Halil Berktay

Medeniyetimiz

Ah bizim o güzel medeniyetimiz. Parlak medeniyetimiz. Namuslu, ahlâklı medeniyetimiz. Her şeyimize yabancı ve düşman Batı’nın üzerinde tepindiği, bizi aldatarak vazgeçirdiği, gene de emperyalizmin biricik alternatifi olarak direnen, dört elle sarıldığımız medeniyetimiz. Hele ailemiz. Hele kız çocuklarımız. Hele kadınlarımız. Saçının tek teline halel gelmesin, kötü yola düşmesin diye üzerine titrediklerimiz. Hain LGBTİ ile aralarında göğsümüzü siper ettiğimiz. İstanbul Sözleşmesi gibi gâvur icatlarına teslim edecek yerde, tabii biz koruruz, hiçbir şey olmaz dediklerimiz.

Evet, öyle bir insansın

Yıl 2012-2013. TRT’nin Leylâ ile Mecnun dizisi. Yavuz diye bir hırsız karakter var (Osman Sonant; şimdi Netflix’in Sıcak Kafa dizisinde de oynayan; belki bu hafta Serbestiyet’te masaya yatırılır diye umuyorum). Yolda yaşlı bir kadının çantasını kapıyor. Kadın “İmdaaat! Hırsız var!” diye bağırıyor. Yavuz durup soyduğu kadına çıkışıyor: “Ama teyzeciğim, lütfen, ben öyle bir insan mıyım?”

Pis herif

Hayat böyle. Bilen bilir; ben küfretmem. Küfürlü konuşmam. Sırf akademik terbiye değil. Aile, alışkanlık, sokakta büyümemişlik; hepsi. Fakat bazen avazım çıktığı kadar bağırmak geliyor içimden. O kadar korkunç şeyler oluyor, yapılıyor, söyleniyor ki. Öfke ve çaresizlik tavana vuruyor.

Zor zanaat (5) Tarihçilerin (ve başka herkesin) “kazanana biat” sorunu

“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtan bir hal alır.” Bu da Atatürk. Kendisi (ve kadrosu), “tarihi yapan”lar. Öyle görüyor. “Tarihi yazacak” olanlardan, Kemalizm ve yeni ulus-devlet adına sadakat istiyor. İronik olan, bir de bunu “değişmeyen hakikat” uğruna talep etmesi. Dönemin tarihçileri, akademikleri, üniversiteleri büyük ölçüde uyuyor bu talimata. Ve tabii, tarihçinin hakikatı arama özgürlüğü diye bir şey kalmıyor.

Zor zanaat (4) Demir ve kan (ya da, Tek Parti veya Başkanlık Sistemi sorunu)

“Türkiye şimdiye kadar zaten birkaç defa kaçan elverişli ân uğruna dikkatini yoğunlaştırmalı ve gücünü korumalıdır. Türkiye’nin Mudanya, Lozan ve Montrö antlaşmalarıyla çizilmiş sınırları sağlıklı bir devlet yaşantısına elverişli değildir. Çağımızın büyük sorunları, 1876 ve 1908’de, hattâ 1950 – 2016 arasında yaşanan büyük yanılgılarda olduğu gibi nutuklar ve çoğunluk kararlarıyla değil, demir ve kanla çözülecektir.”

Zor zanaat (3) Prusya militarizminin zaferi

“Yukarıdaki tabloyu dikkatle inceleyin.” Öğrencilerime hep bunu söylüyorum, herhangi bir belgeyi okumak gibi, resimleri, yani görsel belgeleri de okumak konusunda: Atmayın. Uydurmayın. Konuyu ya da ana fikri tahmin etmeye kalkmayın. Önce, verileri (verileni) inceleyin. Hepsini birden yutamazsınız. Sabırlı olun. Ne görüyorsunuz? Somut olarak gördüğünüzü, olabildiğince unsurlarına ayrıştırıp ayrıntılı bir şekilde kaydedin, anlatın, betimleyin. Yavaş yavaş, tane tane. Ancak sonra, tasvirden tarife, teşhise ve yoruma yükselmeye çalışın.

Zor zanaat (2) Mommsen’in vasiyeti

“Ne herhangi bir siyasî mevki veya nüfuz edindim, ne de böyle bir amacım oldu. Ama içten içe, yani içimde taşıdığım en iyi yanımla, daima siyasî bir yaratık oldum ve hep bir vatandaş olmayı özledim. Lâkin bireyin, hattâ en iyi bireyin askere boyun eğdirilmeyi ve siyasî fetişizmleri asla tamamen aşamadığı milletimizde, bu mümkün değil. Ait olduğum halktan bu içsel yabancılaşmadır ki, bana, saygı duymadığım Alman kamuoyu önüne mümkün olduğu kadar çıkmama kararı aldırtmış bulunuyor.”

Tarihçilik de zor zanaat (hele bizim gibi “Prusya tipi” ülkelerde)

Nâzım düşünür mesleği üzerinde. Hayli yüceltir, kendini çok sevdiğinden. Bir yerde “şairlik zor zanaat” der. Bir başka yerde iyice dramatize eder: “Biz de aynı loncadanız, biliriz Tavfer / zanaatların en kanlısı şairlik / sırların sırrını öğrenmek için / yüreğini yiyeceksin, yedireceksin.”

“Derken eleştirmenler çıkageldi”

Latincede “intentio auctoris” denir. Yazarın niyeti. Karşısında bir de “intentio lectoris” vardır. Okuyucunun niyeti. Bu ikisi hiç birbirine uymayabilir. Bir şey üretir, sürersiniz kamusal alana. Sonuçlarını kontrol edemezsiniz. Artık sizin olmaktan çıkar; herkesin ortak malı haline gelir. İsteyen de söyler istediğini. Hele bu kutuplaşmış toplumda, neyin hangi seviyeyi yansıtacağı, ayrı bir mesele. Ama bunu, böyle olacağını, baştan kabullenmeniz gerekir.

Bilin bakalım, bu hangi ülke?

Güya AB üyesi. Güya Batı’yla müttefik. Ama doğrusu, ilk bakışta bunu kestirmek çok zor. Liderleri, Ukrayna savaşı konusunda sürekli ABD’ye veryansın ediyor. Örnek: “ABD bu savaştan en çok beslenen ülke; tabii ki çabucak sona erdirmeye kalkışmayacak.”

Solun diğer sınıf kahramanları ve “ilkel komünizm” problemi

“Yiğit, şehit, katil, işkenceci”yi baştan okudum ve ana fikir için verilebilecek daha birçok örneği atladığımı; ayrıca, birçoğunun temelinde yatan esas ideolojik kurguyu da yeterince açmadığımı düşündüm: Marx’ın “ilkel komünizm” teorisi.

Bir siyasî basiret ve dirayet sorunu

Şimdiden belli. Sosyal seleksiyon gerçekleşti bile. Yıllar geçecek. Etyen Mahçupyan’la Karar TV’de yapılan bütün o röportajdan, bir tek o meşhur ve meşum cümle, “yeniden Erdoğan’a oy verebilirim” cümlesi hatırlanacak.

Hangi eşitlik? Hangi adalet?

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, “Rusya 'eşitlikçi adalete dayalı bir düzen kuralım' çağrısında bulunuyor” demiş. Anlamakta zorlanıyorum. Katılamıyorum.

Her geçen gün biraz daha Hitler’i andırıyor

Bugün, biraz önce, New York Times’da bir haber: Putin savaş denmesini yasakladığı savaşın yönetimine doğrudan el koyuyormuş. Ukrayna’nın başarılı taarruzları karşısında, günlük taktiklere karışmaya başlamış. Güney cephesinde generallerine, daha önce ele geçirdikleri Kherson’dan geri çekilmeyi yasaklamış.

Gurnah ve benim öyküm

Metin Karabaşoğlu’nun editörlüğünde yayımlanan Açıkdeniz dergisi, Temmuz sayısında yazarımız Halil Berktay’la Doğu-Batı ayrıştırmasının tarihi zemini, kökleri, sebepleri, bugüne ve geleceğe dönük sonuçları üzerine uzun bir söyleşi gerçekleştirmiş, bu söyleşiyi Serbestiyet’te de yayımlamıştık. Berktay, Açıkdeniz’in Eylül sayısında bir bakıma bu söyleşinin devamı niteliğinde olan yazısında 2021 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Abdulrazak Gurnah’ın romanlarından yola çıkarak Doğu-Batı ayrıştırması tartışmasını sürdürüyor. Berktay, “çağımızın Çehov’u” dediği Gurnah’ın romanlarını da “deryalar var bu kitaplarda” diye tanımlıyor.

Dergi yazı kurulundan, bir gecede halk savaşına

Nerede sapıttık? Marksizm miydi hatâ? Bizatihî teori miydi? Tek yol devrim miydi? “Devrimci şiddetin doğrusu” yarışları mıydı? Bunun “gizli örgüt” (veya bizim de bir partimiz olsun) yarışlarına dönüşmesi miydi? Gençliğin, tecrübesizliğin, hayatı tanımamışlığın, haddini bilmemesi miydi? Sübjektivizm miydi? Taklitçilik miydi? Hangi adım atılmamalıydı? Ben atmamalıydım?

Unutmak yok

Koşulların, bağlamın, çağın kendi değerleri ve akımlarının, zamanın ruhunun… mutlak surette belirleyici olamayacağını (olmaması gerektiğini) teorik açıdan savunmak başka. İnsanın kendi geçmişini adım adım gözden geçirip, nerede neyi yapmaması gerektiğini dürüstçe değerlendirmesi gene başka. İkincisi çok daha zor, felsefî bir “özgür irade” savunusuna kıyasla.

“Zamanın ruhu” hakkında, Cemal Kafadar’dan üç paragraf

Önce “‘Koşullar’ ile ‘özgür irade’ arasında”yı (25 Haziran), ardından “Zeitgeist”ı yazmıştım (2 Temmuz 2022). Tarihçinin, bir yandan geçmiş kuşak, olay ve süreçleri içerden anlama sorumluluğu ile diğer yandan, bir insan, bir vatandaş, bir dünyalı olarak aynı olay ve süreçlere ilişkin kendi vicdanî, ahlâki kanaatlerini koruma hakkı arasındaki ilişkiyi, belki çelişkiyi, kendi kendime uyguluyor; faraza elli yıl önceki halimi hem anlamaya hem yargılamaya çalışıyordum.

“Bundan 100 – 150 sene önce…”

Bir varmış bir yokmuş. Develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Atalarımız zümrüdüankalar yerine, bu amaçla Amerika’dan özel olarak getirttiğimiz ‘turkey bird’lerin, pardon yaban Türkiye hindilerinin sırtına biniyor, İstanbul havaalanının İç Hatlar bölümünden kalkıyor, gak dediklerinde jelibon, guk dediklerinde özel Adana petrolü vererek doğrudan Mekke’ye uçuyorlarmış. Ya, işte, böyle benzersiz bir medeniyetimiz ve uçsuz bucaksız bir imparatorluğumuz varmış.

Zeitgeist

“Ne gelirdi elinden? O yıllar böyleydi. O yıllarda herkes böyleydi. Paradigmatik bağlayıcılık çok güçlüydü. Örgüt aidiyeti çok güçlüydü. Dışına çıkmak imkânsızdı.”

“Koşullar” ile “özgür irade” arasında

Geçmişe, gençliğime haksızlık mı ediyorum? Son iki yazımın ardından, öyle dedi birkaç okurum. İki argüman kuruyorlar. Biri kaçınılmazlık üzerine. “O dönem öyle bir dönemdi. Kendini fazla suçlama. Kimse o furyanın dışında kalamazdı.” Diğeri daha zor. Değer üzerine. Gençliğin yaşlılığı besleyip şekillendirmesi; yaşanan her şeyin kalıcı değerlere dönüşmesi üzerine.

Aşırı duygusal

Ekim Devrimi, 7 Kasım 1917 gecesi nasıl (ne kadar küçük ölçekte) başlamış olursa olsun, dalga dalga yayıldı ve milyonları kapsadı. Doğruluğu yanlışlığı bir yana, muazzam bir depremdi. Bütün bir çağı etkiledi. Dolayısıyla Nâzım Hikmet gerçek bir devrim gördü. Bizlerse 60’ların sonları ve 70’lerin başlarında sübjektif hayallerimizde yaşadık. Toplumdan kopuk, dünyadan habersiz çoluk çocuktuk. Koşullar sıfırken devrimcilik oynadık.

Duygusal

"Schmaltz,” Eskenazi dili olarak da bilinen Yiddişte ve oradan New York Yahudi argosunda (tavuğun yağı gibi daha maddî anlamlarının yanı sıra) cıvık duygusal, santimantal demektir. Daha bir İngiliz İngilizcesindeki “corn” ve “corny” (aşırı romantik, basmakalıp, bayağı) sözcüklerine karşılık gelir.

Avrasyacılık (4) Putin’in takıntılarında yaşamak

Ben demiyorum; onlar diyor. Avrasyacıların kendileri birleştiriyor üç ülkeyi. Çin, komünist bir tek parti rejimi. Üstüne üstelik, Şi Cinping tek adam ve ömür boyu parti-devlet lideri. Rusya’da güya çok-partili seçimler yapılıyor. Ama fiiliyatta Putin de tek adam ve ömür boyu lider. Devlet güvenlik polisinin gizli bir birimine istediği suikasti yaptırıyor. Hukukun bağımsızlığı ve basının özgürlüğü diye bir şey yok. Mahkemelere hükmediyor. Medyaya hükmediyor. -- Bu mudur, çok beğendikleri? Türkiye de böyle olsun mu istiyorlar?

Soyut ve insansız bir Orta Asya (TTT’nin “halka inememe” sorunu)

Tarih doğa bilimlerine kıyasla halka çok açıktır. Genel kamuoyu fizikten, astronomiden, yüksek matematikten anlamayabilir; hiç karışmayabilir bu alanlardaki tartışmalara. Ama hele Türkiye’de, herkes şair olduğu gibi herkes tarih bildiğini de zanneder. Millî tarih, beğenelim beğenmeyelim, popüler bir alandır. Dolayısıyla herhangi bir tarih anlatısı, sırf şu veya bu ölçüde bilim dışı olduğu için ıskartaya çıkmayabilir. Nitekim bugün, popüler kültürde sahte-bilim kol geziyor. Yani şu veya bu tezin, yalnız bilim camiasınca değil, sahnede olduğu süre içinde geniş kitlelerce de benimsenip benimsenmediğine bakmak gerekir.

Türk Tarih Tezi: birkaç ilâve (veya düzeltme)

Bir zamanların sosyalist solunun bir kısmı, mutlaklaştırılmış bir “anti-emperyalizm” üzerinden ulusalcılığa savruldu. Bu sol-milliyetçiliğin topyekûn Batı düşmanlığı da Avrasyacılığa götürdü. Avrasyacı faşizmi ve Türkiye için ne istediğini, hattâ konjonktür sayesinde neleri kısmen gerçekleştirebildiğini, Rusya ve Çin örnekleri üzerinden yazmaya devam edeceğim. Dış politika (yeni işbirlikçilik) boyutlarına da değineceğim, iç politika boyutlarına da (diktatörlük, yalan, politik piyasa, devlet burjuvazisi, emir-ve-kumanda kapitalizmi). -- Ama şimdi kısa bir ara verip tarihe dönüyorum.

Avrasyacılık (3) Çağımızın faşizmi; solun Adnan Hocacılığı

Uzun bir ara vermiştim. Belki siyasetin kendisi donuklaşmıştı da ondan. Kış uykusundan Osman Kavala’yla, tutuklu kalmasını sağlayan casusluk dâvâsından beraat edip AİHM’in delilsiz kanıtsız saydığı Gezi dâvâsından ağırlaştırılmış müebbet almasıyla, üstüne hukuk mu guguk mu sorusuyla, gene AİHM’in artık işinin bitip bitmediğiyle, sonra bir de şu çürütüle çürütüle bitirilemeyen “Ermeni yalanları”yla uyandım. Baktım, bir buçuk ay önce Avrasyacıların özlemlerini yazmaya koyulmuşum. Çin’i ve Rusya’yı neden çok beğeniyorlar? Türkiye için ne istiyorlar? Bu iyi bir damar, çünkü kendileri köprü kuruyor, bu üç ülke arasında. Oradan devam ediyorum.

Halim, halimiz

Dört küsur yılı doldurmuştu. Karardan sonra iki gün daha geçti. Ruhumuz, insafımız, insanlığımız, adalet duygumuz, hakkaniyet duygumuz idam ediliyor.

Avrasyacıların özlemi (2) Tarihî bir gün

En son ne demişim? “Demokrasiden, hukuk devletinden kurtulmak” (15 Mart). Bir ay on gün sonra: 25 Nisan 2022. Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet hapis.

Millî tarihte Türkler ve devletleri

Başlık resimlerim: modern (ama çok titiz çalışan ve bilimsel verilerden hareket eden) savaş tarihi illüstratörlerinin elinden, bazı bozkır atlı göçebe tipleri. Sağdaki görselde, en sağda (1) bir Şyung-nu savaşçısı. Ortada (2) bir Taştık aşiret mensubu. Solda (3) bir Kuşan soylusu. Soldaki görselde, 7. yüzyılın bir Avar süvarisi. Böyle daha onlarcası var, sırf Orta Asya’yı somutlamak bakımından lisans derslerimde gösterdiğim. Fakat şimdi bunların hangileri Türk, hangileri değil? Ya da ne anlamı var, ayırd etmeye girişmenin?