Avrupa-merkezci vizyon, “bu ilkeller,” diyor, yani “vahşet” veya “barbarlık” aşamasında olanlar, binyıllar boyu geçememişler uygarlığa. Şimdi “biz Batılılar” geliyoruz ve kendi kapasiteleri içinde yer almayan bir medeniyet sunuyoruz onlara. Sosyalistlerin önemli bir bölümü için de geçerli bu argümanlar. Marx ve Engels dahil. Fakat İkinci Enternasyonalin sol kanadındaki radikaller ayrılıyor diğerlerinden. “Medeniyet misyonu” apolojisini reddediyor; kapitalizme karşıtlıklarını emperyalizme karşıtlık pozisyonuna taşıyor; doğrudan doğruya haksız, adaletsiz diye, kimsenin başka ülkeleri sömürge edinmeye, başka halkları boyunduruk altına alma hakkı olmamalı diye, emperyalizmin içerdiği zulüm ve sömürüye cepheden karşı çıkıyorlar.
Adalar’a dolmuşlar geldi. Mavi, az çiçekli ve yerden biraz da yüksek dolmuşlar bunlar. Örnek Mahallesi’ne giden mavi dolmuşlara benziyorlar – Adalılara, neredeyse Türkiyeli olduklarını hatırlatacak denli kötü bir tasarıma sahipler. Elektrikli olmaları da yeterince medeniyet vadetmiyor olmalı ki Adalılar bunu karşı çıkıyorlar. Adalılar, dolmuş protestoları sonucunda âdeta birer üçüncü dünya vatandaşı gibi, özür dileyerek söylüyorum, Türkiyeli gibi gözaltına da alındılar. Bir adanın yönetimini ele geçiren ve gittikçe otoriterleşen sosyal demokratlar kötü bir ada alegorisi değil: Game of Thrones’ta da vardı, izledik.
İki farklı galibiyet, Türkiye için harika bir başlangıç oldu. Ama giden-gelen bir maç oldu. Türkiye ezici bir üstünlük kurarak kazanmadı. Her iki devrede de iki farklı Türkiye vardı. Maç berabere de bitebilir, hatta kaybedilebilirdi de. Türkiye adına en müspet husus, takımın coşkusunun yerinde olmasıydı. Kazanma arzusu ve mücadele azmi üst seviyedeydi. Ayrıca takımdaki yetenek-tecrübe dengesi de kıvamında; Arda ve Kenan gibi çok parlak bir gelecek vaat eden yetenekler ile Hakan, Orkun, Salih gibi zorlu liglerin tozunu yutmuş tecrübeliler var. Onların daha uyumlu hale gelmesi, takımın daha başarılı sonuçlara götürebilir.
Türkiyeli kavramı her seferinde aynı ihtiyaçtan yeniden dolaşım girdi. 1908’den sonra imparatorluğun Türk olmayan unsurlarını içerlemek için, 1920’lerdeki fetret döneminde yürürlükten kalkmış Osmanlı yerine bir kavram aranırken, daha sonra azınlıkların aidiyetini göstermek için ve son olarak Türk olmak istemeyen Kürtleri de kapsamak için…Yani mesele Türkiyeli kelimesinde değil, Türk kelimesinin kapsayıcı olmayı başaramamasında…
Süper ligin savaşçı ‘’mücadeleci değil’’ karakteri bu milli takıma sirayet etmiş galiba. Hücum planı çok örgülü değildi ama takım savaştı; defansta roller ve görevler özellikle de ceza sahası içinde birbirine karıştı ama takım savaştı. Ve bir hak teslimi babında takım her iki kanadı da kelimenin tam anlamıyla koridor gibi kullandı, kaptırılan toplar sonrası kimse elini beline koymadı ve savaşmakta tereddüt etmedi.