Güzin Sarıoğlu

Engebeli mana denizinin karanlık dehlizlerinde “Kamil Öcman”ı aramak…

Aslında, son yıllarda bu özensiz, hep dönüp dolaşıp aynı şeyleri aynı şekilde söyleyen metinlere alıştık. Üstelik Erdoğan’ın o “meşhur” yıllarındaki metinlerinin akıcılığını, nasıl özen ve dikkatle hazırlandığını, dahası ne kadar ikna edici bulunabileceğini de hatırlıyoruz. İtirazım, devletin en üst kademesinde kullanılan dilin bu kadar zayıf, yer yer mesnetsiz olmasına.

Yangır yas aşı sıralarından “dört gözle” beklenen aşılara…

Bütün sınıf tamamlanınca, “iğneler vurulup” kan ter içindeki çocuklar bir başlarına kalınca, herkes eşyalarını yarım yamalak toplar, okulun kapısından dışarı kendini dar atardı. Kimi bütün o terör hiç yaşanmamış gibi yakalar tek düğmeye kalmış aşağıya doğru sallanır vaziyette okuldan erken çıkmanın heyecanıyla sokaklarda yeni maceralara koşar, kimi boş bakan gözlerle evde bu olan biteni nazlana nazlana anlatmak, bu dünyaya lanet etmek fırsatını ele geçirmenin hırsıyla evinin yolunu tutardı.

Timur Selçuk…

Doğru, herkes bir teatraldi o günlerde, hayatın tekdüzeliği ile ters orantılıydı yorumlar hep. Gizli gizli ümit beslenir, fısıldansa bile teatral konuşulurdu. Onların arasında Timur Selçuk’un teatralliği bazılarımıza pek hoş gelirdi.

“Kendini pamuk zanneden efsane pofuduk pişiler…”

Yumurtamızı kırıyoruz, şekerimizi ekliyoruz, fırınımızı açıyoruz, kekimizi “güzelce” pişiriyoruz. Her şey birinci çoğul şahıs, her şey eski karşı komşu tarzı. Bizler, yemek yapmaya meraklı olan insanlar, aynı yere aidiz ve bundan çok memnunuz sanki. Şu ana kadar sadece yemek sırlarımızı paylaşmış olabiliriz ama istesek başka sırları da paylaşabiliriz besbelli, güvenli ellerdeyiz, birbirimize itimat edebiliriz.

Engin Günaydın üzerine…

Bir çoğumuz için süper kahramanlar, ona buna dersini veren ama kendi hayatını pek de o şekilde yaşamadığını kafaya takmayan büyük figürler cazibesini kaybetti. Şimdi devir, anti-kahramanların, kendisiyle dalga geçmeyi başarabilen, yüksek sesle değilse de açıkça konuşmaktan kaçınmayan insanların devri.

Her şeyi bitirmeyi düşünüyorsanız, elinizi çabuk tutun…

Bazı insanlar bir araya gelmelerle değil, ayrılıklarla tanımlıyorlar kendilerini. Birlikteyken yapabileceklerini yapıp yapmadıklarını sorgulamıyorlar. ‘Düzgün’ ayrılıklarıyla övünüyorlar. Biriyle birlikte olmaya başladıkları günlerde, birlikteliği değil de ayrılığı kurgularken buluyorlar kendilerini. Sonrası çorap söküğü gibi geliyor. Üstelik, çorap söküğü şık olmaz ama bu ayrılıklar gayet şık olabiliyor!!! Çünkü hafızada eğip büküp ‘estetik operasyonlar’ yapmaya çok uygun bir konudan bahsediyoruz.

Birol Ünel, Cahit ve “Duvara Karşı” hızla giden hayatlar…

Cahit’lerden bahsedince aklıma Edip Cansever’in bu şiiri geliyor. Böyle hafif öz eleştirilerle birlikte, “bakımsız” hayatlar güzellemeleri pek çoktur “İkinci Yeni”de de. Bu incecik şiirlerde de çok geçer rakılar, şaraplar, içmeye sığınmaklar. Ama hep “biz” olarak, büyük sofralarda ve arkadaşlıkla beraber. Biraz daha az yıkıcı olmasının belki de tek mantıklı açıklaması budur.

Bergen, kadın hikayeleri ve “onlyherstory”

Kadınlarla ve onların hikayeleriyle büyümüş çocuklar başka olur. Kadınların dünyasında yetişmiş çocukların içine kadınların sıradan hikayelerinin bile ne kadar mücadele dolu olduğu kazınmıştır. Hayatın ne kadar umutlu olabileceği de yanına eklenir, kadınlar umutsuz olamazlar çoğunlukla, bu da büyük bir güçtür tabii ki.

Bayramlık kelimeler…

Bayramları, hiçbir şeyi beğenmediğim ergenlik günlerimde bile severdim. Şimdilerde de, eski bayramlardan çok şey kaybedilmiş hâliyle, içimde “sebepsiz” bir sevinç ile karşılıyorum bayram günlerini. Belki kelimenin kökeninin çağrıştırdıklarının gerçek hayatla uzlaşma halinde olduğunu düşünmeyi sevmemden kaynaklanıyordur. Belki de, bayramda birlikte olduklarımın da benimle aynı şeyleri yaşamaya meyilli olmasından.

Gökkuşağı görünce aklınıza ne geliyor?

Geçtiğimiz haftanın nevrotik olaylarının başında Ak Partili Hamza Dağ’ın “gökkuşağı okumaları” geliyor. İzmir Büyükşehir Belediyesinin çocuklara dağıttığı sütlerin üstündeki gökkuşağı resimleri ile başladı, belediye binalarının sütunlarının rengarenk boyanması ile devam etti.

Trajik aklın sesinin kısıldığı o anlar…

“Ölüm geliyor aklıma birden ölüm Bir ağacın gövdesine sarılıyorum.” Ölümün o karmaşık hissini bu basitlikte anlatan şair Cemal Süreya, sadece bu iki dizesiyle bile, Türkçenin en...

Vera Lynn’i hatırlayan var mı?

Pink Floyd’un bana göre en içli iki şarkısından birinin Vera Lynn’i, geçen ay 103 yaşında Sussex’teki evinde çevresinde sevdiği insanlar varken yaşlılığa bağlı sebeplerle öldü. Başbakan Boris Johnson bir taziye yayımlayarak “Vera Lynn’in çekiciliği ve sihirli sesi karanlık zamanlarda ülkemizi büyülemiş ve moralimizi yükseltmiştir. Sesi ile gelecek nesilleri de etkilemeye devam edecek.” dedi.

Twitter kuşunun kanatları nerelere kadar uzanıyor?

Bu saatten sonra, bir siyasetçinin “muhterem” veya “müstesna” kanunlar çıkana kadar ya da başka bir sebeple, üstelik çıkış duyurusunu Twitter’da yaparak, Twitter’dan çıkmasının mantığını anlamak zor. Ya da Twitter üzerinden de yapılan bir yayınla Twitter’ın kapatılması ya da kontrol altında tutulması gerektiğini söylemek de, VPN gibi ara yollarla dünyanın her yerinden kolayca bağlanmak mümkün olduğu için, en azından tuhaf.

Malala Yusufzay ve “Yersiz Yurtsuz” Diğerleri…

20 Haziran tarihi bütün dünyada “Mülteciler Günü” olarak kabul ediliyor. Geçen hafta bir tanesi daha geldi geçti. Birleşmiş Milletlere göre 2020 Haziran ayı itibarıyla dünyadaki insanların %1’inden fazlası, her 97 kişiden biri, zorla yerinden edilmiş durumda. Toplam rakam, 2019 sonu itibarıyla yaklaşık 80 milyon. Son 10 yılda en az 100 milyon kişi sığınma arayışı içinde evlerini terk etmek zorunda kalmış.

Bir kelime severin gizil gücül çınlamları…

Bazı kelimeler beni benden alıyor... Herhangi bir metnin içinde görünce bu kelimeleri, beynim “okuma” diye sinyal veriyor. Zaten, bu tür kelimelerle karşılaşınca okumanın tadı kaçıyor,...

“Mansur Başkan”a verilen destekte Melih Gökçek etkisi…

Arkadaşımın yazdıkları bana meşhur Bektaşî fıkrasını hatırlattı: Bektaşîye iki testi şarap vermişler. "Tat bakalım, hangisi iyi? Bize söyle" demişler. Bektaşî birinci testiyi kafasına dikmiş, biraz içip, ağzını kol yenine sildikten sonra, "Öbürü daha iyi" demiş. "Diğerini daha tatmadan nasıl karar verebiliyorsun?" diye sormuşlar, "Bundan daha kötü olamaz" diye cevap vermiş.

Cirmi kadar yer yakan kesinlikler için kocaman hayâllerden vazgeçmek…

Netlik aramanın, belirsizlikten, dolayısıyla hayâl kurmaktan kaçınmanın zamanımızın hastalığı olduğunu biliyoruz artık. Herkesin karnı tok, sırtı pek, herkes en güvenli alanda hareket etmeye çalışıyor. Bol bol meşguliyet icat ediliyor, boşluğa yer yok. Gerçek bir boşlukla karşılaşmak neredeyse imkânsız. Boşlukta, kontrol dışı düşüncelerin veya hayâllerin kafamıza doluşması tehlikesi var.

“Yayından çıkıp gitmeyen ok ne işe yarar ki?”

Yol filmleri, evi özlemeksizin derli toplu kompakt yolculuklara çıkmak fırsatı bir anlamda. Evcil insanların yola çıkmanın ne olduğunu düşünmesi için birebir... Ama daha ilgi çekici yanı, gerçek hayatta çok zor bulunabilen dönüşmeye/değişmeye hazır ve istekli insan hikayeleri izlemek, insanların ve hayatın inatçılığının/ümitsizliğinin kırıldığı ferahlama anlarına şahit olmak.

Nüfuz kullanma ve taciz pratikleri…

Türkiye’de laik ve hatta özgürlükçü mahallede de, en iyi kadın kişisel konularda en suskun kadındır. Mesela, kadın hakları üzerine istediğiniz sivrilikte konuşabilirsiniz ama bir kadın olarak kendi haklarınızdan bahsederseniz, hemen o dışlayıcı ve hatta ruhsal olarak kadınlığınızı sorgulayıcı erkek bakışı ile karşılaşırsınız.

Hıdırellez hafifliği…

Zamanın mecrasını iyiden iyiye değiştirdiği, herkesin kendi tahayyülüne teslim olduğu böyle durumlarda “halk takvimi”ni devreye sokmak iç açıcı olabilir. Şu anda ve burada tabiatın döngüleri var, örneğin “mevsim” diye bir kavram var. Biz ne yaparsak yapalım, arka planda akmaya devam ediyor bu takvim. Ve işin iyi tarafı, bu arada, hıdırellez geldi çattı.

Racon kesmek…

Her halükarda, kabul edelim, racon kesilince, ortalık sakinleşir. Herkes payını almıştır, belirsizlik ortadan kalkmıştır. Hayat zaten, birey olmayı, açık konuşmayı, fikir üretmeyi gerektirecek kadar uzun değildir. Aslında belki de zorlaştırmamak gerekiyordur.

Kapağı hafifçe dalgalanmış kitaplar…

Kutuyu alıyorum, kapının önünde boşaltıyorum ve kapının önüne ertesi günü atmak üzere bırakıyorum. Sonra gidip ellerimi en az “yirmi saniye” yıkıyorum. Dönüp, dezenfektan ile ıslattığım kağıt mendillerle kitapları tek tek siliyorum. Fazla ıslatmamaya çalışıyorum ama doğal olarak, yepyeni kitapların karton kapaklarında hafif dalgalar oluşuyor. Bunun gereksiz olduğunu söyleyeceksiniz, haklısınız, ama hep birlikte değil miyiz bu gereksiz şeyleri de yapma konusunda?

Fevkalâde günlerin alelâde hâlleri

En azından “başkaları”nı çokça içeren bir fiil. Ünlü klişeyi aklımızda tutarak, bizim için küçük, insanlık için büyük olan bu misyonumuzu uygulamaya çalışmak, birçok insan için önemli bir eşiği geçmek, dahası “kendisinden olanlar” dışındaki insanları dikkate almadan, “biz”i koruyamayacağını nihayet kabul etmek anlamına geliyor.

2020 Baharı ve “Bal Ülkesi”

Geçtiğimiz hafta, neredeyse ailenin bu yeni muhteşem elemanını sevmenin, onun üzerine titremenin mutluluğundan utanacak durumdaydık. Onca bebek, onca çocuk ne halde? Onca gence ne olduğunu, bundan sonra neler olacağını bilmiyoruz. Onca aileye ne büyük acılar düştüğünü tahmin etmeye, onlarla empati kurmaya gücümüz yok. Bir de “bizden olmayanlar”ın durumu var ki, onlara üzülmeye bile hakkımız yok

Murat Akbaşlı’nın dört günü

Normal hayat temposuna göre çok hızlı geçen bu dört günde, bir “keşif” olarak Murat Akbaşlı’nın aklının karışması çok normal görünüyor. Söylediği belirtilen her şeyi söyledi mi? Hangilerini muhatapları kendi kafalarına göre yorumladılar? Aslında ne yapmak istiyor? Bunları ayırmak çok zor. Muhtemelen henüz kendisi de bilmiyor ve olayların akışı korkutucu geliyor.

“Şahsiyet”, sırlar, unutmak, hatırlamak…

Birkaç gün önce diziyi izleyip bitirdiğimden beri düşünüyorum: Neleri unuturuz? Neleri hatırlarız? Neleri yanlış hatırlarız? Yaşamaya devam edebilmek için neleri unutmamız lâzım? Neleri hatırlamazsak başka birisi oluruz? Hayatı mümkün kılan unutmak mı yoksa hatırladıklarımızla mı bir “şahsiyet” oluruz?

Çocukluk arkadaşlarımızı niçin çok severiz?

Varsa eğer, çocukluk arkadaşlarımızı çok sevme hakkımızı bol bol kullanalım bence. Ya da tersten gidelim; sonraki yıllarda tanışmış olsanız bile, birisi size çocukluk arkadaşınız gibi geliyorsa, bu hissin verdiği konforu ihmal etmeyin. Kader ağlarını örerken o ilmeği kaçırmış olsa bile, o düzensiz örneğin ruhunuza çok iyi gelmesi ihtimalinin farkına varın.

Kanal İstanbul’un beyin yakan mantığı…

Projenin çılgınlığı mı yakıyor beyni yoksa bir görüşü her ne olursa olsun savunmanın zorluğu mu? Ya da, bu örnekteki uç “beyin yanması” halinde, ikisinin sinerjik etkisi söz konusu olabilir mi? Şeyhi uçurmanın peşinde, düşünmeyi unutan müritlerin en kolay sorular karşısında bile “hata verme”leri ihtimalini hesaplayacak bir formül mümkün müdür?

Finlandiya Başbakanı Sanna Marin

Kahraman olmanın bu kadar ucuz ve dolayısıyla sadece sözlerden ibaret olduğu bir dünyada, hiçbirimizin kahramanlara ihtiyacı yok. Çevremizde, kendine yerli yersiz yakıştırdığı sıfatların değil ne yapıp ettiğinin, vicdanının ve sorumluluk duygusunun belirleyici olduğunun farkında olan “sıradan” insanların olmasını tercih ediyoruz.

Orhan Pamuk methiyesi

Bir söyleşi, yeni bir kitap adı, daha önceki kitapların izleri... Bildiğimiz, sevdiğimiz bir yazarın biz okurlarını sürükleyip götürebilecekleri yerler, tarihler, olaylar sanki anlattıkça çoğalıyor. Bahsettikçe, yakın arkadaşımız haline gelen roman kahramanlarını özlediğimizi fark ediyoruz.