Hollywood sinemasında tehdit genelde ya Orta Doğu’dan, Rusya’dan gelir ya da uzaydan; zombi, terör, virüs her ne olursa olsun, farklı tezahürlere bürünse de düşman esasında her zaman aynıdır: öteki. Tenet filmindeki saldırı daha farklı bir yerden, gelecekten geliyor. Torunların dedelerine, ninelerine açtığı bir savaş bu.
Her olayın içine jurnalcilik ve ihbarcılıkla hemen polis çağrılıyor. Herkes sevmediği fikirdeki, eylemdeki insanları tutuklatmaya çalışıyor. Karşıt görüşten birini evinden aldırmak bir güç gösterisine dönmüş durumda. Talep artık hürriyette değil, tutuklanmada eşitlik. Hoşumuza gitmeyen her şey bize suç gibi geliyor. Akıl yürütmeyle, kanaatle insanların hayatı hakkında hükümler veriliyor. Kimse delil, karine merak etmiyor.
İlkokulda beş yıl boyunca sınıftaki tek Trabzonsporlu bendim. Adettir, öğretmenler ve müfettişler bir sınıfa girdiklerinde öğrencilerle tanışma ve muhabbet açma kabilinden ilk sordukları sorulardan biri “Hangi takımı tutuyorsun?” olur. Ben “Trabzonspor” deyince önce “Ne alaka?” der gibi yüzüme bakarlardı. Arkasından “Nerelisin?” sorusu gelirdi, “Diyarbakır” cevabı şaşkınlıklarını daha da artırırdı. Çünkü Diyarbakırlı bir çocuğun Trabzonspor’u tutabileceğine ihtimal vermiyorlardı.
Ramy ibadetine düşkün bir Müslüman gibi yaşamaya çalışıyor ama bir taraftan şehir hayatının günahkarlığından uzak duramıyor. Tam bir metrobüs hali. Modern şehir hayatındasın ve dindarsın. Bu sıkışmışlık duygusu çelişkilere sürüklüyor Ramy’yi ve kendi çapında bir varoluş sancısı çekiyor karakterimiz.
Halk egemenliği, siyasi özgürlükler ve daha iyiye ulaşmak adına üretilecek her yeni politikanın bütüncül olarak ve birbirine göre ele alınamadığı “ölçüsüz” demokrasilerde rejimin adı ne olursa olsun popülizm, aşırı liberal görüşler ve mesihçi siyaset kaçınılmaz bir sonuçtur. Adı ne olursa olsun, çoğunlukçu bir baskı, “özgürlükçü” bir tahakküm ve “hakikatçi” bir zorlama siyasi alanı hareketsiz kılar.