Güzin Sarıoğlu

“Uzay Çiftçileri”nden Türkiye’nin ilk uzay misyonuna: #BuGörevSenin…

Ali Nar’ın, 1988 yılında yayımlanmış olan “Uzay Çiftçileri”, çeşitli cenahlardan insanlar için bir kült roman. Bir yandan konunun meraklıları açısından “ilk İslamî bilim kurgu romanı” olarak kabul ediliyor. Bir yandan da, bir rivayete göre, Cem Yılmaz GORA’yı yazarken bu kitaptan da esinlenmiş. Kitabı okurken Türk astronotların uzayda da olsa zaman zaman kendilerini kaybedip özlerine, mesela domates ya da eşek sevdalarına, sevdikleri ya da karşı cins hakkındaki hislerine vs döndükleri kısımlarda azıcık hatırlıyoruz GORA’yı.

Sen Ben Lenin: Hatıra ve metafor yağmuru…

1993 yılında Düzce’nin Akçakoca sahilinde bir balıkçı ahşap bir Lenin heykeli bulmuştu. Tahminen Ukrayna’dan Karadeniz’e atılan veya düşürülen, bir heykel için uzunca bir süreden beri denizde olduğu anlaşılan, ağırlaşmış ve burnu kopmuş kocaman bir Lenin heykeli… Başka bir deyişle, herkesin denize falan girdiği sıradan bir yaz gününde, Akçakoca’da birden denizden bir “ulu önder” Lenin çıkıvermişti.

Elon Musk: Uzaya mı gitsek yoksa tweet mi atsak?

Gündemde olmak, çok ilgilenilmek, sınırları zorlamak, uçuk fikirleri büyük amaçlara bağlayarak insanları tavlamak Elon Musk’ın hem başarılı hem de bağımlı olduğu konular kuşkusuz. Muhtemelen “bütün bunları yapabilen kendine” aşık bir adamla karşı karşıyayız. Ama bütün büyük aşklar gibi, her an yere çakılma ihtimali taşıyan bıçak sırtı bir gerilimi de hep yanında taşıyor sanki Elon Musk.

Önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır…

Dünyada ne kadar acıklı insan hikâyeleri var, değil mi? Irkçılık ne kadar acımasız, değil mi? Ama günümüzle, Türkiye ile bir bağlantısı yok mu dersiniz? İnanın, yalnız değilsiniz. Türkiye ırkçılığı perdeleme mekanizmalarının maharetle geliştirildiği bir ülke. Burada ne yaparsanız yapın, ırkçı saymıyorsunuz kendinizi.

İstanbul Sinema Festivali nostaljisi…

Bir Bergman filmi izledikten sonra geceyarısı İstiklâl Caddesine çıktığınızı, yürüdüğünüzü düşünün. Nisan ayında bir gece yarısı. Hava biraz serin olsun. Yanınızda çok sevdiğiniz bir arkadaşınız var mesela. Pek fazla konuşmadan, sadece caddede değil, film ile gerçek hayat arasında bir yerlerde yürüyorsunuz. Sinema hakikaten büyülü bir şeydir, böyle zamanlarda daha da anlaşılır.

Hacer Foggo ya da derin yoksulluk çekenlerin Hacer ablası…

Türkiye’de siyaset sanki daha çok, neyin neden yapılamadığını ikna edici sözlerle anlatmak anlamına geliyor. Dayanışma mı dediniz? Alın size bir fotograf, ellerde çiçekler, yüzlerde asılı kalmış birer gülümseme. Hacer Foggo ise, siyasetin, dayanışmanın fotograflarda kaldığı yerde, “görünmeyen dokunulmayan yoksulluğun kendi stratejilerini nasıl yarattığını” anlatıyor. “Çocuklar, olmayan parayla nasıl doyurulur? Elektriği kesilmiş eve nereden elektrik bulunur?”

Suriyeliler podcast serisi: Ne Suriye’ye ne Türkiye’ye sığabilenler…

Gazeteci Aygen Aytaç, geniş bir yelpazedeki konularda çeşitli konuklarla herhangi bir rating, beğeni kaygısı olmadan sessiz sedasız podcast’ler yayımlıyor. Bu böyle güzel tabii, ama Aygen Aytaç’ın Suriyeli psikolog arkadaşı Nur ile birlikte hazırladığı bir “Suriyeliler” serisi var ki, onların bir köşede kalmasına insanın gönlü el vermiyor. Suriyeliler serisinin birincisinin başlığı “Biz kim için öleceğiz?”

Alain Delon ile ötanazi aynı cümlede…

Yaşlılıkta veya çok genç yaşlarda ve hatta çocukken, geleceğe dair hiçbir umut taşımadan makinalara bağlı yaşamak zorunda kalanların ve bunların yakınlarının dehşetli hikâyeleri bir tarafta duruyor. Diğer tarafta ise, ortalama yaşam süresinin insanlık tarihi açısından çok kısa sayılabilecek bir dönemde, neredeyse 2 katına çıkması, yaşlılık döneminin ne kadar ileriye atılırsa atılsın uzaması ve özellikle alzheimer, demans gibi insanı kendisinden uzaklaştıran hastalıkların yaygınlaşması bir çoğumuza şu soruyu sorduruyor: Uzayan yaşama süresi mi yoksa biz ölümü mü uzatarak yaşıyoruz?

Drive My Car: Hepimiz aynı dünyanın insanlarıyız…

Murakami, tıpkı Orhan Pamuk gibi, iki arada bir derede yaşayan bir yazar. Bir yandan tüm dünyada yaşayan en büyük Japon yazarı olarak bilinirken, diğer yandan da ülkesi Japonya’ya, yaşadığı yer neresi olursa olsun, “Batı”dan bakan, dolayısıyla yazdıklarına Japonlar tarafından hemen bir yabancılaşma kulpu takılabilen birisi. Ama yine tıpkı Orhan Pamuk gibi, ülkesinde de çok okunuyor.

Dünya bizim değil

Savaş demek, ölüm ya da yerinden yurdundan edilmek demek. En azından biz ölümlü, sıradan, strateji vs’den anlamaya mecali kalmayan siviller için… Yerin altında metro istasyonlarında ya da sığınaklarda bebekleriyle, yaşlılarıyla, yardıma muhtaç olanlarıyla kalmak da, yollara düşüp kilometrelerce araba kuyruklarıyla ya da bazen düpedüz yürüyerek gitmek de esasen evden uzak olmak anlamına geliyor.

Hakan Günday ve Zamir

Hakan Günday Zamir aracılığıyla yine “aklın bir cehennem” olduğundan dem vuruyor. Her şey orada başlıyor, orada bitiyor ve “bazı sırlar insanın kafatasına sığmıyor”. Roman boyunca dramatik bir anlatım tarzı ile karşılaşıyoruz. Başka yazarlarda sevimsiz bile bulunabilecek bu tarz, yazarın bizi dünyanın ne kadar dramatik bir yer olduğuna inandırdığı üslubu ve yarattığı karakterlerle gayet yerinde ve hatta sempatik hâle geliyor. Evet, dünya, dramatik bir yer.

Sezen Aksu’nun şefkatine sığınmak…

Adalet ise, işte belki en zor bulunan şey dünyada. Yaşadığı süre boyunca adil bir gözle dünyaya bakmak çok sağlam bir vicdan gerektiriyor. Sağlam bir vicdanı taşımak da kolay değil. Ortalık sürekli toz dumanken adil olabilmek, adil kalabilmek, vicdanını ön plana alabilmek herkese kolayca nasip olmuyor. Hayatta en beğendiğiniz siyasî figürlere bakın, nelerle sınandılar, nerelerde sınıfta kaldılar, onlardan pay biçin adalet konusunda. Sezen Aksu’ya yakın bir performans görebiliyor musunuz?

Fransız Postası ve insanî hikâyelerin gücü…

Fransız Postası’nın gazeteciliğe, özellikle de edebî gazeteciliğe ya da diğer bir deyişle önemliye karşın önemsizi ön plana çıkaran, renkliliği önemseyerek hayatı kuşatan gazeteciliğe bir saygı duruşu olarak çekildiği açık. Bu enteresan gövdeye muhteşem oyuncular ile Wes Anderson’ın incecik bakış açısı da eklenince ağzımız açık izliyoruz filmi.

Selvi boylum, al yazmalım, zehirli erkekliğim

Ben “sorumluluk meraklısı” kuşağın en sıkı temsilcilerinden bir genç kız hatta kız çocuğu olarak her zaman Cemşit’in tarafındaydım, pek tabii ki. O zamanlar annelerimiz yaşında olan kadınlar da ekseriyetle benim tarafımdaydı. Ama aklımız da Kado’da kalırdı kuşkusuz. Sanki “sevgi” hep böyle biraz buruk bir şey olmalıydı, içerdiği zehir sanki doğasında vardı, kabul etmek gerekirdi gibi…

“Türkiye’nin içler acısı, sefil siyasal dünyası”nı takip etmek…

Tamam, gitmiyoruz bir yere ama bu “birçok” insanın “birçok” başka insana ya da bize yabancılığını/düşmanlığını ne yapacağız? Bu kadar şiddet, vahşet vs nerede duracak? Yokluk, yoksunluk? Hemen yanımızdayken bunlar, hayatımıza nasıl hiç yoklarmış gibi devam edeceğiz? Beyinlerimizin yapısı değişti mi o kadar?

Arkadaş Özger: Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası

Sorsak bilirler, sorulunca hepimiz biliriz: Dünyada ne kadar insan varsa o kadar çeşitlilik vardır, farklılık zenginliktir, insanın kendisini sürekli “çünki”lerle anlatmaya mecbur bırakılması haksızlıktır. Şimdi bile öyle ama 50 yıl öncesinin Ankarasını düşünün, “devrimci” “solcu” gençlerin ortak dünyasında “sakalsız bir oğlanın” kendine yer açmasının nasıl bir “tragedya” olduğunu düşünün. Hakkında çekilen belgeselde, arkadaşlarının çoğu hâlâ “eşcinsel”/“homoseksüel” kelimelerini bile telaffuz edemiyorlar. Öldürmemeyi bilen ama yaşatmak hakkında fikri olmayanların sıradan kötülükleri…

Squid Game: Nem alacak felek benim?

Şiddetin varlığından haberdar olmamız ile bunun kurmaca olduğunu fark etmemiz arasında geçen o kısacık sürede, ufak çaplı bir kasvet krizine girdiğimi, dolayısıyla şiddet izlemekten kaçındığımı fark edeli uzun zaman oldu. Ama buna rağmen bolca şiddet içeren filmler hayatıma girdi yavaş yavaş. Tarantino filmleri, suç temalı diziler vs… Keza Kore tipi şiddet sahnelerine de son yıllarda popüler olan “Parazit” ve “My Mister” gibi Güney Kore yapımları ile alışmıştık. Ama “Squid Game” ile bu Kore malı şiddetin de zirvesine şahitlik ediyoruz.

Maria Ressa: Nobel ödüllü ilk Filipinli, hem de gazeteci, hem de kadın…

Ressa Nobel Ödülü almasının hemen ardından Rappler’da ve dünyanın dört bir köşesindeki medya organlarında yayımlanan söyleşilerinde de bu “hakikat” konusuna vurgu yapıyor. Gerçeklerin ortaya çıkarılması için uğraştıklarını çünkü uzlaşılan bir hakikatin olmadığı bir dünyanın güvenilir olmadığını anlatıyor heyecanla ve gülen gözlerle.

Ebrar Karakurt: “Dedim, olabilir”

Ebrar, 21 yaşında 1.95 boyunda, artık İtalya’daki spor hayatında “ülkemizi başarıyla temsil eden”, şu aralar pembe saçlı bir Balıkesirli. Sosyal medya hesaplarından gördüğüm kadarıyla yaşıtlarının çok tipik ama büyük ihtimalle duruşundan/kendisini neşe ile ifade edişinden dolayı çok çekici bir temsilcisi. Yani, spordaki başarılarına ve kendi olma ayrıcalığına sahip insanların ışıltısına ek olarak sınırları belirsiz bir dünyadan geldiğini anladığımız “neşesi yeter” bir ışıltısı da var.

Hepimiz Belmondocuyduk…

Hatırladığım sorular hep açık uçluydu, cevaplar ama, pek farklılık göstermezdi. Benim defterimde ve bazı başka kızların defterilerinde sadece bir soru iki seçenekliydi: “Alain Delon mu, Jean Paul Belmondo mu?” Bu sefer de sorunun cevabı tekti, en azından benim arkadaş çevremde hepimiz Belmondocuyduk.

Sonuçta derdimiz alfalık müessesesiyle…

Aslında dişi maymunların arasında nispeten gevşek bir sosyal hiyerarşi varmış. Erkeklerde öyle mi oysa? Kurallar belli. Mesela, en yaşlı erkek alfa olur. Dolayısıyla Yakei sadece “alfamız erkek olmalı” kuralını değil, aynı zamanda “alfamız yaşlı olmalı” kuralını da yerle yeksan etmiş, kendisinden yaşça çok büyük erkeklere de liderlik ediyormuş.

Çek lokomotifi Emil Zatopek: “Dünyada hiçbir çöpçü onun kadar alkışlanmamıştır”

Prag’da halk Sovyetlerin yeni duruma müdahalesini protesto etmeye başlıyor. Emil de göstericilere katılıyor, SSCB’nin boykot edilmesi gerektiğini söylüyor. Sonuç malum: “Ülkenin kuzeybatısında Alman sınırı yakınındaki Jachymov uranyum madenlerine işçi olarak gönderiliyor.” 46 yaşındaki efsanevi koşucu artık maden işçisi.

Angola’dan bir film: “Klima”

Luanda’da hava sıcak, hayat boğucu, gelecekle ilgili umut taşımak zor. Herhangi bir işi acele yapmaya, hatta yapmaya bile, gerek yok gibi görünüyor. Hayatın, bulunabilirse, tadını çıkarmak gerek. Islık çalarak gölgelik yerlerde dolaşmak, damla damla da olsa akan bir suyun altına girip serinlemek, bulunca bir kap yemek yemek, çatılarda rap söylemek, klimalı bir yerde uzaklaştıkça güzelleşen anıları düşünmek, klimanın değil de denizin esintisine kendilerini bıraktıkları rüyalara dalmak...

Bir lâkâp ve bir hayat: Akrep Nalan

Nalan oldu size “Akrep” Nalan. Eline bir de “akrep” diye bilinen küçük makineli tüfeklerden birini verip temsili resmini çizdirelim. Alın size güzel bir “Hürriyet” haberi! Nalan (Gürateş) Duman’ın Akrep lâkâbını alışı sanıyorum ki böyle bir mesaiye dayanıyor. Ya da belki biraz daha önceki günlerde çok benzer başka bir yaratma mesaisine...

Eline sağlık Fatmacım…

Eğer katil tarafındaysanız, bu sefer cinayetlerin hangi sebeple işlendiğini çok iyi anlamakla kalmıyorsunuz, gidip katili tebrik edesiniz geliyor. Sivrisinek öldürürken vicdan azabı çekenlerimiz bile, katili her cinayetle birlikte coşkuyla alkışlıyoruz. “Öldürüyorsa bir bildiği var...” Tamam, kurgu ama, yine de tuhaf bir şekilde, katili destekliyoruz. Çünkü o da bizim adalet duygumuzu destekliyor.

Saroyan soruyor: Peki biz neden terk ettik burayı?

Film boyunca silüetini izlediğimiz Saroyan konuşuyor, bazen yazmayı bile bilmediği Bitlis Ermenicesinde, çoğu zaman İngilizce. Kullandığı lisandan bağımsız olarak, aynı zamanda Türkçe ve Kürtçe de konuştuğunu var sayabiliriz. Çünkü ‘konuştuğu dilin sesi’ ve ortak tarihi ve kavramları bu topraklarda konuşulan dillerin hepsini sahiplenmesini sağlıyor: “‘Kürtçe’ derdi anneannem, ‘Kalbin dilidir.’ ‘Türkçe müziktir. Bir şarap deresi gibi akar, yumuşak, tatlı, parlak.’ ‘Bizim dilimiz’ diye bağırırdı, ‘Acının dilidir.’ ‘Ölümü tattık hep, dilimizde nefretin ve öfkenin yükü var.’”

Rahip Aho ve Rahip Martens…

Geçen hafta Rahip Aho’nun hikayesini yeniden hatırladığımız günlerde Deutsche Wella’da bir başka rahibin hikayesi ile karşılaştık. Bu sefer hikaye Almanya’da geçiyor. DW twitter hesabında 13 Nisan 2021’de paylaşılan tweet’te şu ifadeler vardı: “Berlin'de bir rahip ülkesine geri gönderilmesi öngörülen mültecileri kilisesinde barındırarak mahkeme kararlarına karşı çıkıyor. (Rahip) Martens son 15 yılda yaklaşık bin mülteciye kilisenin kapısını açmış.”

“Açıktaki Ruh”

Talha Hakan Alp’in tweetlerinden sonra, her şeyi bilenler ve o güne kadar bildiklerinden başka hiçbir şeyi bilmek istemeyenler ağır kınayıcı sözlerle harekete geçtiler. Ne gerek var ki ortalığı karıştırmaya? Ortalığı karıştıranlar ağzının payını öyle bir almalı ki, bundan sonra kimse cesaret edemesin. Yalan yanlış da olsa, herkes kendi “derin” kökleriyle yaşamaya devam etsin. Yoksa korkularımız ile baş etmek zorunda kalırız, rahatımız bozulur.

“Fosforlu Cevriye”: Aşk nasıl bir şeydir? Namus ne değildir?

Cevriye, kendini bildi bileli sokaklarda yaşıyor, hiç evi olmamış. Annesi hakkında hiçbir fikri yok, gökyüzündeki yıldızlara bakıp hayaller kurarken, “bir yıldızdan” dünyaya düşmüş olabileceğini düşünüyor, o çok küçükken ölen ve ona sahip çıkan bir adamı sevgiyle hatırlıyor ve onun babası olduğunu sanıyor.
Roman dört bölümden oluşuyor, şarkının sözlerinin ilk dört dizesi bu dört bölüme başlık oluyor. Mümkün olduğunca Suat Derviş’e bırakalım sözü:

“My Mister”: Doğulu Batılı ayrı mıyız?

Bir de terlik aşkları... Gittiğimiz, o yıllarda bile dünya devi olan kurumlarda ayakkabılarımızı çıkardık, “şipidik” terlikler giydik, en şık restoranlarda terlikleri ayağımıza geçirip sadece bizim grup için hazırlanmış orta büyüklükte odalarda yere çöküp yemek yedik. Benim gibi terlik meraklısı ve terliksiz yere basamayan biri için bile gerçekten tuhaftı.