Ana SayfaYazarlarAşk, birdenbire…

Aşk, birdenbire…

 

Aşkın nemene(m) bir şey olduğunun mütalaası bana düşmez ama, edebiyata, sinemaya, ülkemizin edepli tarihine bakarsanız, çoğu kez birdenbire olması icap eder.

 

Can Yücel o muammaya, W. H. Auden’den “Türkiyelileştirdiği” şiirle yanaşır:

Nemene mahlûktur bu düşerler peşine /Bunca insan geceli gündüzlü?

Gelsin ya, nasıl, pat diye gelir mi dersin /(…) Gelişi yoksa havalardan anlaşılır mı,

Selâmı efendice mi yoksa gider mi aşırı, /Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!”

 

Sait Faik ise aşkta birdenbireliği, “İnsan yıldırımla vurulmuş gibi aşık olmalı, sonra muvaffak olmak için birşeyler icat etmelidir” cümlesiyle özetliyor.

Velâkin, Ne yalan söyleyeyim, benim aşkım tuhaftır. Bu nevi aşkı pek severim ama bir türlü de olamam” da diyor.

Faik’in aşık olma ihtimali, kendi deyimiyle “seveceğinin biraz yüz vermesi”ni gerektiriyor zira.

İkinci yüz verişte yakalandığını hissediyor, üçüncüde herşey bitmiştir.

Artık deli gibi aşıktır.

 

Ancak Sait Faik’in koruyucu reçetesi, Rum güzeli Alexandra’da pek işlemiyor.  

Yukarıdaki itirafının tersine, 1941 yılında, birdenbire, tanıştığı akşam vuruluyor “esmer, ortadan biraz uzun, saçları alagarson, sert çizgileriyle az çok erkek görünümlü” genç kadına.

Öyle ki… Annesinin şiddetle karşı çıkmasına, hatta kendisini mirasından mahrum edeceğini söylemesine rağmen, evlenmek istiyor.

O kadın yüzünden babasının kurduğu işi dağıtıyor, kızın akrabalarından, belalılarından, komşularından dayak yiyor, karakola düşüyor. (1)

 

O günlerde Beyoğlu’nda Nail V’ye rastlıyorlar.

Sait Alexandra’yı ve yüzündeki tırmık izlerini gösteriyor:

“Bak, bu kız beni ne hâle getirdi!”

Alexandra da fırsatı kaçırmıyor:

“Ben sana daha neler yapazayim”.

 

Aldırmıyor… Şirini de esirgemiyor Alexandra’dan:

“Bize bir masa ayır Yanakimu /Aleksandra’mla benim için
Bir masa. /Üstü çiçeksiz /Örtüsü gazeteden
Şarabı aşktan /Hem hülyadan.
Aleksandra’m mızıka çalsın /Siyaha çalar parmaklarıyla
Güftesi bayağı şarkılar /Adi havalar.
Meyhane acı zeytinyağı koksun /Sen hoşnut ol Yanakimu.”

 

Sait Faik 3 yıl sonra “Aşkla alay etti” diyerek, ayrılıyor Alexandra’dan.

Yıllar geçiyor, 7 Mayıs 1954’de Beyoğlu’nda Aynalı Pasaj’da karşılaşıyor onunla.

Sabahattin Kudret Aksal’la birlikte gittikleri dişçide hizmetli Alexandra…

Elbet tanıyor Sait Faik’i, ama belli etmiyor.

 

Alexandra’yı son görüşü öyle olur. O gün kan boşanır ağzından…

8 Mayıs’ta, Şişli’de sonradan Kent Sineması olan yerdeki Marmara Kliniği’ne kaldırılır, 11 Mayıs’ta ölür.

 

Birdenbireliğin en şiir, en dünya-âlem hâlini ise Faik’in yakın arkadaşı Orhan Veli Kanık’da  buluruz:

Her şey birdenbire oldu. 
Kız birdenbire, oğlan birdenbire; 

Yollar, kırlar, kediler, insanlar… 
Aşk birdenbire oldu.”

 

Sabahattin Eyüboğlu da 14 Kasım 1950’de, 36 yaşında ölen Orhan Veli’yi öyle yâd eder:

“Alıp başını giderdi sıkılınca, birdenbire, tadına doyurmadan.

Dünyadan gidişi de öyle oldu.”  (2)

 

Gazetelerse tek sütuna duyurur haberini:

Şişli’de Hasat Sokağı’nda 36 sayıda oturan genç şairlerden Orhan Veli, evvelki gece Kumkapı’da Tiyatro Caddesi’nden geçerken, ansızın üzerine fenalık gelmiş ve baygın bir halde cankurtaranla Cerrahpaşa Hastanesi’ne kaldırılmıştır.

Sabaha kadar koma halinde yatan Orhan Veli sabah ölmüştür.

 

Melih Cevdet Anday, en yakın, 20 yıllık arkadaşıdır ya… O da 16 yıl önce yine Kasım ayında gider, 28’inde.

Orhan Veli, “Bugünlerde Melih'le ben /Aynı kızı seviyoruz” demiştir, bir şiirinde.

O dönemin sırları, biraz da “şiirden al haberi”dir zaten… Herkes öğrenir.

“Çağın en güzel gözlü Maarif Müfettişi” Hasan Ali Yücel Kutlu Kahvesi’nde Melih Cevdet’e rastlayınca, dayanamaz sorar:

“Sahi mi?”

“Evet” yanıtını alınca da, “Yahu neden birbirinizi öldürmüyorsunuz?” diye takılır ona.

 

Juanito henüz “Arkadaşımın Aşkısın”ı söylememiştir, ama öyledir o hâlleri herhal:

“Kalbim yalnız senin değil /Arkadaşımın da bunu bil
Tercihle geçerse ömrüm /Yaşayamam ben ölürüm.”

Melih Cevdet  Orhan Veli’den söz ederken, “Konuşkan değildi, çok tatlı susardı…” diyor ya… Çok söze gerek yok, varsa meselenin izahı bu.

 

Orhan Veli’nin aşkları?” derseniz, o nağmeli şiirindeki gibi biraz “Dedikodu”ya gireceğiz. Süheyla’ya vurulmasını, Yüksekkaldırım’da güpegündüz Eleni’yi öpmesini, Melahat’la Alemdar’a gidişini geçeceğiz de…  “O, Mualla'yı sandala atıp, /Ruhumda hicranını söyletme hikayesi?”ne geleceğiz.

Memed Kemal “Öğle Rakıları” kitabında “o hikâyeyi” şöyle anlatıyor:

Karaköy Balık Pazarı’nda, Unkapanı’na yakın bir yerde, küçük bir balıkçı meyhanesi. 

Mualla Abla diye bir kadın işletiyor.  Orhan, kadına ‘Mualla Abla’ dediği için olacak, herkes ‘Mualla Abla’ diyor.

Kadının davranışlarından Orhan’a önem verdiği belli. Hatta biraz da aşık.

Belki bu ablalık ağabeylik, gizli aşkı müşterilere çaktırmamak için icat edilmiş.

Vakit öğleye yakın. Baktım Orhan bir köşede şarap içiyor. (Ucuzundan, Güzel Marmara şarabı)

Kadın mangalın üstünde tava, balık kızartıyor. Sıcak sıcak Orhan’ın önüne koyuyor.

Orhan da, Mualla Abla da yoksul yaşantılarından memnunlar…”

 

Mualla Abla’yla tanışmasını ise, bizzat Orhan Veli’nin “Denize Doğru” kitabında, üç masalı o balıkçı meyhanesinde buluyoruz: (3)

“Beni tam bir külhanbeyi edâsıyla karşılayan kadın sordu.

– Ne içersiniz bayım? Bira mı, şarap mı?

– Bir şey içmek mi lâzım? Şarap olsun öyleyse…

Dükkânın havasına enikonu ısındığımı hissettiğim bir anda bu sevimli kadının ismini öğrenmek istedim:
İsmim bana bile lazım değil, sen ne yapacaksın? dedi.”

 

Orhan Veli o mekânda aileden olmaya başladığını ancak Mualla Abla’yla “Fosforlu” şarkısını söyledikten, tahta masalar, dar peykeler, çarpık iskemlelerle akraba olduktan, takacı, motorcu, mavnacıların, Rizeli Musa kaptanın, Papo’nun hikayelerini dinledikten sonra anlar:

“O daracık dükkâna girerken kendimi büyük bir seyahate çıkan bir adam sanıyordum.

Onlarla Giresun’dan fındık yüklüyor, Kefken açıklarında denize tutuluyor, Köstence’de Niko Bar’dan çıkıp Türk arabacının arabasına biniyor, Novorosisk limanında balalayka dinliyor, Kazablanka’ya gidecek bir petrol gemisine tütün satıyordum.

Güzel bir dünyada yaşamak istiyorsanız, siz de öyle bir meyhane bulunuz.”

 

Orhan Veli başucu şairim değildir doğrusu.

Çoğu şiiri, başka bir şehre taşınmış çocukluk arkadaşları gibi uzağımda kaldı.

Büyüdükçe elim uzanmadı o şiirlere…

Sonraları, bazı şiirlerini onunla birlikte hissederek hatırladım, yeniden, sanki onun masasında dinledim.

 

Aslolan sadece şiirleri değil, daha başka bir şeydi yani; sevdaları, efkârları, vakt-i kerahâtleri şiir, hikâyeydi galiba o neslin.

Yan masada oturuyorsan, Edip Cansever’den mülhem, “Ölüler, diriler, daha doğmamışlar /Toplanıp birdenbire hep aynı yaşta”… İmreniyordun biraz.
Boşuna dememiş İlhan Berk:

Zor olan, şiirin hayatını yaşamaktır. Yazmak sonra gelir hep”.

 

Şiir, seyahatti. Arzın merkezine seyahat, kelimelerle devriâlem.

Ve hayatımızdaki, içsayfalarımızdaki insanlarımızın “seyahatleri”… 
Şairlerin Kasım dökümü…
Yolcuyum bir kuru yaprak misali /Rüzgârın önüne katılmışım ben"  deyip giden Faruk Nafiz Çamlıbel…
“Biraz kül, biraz duman” Ümit Yaşar Oğuzcan… 
Seyranbağları Huzurevi’nden  “Gayrı gider oldum” diyerek hayattan ayrılan Enver Gökçe, o dizeye ses veren Ahmet Kaya
Hep Kasım… Yahya Kemal’in “sessiz gemi”leri;Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli /Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.”

 

Yazının finali, birdenbire Hasan Hüseyin’den gelsin:

“Neden akşam oluyorum tren kalkınca /Kırlangıçlar birdenbire çekip gidince
Mendiller sallanınca neden tıkanıyorum /Öyle çok acımasız ki öyle birdenbire ki
Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
O sularda çimdik, bitti köprüleri geçtik, bitti /O elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti
Artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz
Günler devlet alacağı, yıllar bir kadehçik buzlu rakı
(…) Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç.”

 

BİR FİLM-BİR REPLİK

 

ŞİİR TEHLİKELİDİR

Il Postino filminin Postacı kahramanı Mario, sürgündeki şair Pablo Nerudanın şiirlerini araklayıp, sevgilisi Beatrice’ye kendi dizeleriymiş gibi okur.

Nerudaya yakalanınca, mazeretiyle yerden göğe haklıdır Mario’nun:

“Şiir, yazanın değil, ona ihtiyacı olanındır…”  

Lâkin Postacı’nın ilgisine en baştan karşı çıkan Beatrice’nin annesi de haklıdır:

Şiir tehlikelidir. Bir erkek sana kelimeleriyle dokunmaya başladıysa, elleri çok uzakta değildir”…

 

(1) Salâh Birsel, “Sait adında bir balık”, “Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu”.

(2) Sabahattin Eyüboğlu, Cilt 1: Söz Sanatları.

(3) Orhan Veli, “Hoşgör Köftecisi”, “Denize Doğru (Düz Yazıları)”, 1951.

Yazı fotoğrafı: Alexandra ve Sait Faik

 

 

- Advertisment -