her türden haksızlığa dair gayet net, güncel manzaraları ortadayken, niye fırçalar o tabloyu iktidarın gönlünce bulandırmasına, başka renklere boyamasına harika fırsatlar yaratan rengi belli paletlere daldırılsın?

“Biz” diyebilmenin tek yolu

Millet İttifakı öyle ya da böyle bu süreçte adaletten ekonomiye, pandemiden depreme, hayatın her ekranında gına getiren “Ben”e “Biz” diyebilmenin tek yolu: En azından “Biz sandıkta da, sonraki geçiş sürecinin yönetilmesinde de -imzaladığımız yol haritasında- birlikteyiz”in otoriteyi ürküten gücü.

Geçmişe saplanmanın yanında kâhinlik de, gaipten, gelecekten haberler de bugüne gölgesini düşürmemeli.  Önce sandıktan bir umut, öyle bir yol çıksın. Bunu hırpalamak, yeni yokuşlara sürmek, biçare iddialarla bozmak, dağıtmak, bölmek artık iktidar ve çevresinin elinde kalan ana çaresi, bildik mahareti… O yol, bir “yol” değil. Kalınıyla, yeri gelmişken “İnce”siyle bu böyle, gittiği-gideceği yer de öyle… Düşüncem bu.

Oy kabininde yalnızlık ihtiyaç

Seçimler, o sandık kadının da o yapıyla arasına perde çekme fırsatı. Oy kabinindeki yalnızlık, o “muhit”teki kadının, Zengin’in de yakındığı yalnızlığı değil; o yalnızlıktan kurtulması için o an ihtiyacı olan yalnızlık belki.

O uğurda her baskıya, her engele rağmen onlarca yıldır sesini duyurmaya çalışan, başörtüsü yasağına, artık onu her türlü yalnızlaştırma çabalarına, kadına her tür şiddete karşı sesini bugünün zorbalığına rağmen nispeten birlikte duyurabilenlerin, hatta “muhit”inin ses geçirmezliğini bir an aşarak onu yalnız başına deneyenlerin gerçek potansiyelini hatırlatma fırsatı. Orada da aslolan ne geçmişin sevabı, ne geçmişin günahı. Ondan hayır çıkmıyor.

“Bu benim de meselem”

O “mahalle”deki “Böyle baskıları da sineye çektiğin, böyle rezaletleri en azından mesele etmediğin için aramızdasın” kalabalığının içindeki yalnızlıktan da kurtulma şansı… Millet İttifakı’ndan öte her insana “Bu benim de meselem” deme, en azından oturup bir düşünme olanağı.

Seçimde kullanılacak oy sadece çare değil adil, özgür bir hayata dair hayallerin de sandığı. Böyle beklentilerin ayarının bu sandığa göre yapılması, o hayalleri ortadan kaldırmıyor. Tersine attığı adım, önünde açılacak yol o hayalini tazeliyor, varlığını hatırlatıyor. Ve gerçekler hep hayallerin üzerinde yükseliyor.

- Advertisment -