Ana SayfaYazarlarBekçilik üzerine yazacakken tam da şehirlerarası otobüste hakime hanımdan azar yemek!

Bekçilik üzerine yazacakken tam da şehirlerarası otobüste hakime hanımdan azar yemek!

 

Bekçilik üzerine yazdım, yazayım derken bir anda öyle çok yazı yazan, röportaj veren ya da bir biçimde görüş bildiren oldu ki acaba bekçilik üzerine yazmayı bırakıp bekçilik üzerine yazanlara dair mi yazsam diye düşünmeden edemedim. Özellikle, her türlü güncel hadiseyi tarihsel geçmişe bağlayıp bunu bir tür kaybolan bilincinin canlandırılması sayarken, bir yandan konu kıtlığı çekme sorununu kollayca halledip diğer yandan kendilerini de daha önemli hale getiren ve şöhretin kanatlarında gezen tarihçilerimizin halini yazmak çok daha keyifli olabilirdi.

 

Pek meşhur bir tarihçimize göre,  “bekçi baba” bırakın tarihi, edebiyatımıza ve folklorümüze bile girmişti, nostaljik bir İstanbul güzellemesiydi, o halde ayrıca bir tartışmaya yer bırakmayacak kadar kendiliğinden iyiydi! Buna karşı çıkanlarsa yalnızca tarihin değil aynı zamanda toplumun ve huzurun düşmanları, iflah olmaz düzen bozucu, “kör cahiller”di! Bu tür durumlarda Bourdieu’nun ısrarla hatırlattığı gibi, “ona bunu söyleten toplumsal sebepler nelerdir acaba” diye düşünmeden edemedim.

 

Bekçiliği nostaljik bir güzellikten ibaret görmeye çalışanların haline bakınca apaçık görülüyor ki bu mesele, nostaljik bir kurumun yeniden ihyasından çok öte anlamlar taşıyor ve geldiğimiz noktada oldukça hassas hale gelmiş olan, yasa ve düzen, özgürlük ve güvenlik, güven ve güvensizlik, demokrasi ve otoriterlik, adalet ve keyfilik gibi yakıcı sorunlarımıza kapılar aralıyor.

 

Bütün bunları düşünürken bir de başıma gelen bir olay meseleyi neresinden ele almam gerektiği konusunu iyice içinden çıkılmaz bir hale soktu. Birkaç gün önce sıkça geçtiğim bir güzergâhta içinde olduğum şehirlerarası otobüs mutat olduğu üzere, jandarma tarafından kimlik kontrolü için durduruldu. Otobüs, tıklım tıklım doluydu ve içeri giren görevli, -yine mutat olduğu üzere- herhangi bir açıklama ihtiyacı duymaksızın kimliklerin hazırlanmasını istedi. Yolcular da hiçbir açıklamaya ihtiyaç duymayacak bir tezcanlılıkla kimlikleri hazırlamaya başlamışlardı zaten, ne zamandır bu anı bekliyormuş gibi! Aslına bakılırsa, bu güzergâhta buna o kadar alışmışlardı ki kimlik kontrolü yapılmadığında bir eksiklik hissedecek hale gelmişlerdi de denebilir.

 

Bu tezcanlı hazırlığa iki kişi katılmamıştı yalnızca; kucağındaki bebeğini emzirirken öylece uyuyakalan bir kadın ve yaşlı bir amcamız. Bu, işbirliğine gereksiz derecede açık tavrın nedeni gerçekten olması gerektiği gibi güvenlik görevlilerine yardımcı olma ve iyi niyetli bir vatandaşlık bilinci mi diye anlamaya çalıştım, fakat hayır, bir kez daha öyle görünmüyordu.

 

İnsanlar, zaten çok alışık oldukları ancak bir türlü benimseyemedikleri, özgürlüklerine yapılan bu saçma, önemine ve gerekliliğine yeterince inanmadıkları müdahalenin baskısından bir an önce kurtulmak için böylesine tezcanlı idiler. Karşı çıkılamaz bir durumun içinden bir an önce sıyrılmaya çalışıyorlardı da denebilir.

 

Görevli, kimliğimi almaya geldiğinde oldukça nazik bir dille otobüsü durdurma gerekçelerinin ne olduğunu sormak istedim. Önemli bir toplantıya yetişmeye çalışıyordum ve en ufak açıklama ihtiyacı bile duymayan bu tavrın insanı değersizleştiren ve küçülten etkisine kızmıştım. Sorumu tamamlamamış bile olabilirim ki sol çaprazımda oturan ve o ana kadar telefonu dışında hiçbir şeye ve hiç kimseye dikkat göstermemiş olan zarif görünümlü gençten kadının hiddetli hışmına maruz kaldım. Bu, hayata ve insanlara ilgisiz kadın meğerse toplumsal meseleler karşısında herkesten daha duyarlı imiş! (Ona bunu yaptıran toplumsal nedenler ne acaba diye düşünemeyecek kadar ani oluyordu her şey).  

 

Kadın, sorumu duyar duymaz başını sert şekilde bana çevirdi ve suratıma doğru bir kimlik uzattı. Alışılmış kimlik kartlarına benzemiyordu. Siyah deri üzerinde hakim-savcı yazdığını okuyabildim ancak (Hakimeler için de hakim mi yazıyordu acaba ve böyle olmasının toplumsal cinsiyet eşitsizliği açısından yaratacağı durumlar üzerine kafa yoracak durumda değildim!). Çok sert ve kısa süren bir hareketle göstermişti kimliğini ama ben anlamam gerekeni derhal anlamıştım! Toplumsal meselelere ve devlet işlerine ben de onun kadar duyarlı olmaz isem başıma geleceklere hazır olmalıydım yani (o esnada içimden bu kişi yanlış meslek seçmese çok iyi bir jandarma amiri olabilirdi diye geçirdim ama pek tabi ki kolluk işi özel bir eğitim gerektirdiğinden bu o kadar kolay değildi! Ona bunu yaptıran toplumsal koşullar ne acaba diye düşündüm ama bir kez daha).

 

Bunlar yaşanırken, jandarma görevlisi de gayet kibar bir şekilde bana cevap vermeye çalışıyordu fakat çok yetersiz kalıyordu. Otobüsü durdurma gerekçeniz nedir sorusuna verebildiği tek yanıt, “kimlik kontrolü için” oldu. Aslında, beni zıvanadan çıkaran hareket, kimlik kontrolü kadar kucağında bebeğiyle uyuyakalan kadını birkaç kez omzundan dürterek uyandırması ve neye uğradığını şaşıran kadının afallayarak kimliğini bulmak için verdiği mücadelenin yarattığı manzaraya sinirlenmiş olmamdı biraz da. Bu işler böyle yapılmamalı duygusuna kapılmıştım. Gelişmiş herhangi bir ülkede otobüsle seyir ederken kimlik kontrolüne denk geldim mi hiç diye düşünmeye başladım. Hayır, hiç rastlamamış, duymamış ve görmemiştim.  

 

Polis ya da jandarma, nasıl ki sokaktan geçen herkesin kimliğine bakmayıp çeşitli seçimler yapıyorsa burada da bunu yapabilirdi, yapmalıydı. Kucağında emen bebeğiyle uyuyakalan bir kadının kimliğini almasında ne tür bir güvenlik gerekçesi olabilirdi! Oysa, duyarlı zarif kadının kimliğini almamıştı. Otobüste hepimiz aynı yere giden aynı ülkenin vatandaşları olsak da belli ki bazıları daha eşitti! (Bu esnada da Tocqueville’yi hatırladım; onun, “Tüm koşullar eşitsiz olduğunda hiçbir eşitsizlik kimsenin gözüne batacak kadar büyük görünmez” sözünü.) Burası bir imtiyazlılar memleketiydi ve güvenlik gerekçesi görüne o ki imtiyazlı olanın olmayanlar üzerindeki baskısına dönüşmüştü.   

 

Derken, duyarlı, zarif ve önemli kadın, bütün mesleki birikimini o an orada önümüze dökmeye hazırlanıyordu. Bunu görerek, görevliye, “peki ama kimlik kontrolü yapma gerekçeniz nedir?” diye sürdürdüm. Cevapsa, artık ondan değil duyarlı kadından geliyordu. “Çekilin federaller” havasında olaya el koymuştu! İyice kızmıştım. Bu işte büyük bir yanlışlık var duygusu her yanımı sarıyordu. Bütün bir hukuk, adalet ve yargı sisteminin devasa sorunlarını o an oracıkta çözmemiz gerekebilirdi! Bu nedenle, ben de bütün birikimimi gözden geçiriyordum. Bu konular tam olarak nerede geçiyordu ki?

 

Bu esnada görevli memur da mutat olduğu üzere “valla biz emir kuluyuz”a bağlamıştı ama bunu yaparken de yine oldukça  sıcak bir tavırla yapmıştı. İsteseniz de kızamazdınız. Benim açımdan işin o kısmı hallolmuştu ama şimdi daha büyük bir meseleyle karşı karşıyaydım çünkü duyarlı kadın, “Siz bu kontrollerden neden bu kadar rahatsızsınız, bunu bizim güvenliğimiz için yapıyorlar, hakim kararı olmasa yaparlar mı sanıyorsunuz” dedi ve hemen ardından da ekledi: “Siz ne iş yapıyorsunuz?”. Kimliğimi söylemeye hiç niyetim yoktu elbette. “Ben şu an sıradan bir vatandaş olarak konuşuyorum, ayrıca keşke siz de kimliğinizi verseydiniz de biz de güvende olsaydık” gibi sinir bozucu laflarla karşılık veriyordum. “Ben bir hakim kararı olduğunu hiç sanmıyorum hanımefendi, kolluk görevlilerinin kimlik sormaları ya da yol kontrolü yapmaları için hakim kararı gerekmez bildiğiniz gibi, sadece anlamlı ve makul bir gerekçelerinin olması ve bunu da olabildiğince açıklamaları yeterlidir. Ben işin bu kısmını sorguluyorum neden kimlik kontrolü yaptıklarını değil” diye cevap verdim. (Ayrıca birazdan da gidip hukuk sosyolojisi anlatacağım çok bilmek istiyorsanız gibi bir şey de demek geldi içimden ama bunu yaparsam konuyu onun daha iyi olduğu bir alana taşımış olurum endişesiyle sıradan vatandaşın o rahatlatıcı alanında kalmayı sürdürdüm.)

 

Ben bunları söylerken o da telefondan bir yerlere mesajlar yazıyordu ve ardından, “şimdi sulh ceza hakimliğimizle yazıştım hakim kararı varmış tatmin oldunuz mu” dedi. “Hayır, olmadım hakim kararı tam olarak neye dairmiş acaba, bu saatte buradan geçen bu otobüsün durdurulmasıyla mı ilgiliymiş, onu da sorar mısınız? Otobüsün plakası neymiş?” dedim aynı tonla karşılık vererek (Ayrıca hakim kararı mı hakime kararı mı diye de sormak istedim ama sınırlarını gayet iyi bilen duyarlı bir vatandaş olarak bunu da yapmadım). Bunun üzerine, yine bir hışımla kimlikleri toplayıp inen görevlinin peşinden ekip otosunun yanına gitti. Bir şeyler konuştu ve geri gelerek “gizli bir terör soruşturması kapsamındaymış” dedi. “O halde gizlilik kararı olan bir soruşturma kapsamında ya da bir ihbar var diye kısaca bilgi vermeliler, değilse gerekçe gösterilmeksizin yapılan her işlem, neye dayanırsa dayansın keyfidir” dedim. “Kolluk görevlileri ihbarı bize söylemek zorunda değiller” de dedi.

 

Bütün bunlar olurken otobüstekiler de tartışmayı izliyor, arka tarafımdan “bütün doğuyu dolaştık bu güzergâhtaki kadar yol kontrolüyle karşılaşmadık” türü homurtular yükseliyordu. Halkı da arkama almıştım yani! Karşımdaki kişinin küçük düşmesini de istemiyordum ama o bunu pek istiyordu belli ki! “Siz yeni misiniz?” diye sordum. “Hayır ben on yıllığım” dedi. “Keşke on yıllık bir hukukçu olarak hukuku da biraz savunsanız” da dedim artık. O sırada, otobüse bu kez bir polis memuru binerek kimlikleri hakim kararı olduğu için topladıklarını bir itirazı olan varsa dinleyebileceğini söyledi hiç de inandırıcı olmayan bir tavırla. “Biraz hızlı olabilirlerse sevineceğimizi” söyledim bir şey demiş olmak için (Hayır, hakim kararı mı hakime kararı mı diye sormadım!).

 

Polis memuru inince çaprazdaki duyarlı ve artık çok daha önemli kadın, “Gördünüz mü size hakim kararı vardır” demiştim dedi. Otobüsün ortalarından bir ses, “Her hafta aynı saatte burada ihbar oluyor anlaşılan, hep aynı gün aynı saatte burada hakim kararı oluyor” diye imdada yetişti. Oradan aldığım güçle, “Benim vaktim değerli, bakın 20 dakika oldu dedim”. Duyarlı ve önemli kadın, “Benim de vaktim değerli [çok daha değerli der gibi bir edayla] saat 2’de keşfe gideceğim, beni bekliyorlar” diye cevap verdi. “O zaman keşfinize tam 20 dakika geç kaldınız ama belli ki bunun bir önemi yok nasılsa insanlar bekler sizi herhalde” diye karşılık verdim. Neyseki kimlikler çok geçmeden geldi de güvenli bir şekilde yolumuza devam ettik. 30-40 dakika kalmıştı varacağımız yere ve duyarlı kadın, kalan süre boyunca çantasından çıkardığı oldukça kalın kitaba gömüldü. Vaktinin ne kadar değerli olduğu okuduğu kitabın kalınlığından da belliydi. Ne okuduğunu göremedim. Hayır, indiğimde göz altına da alınmadım! “Hadi bekçilik meselesini hallettik diyelim, peki ya…” ile başlayan cümleler kurarak ilerleyip şehrin kalabalığına karıştım.

 

Söylemek istediğim şey, bekçilik konusunun aslında epeyce büyük bir hukuk sistemi, zor gücü, yargı, yasa uygulayıcılığı gibi meselelerin bir parçası olarak gündelik hayatın en sıradan anlarını etkileyecek kadar önemli büyük sorulara dönüşmesinin sebepsiz olmadığı.

 

Geceleri sokaklardan gelen düdük sesleriyle uykuya dalan, kaderine teslim olmuş huzurlu mahallelerde yaşamıyoruz artık. Bugünkü güvenlik önceliklerimiz gece sokaklarda güvenle dolaşmaktan ya da evimizde huzurla uykuya dalmaktan daha çok hukukun ve adaletin gerçek anlamda ve herkes  için güvence sağladığı bir yasa uygulayıcılığının hakim olması. Vatandaşa herhangi bir açıklama yapma ihtiyacı bile duymayacak ya da bunu bile yapamayacak kadar uzaklaşmış, “emir kulu” haline gelmiş -yani militerleşmiş- yasaların hayat bulması için gerekli olan özerk bakışa ve hukuk nosyonuna sahip olmayan bir kolluğun güvenlik gerekçesiyle demokratik-siyasal hak ve özgürlüklere zarar vermesinin önüne nasıl geçileceği sorusu. Zor gücü tekeline sahip bu insanların sahip oldukları yetkileri, demokrasiler için kritik öndemdeki şiddetsizlik ilkesine uygun olarak kullanıp kullanamayacakları. En ücra köşelere kadar hukukun ve yasaların herkesten daha güçlü ve hakim olduğu bir düzenin nasıl tesis edileceği. İçinde yaşadığımız rejimin, adaletin en başta sıradan ve güçsüz kesimler için sağlandığı bir rejime nasıl dönüşeceği. Kısacası, bugünkü en önemli güvenlik sorunumuz belki de güvenlik sorunumuzun bizatihi kendisi. 

 

Emir kulu bir polis memuru ancak yazılı olanı, gerçekliği olmayan bir biçimde zor gücünün baskısını arkasına alarak uygularken insanları da buna boyun eğmeye zorlar. Bu yapıldığı takdirde ise yasalara uymak hukuk ve adalet için içten gelen bir rızayla gerçekleştirilen ve her defasında demokratik bilinci güçlendiren bir eylem olmaktan çıkarak, zoraki ve hukukun üstünlüğünden yiyen bir gönülsüzlük doğurur. İtaat, yasalara ve hukukun adalet getireceği inancına değil emirler alan ve emirler veren bir takım kişilere olmaya başlar. Ve itaatin yasalara ya da hukuka değil de kişilere olması keyfiliğin en bariz görünümüdür. Demokrasiler içinse en tehlikeli yasa uygulama biçimi, uygulayıcıların yasaların önüne geçtiği durumdur.  

 

Polislik -ya da kolluk- pek çok insanın söylediği gibi “tutanamayanlar”ın işi ise şayet, ortada tutunacak yasa ve hukuk bulmak da o ölçüde zor olacak demektir.  Tam aksine kolluk, en güvensiz ve güvencesiz insanların hayata ve hukuka, adil bir devletin koruyucu gücüne tutundukları ilk halkayı temsil eder. Gözetilip kollandıkları hissine kapılmalarını temin eder. Aksine yapılan her zorlama hayatla ve gerçeklikle yasalar arasındaki mesafeyi hiç olmadığı kadar arttırır ve doğan boşluğu her geçen gün daha da büyümek zorunda kalan devasa bir güvenlik aygıtı doldurur. Yasalara uymak ancak kolluk eliyle sağlanabilir bir tahakküme dönüşür.  

 

Polisliği, hukuk ve adalet fikrinden önce güvenlik ve düzenle, zor kullanma gücüyle ilişkilendiren bir devlet kaçınılmaz bir güvenlik devletidir ve bu tür yerlerde polislikle güvenlik aynileşerek polis devletinin sokaktaki gerekçesi haline gelir. Bekçilik, halka en yakın kolluk türü ollarak en yüksek takdir yetkisi kullanacak olmasına karşın bu yetkinin yok denecek kadar sınırlandırıldığı, bir tür “emir-kulu” polisliğidir ve bu durum kaçınılmaz olarak yasaları hukuktan ve adaletten bağımsız -ya da ilişkisiz- bir zor aracı kılmaya, dolayısıyla keyfi uygulamalara kapı aralamaya fazlasıyla yatkındır. Takdir yetkisi, yeterince iyi yetişmiş bir polisiniz yoksa kaçınılmaz bir şekilde ya keyfilik veya “legalizm” üretir ve bu nedenle takdir yetkisiz, askeri tipte bir polislik pek çok insana iyi gelir ancak böyle bir düzende hukukun demokrasiyle olan ilişkisi kesintiye uğrayarak bizatihi yasalar, otoriterliğin kaynağına dönüşür.  Yasalar toplum için olmaktan çıkarak yasa için yasa halini alır ve her türlü kural, sivilliğini kaybederek devletleşir.

 

Bir zamanlar mahalledeki sünnet düğününden evlere su taşımaya, temizlik işlerine yardımdan kışlık odun hazırlamaya kadar ne iş olsa yapan bekçilerin İttihatçılarla başlayan kolluklaşma -ve de militerleşme!- serüveninin getirdiği nokta, bugün, mahalleden daha çok ara sokaklarda devleti beklemeye dönüşmüş gözüküyor.

 

Kim tarafından kullanılırsa kullanılsın kolluk yetkileri, örneğin durdurma, kimlik kontrolü ve arama yapma gibi uygulamalar özgürlüğe son derece kritik müdahalelerdir. Bu tür karşılaşmaların ne kadar sürdüğü ya da ilgili görevlilerin nazik olup olmadıklarından bağımsız olarak yapılanın sembolik anlamı demokratik bir ülkenin kamusal alanının ne oranda açık uçlu olup olmadığının, siyasal özgürlüklerinin en net göstergesidir.

 

Yasaların açıkça tanımladığı gerekçeler dışında kişilerin isteği hilafına yapılan her türlü sınırlama siyasal bir içerik taşır ve yasaları uygulayan kişilerin takdirine bırakılan işlemler bu nedenle hukuka uygunluğu en tartışmalı politik sorular açığa çıkarır. Bu noktada yapılacak en vahim hata güveni güvenlikle, hukuku polislikle ve adaleti de yargıyla karıştırmaktır.

 

Sokaklardaki düdük sesleri, akşamları kamusal alana çıkmayıp evlerimizde uslu uslu oturacaksak, memleket işlerine karışmayıp her türlü meseleyi büyüklerimize -ya da tarihe- bırakıp  köşelerimize çekileceksek, hakim-savcı kimliği taşıyan herkesi hukukçu sayacaksak şayet gerçekten de güzel olabilir; değilse göğsünde bebeğiyle uyuyakalan bir annenin uykusundan sıçraması türü bir tedirginlik kaynağı olacağını bilmek gerekir!     

- Advertisment -