Yaşar Sökmensüer

Diktatörcülük oynamak

Tarihin en berbat dönemlerinin yüzleri, hatırlatıcıları diktatörler… Ama kimse kendi diktatörünü onlarla eş tutmuyor. Faşizm, diktatörlük birçok insan için geçmişte kalmış, “hayalet bir tehdit”. Ama hayaletler de ürkütür bazen. Hele ete kemiğe bürünürse…

Hanimiş benim paşa çayım

Seksapeli, tarzı tavan reklam dünyasında, sadece “Abi bi çay” gariban… Yapayalnız. Zira “Çaydan sonra seks, seksten sonra çay” paradigmasını ancak Anthony Burgess akıl edebilir. Kimse de nedenini, nasılını, “ne alaka”sını tahayyül edemez. “Çay ve ihtiyaç molaları”yla geçen ömürlerde romantizm de zor.

Kadehimde gül oya (¹)

Big Lebowski misâli, yarım avuç buz, kahve likörü, süt, votkayla White Russianlar ya da süt yararlı olduğu için çıkarılan terkibiyle Black Russianlar, nane likörlü Cin Mentalar, Becherovkalar… Hele Attila İlhan’ın “Kaptan” şiirindeki Fransız portakal likörü… “Hayatın gerçek tadı”nı, Cola’nın sloganı mı sanıyorsunuz hâlâ?

Küfrün küfretmeden tarihi

F... İngilizcede en yaygın, en esnek küfür. Oyun hamuru gibi. İfade ettiği duygu yelpazesi çok geniş… “Kavga yerine küfretmeyi seçen ilk insan, uygarlığın kurucusudur” diyen Freudian Küfürbaz Psikoloji’ye göre, salladıkça ferahlatıyor. “Derin beyin” ürünü, beynin gizli hücresi…

Tadı var, kokusu var, kendisi yok

O vitaminli, meyve özlü, “suda çözülebilen” iksiri, granülü, renklendiricisi, tatlandırıcısı, aromasıyla terkibindeki o izdihamı, tek kelimeye sığdıran ismi bile büyülü. Cola, Nescafe, Sana, Selpak, Orkid gibi onun da markası, aynı zamanda o şeyin ismi oluyor. O tür “şey”lere özünden hareketle koyulacak her isim, terkibini yahut fonksiyonunu deşifre riski taşıyor çünkü.

“Aç-İç-Kapa” devrimi

Tepesine vurularak çalıştırılabilen ilk siyah-beyaz TV’nin uslu teknolojisi, vurdulu-kırdılı “geçiş dönemi”nde başka komuttan, laftan anlamayan ilk renkli TV’ler için de geçerli. Milenyum yaklaşırken, 21. Yüzyıl’a böyle girilmesi -reklamlarda- biraz sakil duracağı için ana teknolojiler değiştiriliyor: “Kapatıp, yeniden açınız…”

Tahta kızakta tatsız istifham

“Vatandaş” röportajlarında, Hollywood oyuncuları ve metinlerinin kullanılması… Çektikleri seçim filminde, “muhalefeti destekleyen serseri takımı”nı ve “sağduyulu halk”ı oyuncuların canlandırması bugünlerin uzağında değil: “Asılsız bir şeyi durmadan tekrarlarsanız, insanlar ona inanmaya meyleder.”

Yazıldığı gibi okuyunuz

Yazıldığı gibi okunan “Koka Kola” kampanyası tutmayınca, işi iyice şahsileştirdiler. Bir baktık, Cola şişelerinde bizzat adımız var. Markette “Hişt…”, sesleniyor sana: “Gel adaş, gel...” Seçtikleri “Türk isimleri” tabii… Hemen ardından “Senin adın Mine ama sende tam Gülüm tipi var” kampanyası… Düpedüz “asimile kolası” değil de nedir Allasen?

“Yürüme”nin temel adımları

“İlk adım sol öne, ardından sağ paralel, sol arkaya, sağ arkaya ve beşinci adım cross” şeklinde çapraz “yürüme” satrancının temel adımlarıyla sürüp giden tangoya, sadece kuğuların hakkıyla yaptığı “vals”e göre Slow Dans nimettir. İnsanı esir alan aşkta, bari eller serbest olmalıdır.

İç içe filmler, aşklar

“Onun her şeyi olmak istedim” diyor kadın. Bilemiyor ki zamanın ego anıtı erkekte her şey, “her şey”den de çok. “Her şey”, o lastikten ölçü birimi, insan yaşadıkça büyüyen, uzayan bir şey zira. Her şey ile hiçbir şeyin yanılsamasında geçiyor ömürler. İç içe geçen filmlerdeki gibi…

Kraliçeyle dans eden şövalye

Eros’un ok harcamasına bile gerek kalmaz Slow Dans’ta. Bir de solcuysan Kozmonot Gagarin misali kollarını açar uçarsın valla, o havası uzay kabinde. Mevzu karışınca Titan Kronos’un kanatlarını kestiği garibim Eros da “Beni gençken görecektin” bakışıyla iç çeker -uçarak dans eden- sana.

Leblebili gazozdan Çölde “Çay”a…

Bir de dolma parmaklarıyla ince işlere asla hâkim olamayan, gazozun kapağını bile yumrukusuyla açmak için hatları keskin formika masa arayan cümle hemcinslerim gibi, iki pençesini bitiştirip parmaklarını o kalp emojisine benzetmeye kalkmasın mı!..

Mutluluğun resmini yapmak

Mutluluğu, çevrelerinden hiç ayrılmayan kedileri tamamlıyor. Hattâ bir aslan yavruları bile var. Özlenen bir sevgi, bağlılık seziliyor aralarında. Öyle ki, onlara ithafen bir şarkı bile yapılmış. Bir fısıltı duyuyoruz: “Bu dünyevi hayat oyun ve divanelikten ibarettir.”

Motor beceride kola otomatının yeri

Kolanın geliştirdiği motor beceriler sayesinde, kutu içeceklerin kapağının hassas ama kararlı parmak hareketiyle tek hamlede açılması, en sıradan insana bile “stil” de kazandırıyor. Gelmiş geçmiş en büyük stil üstadı Bukowski’nin “Sardalye konservesi açmak bir sanattır, stildir” demesi boşuna değil.

Marx ve arkadaşları mahallede

“Yerli malı, yurdun malı / Herkes onu kullanmalı” sloganıyla büyüyen, kreasyonlarını Sümerbank’tan yaratan, ilk “Hot Dog”u Et ve Balık Kurumu sosisleriyle deneyen kurumsal bir kuşağın utancıyla aniden öğrendik ki meğer “cola” emperyalizmmiş. Hele o “teneke cola”lar…

Bencillik sanatın başına belâ!

Mektepli yılların her anlamıyla “tek (biricik) ceket”leri, her gün giyile giyile parlamış kumaşı, omzu çökük vatkası, heybe gibi sarkmış cepleriyle, ceketten çok melâmet hırkasını, servetini, asaletini çoktan yitirmiş Hulusi Kentmen robdöşambrını andırırdı.

Sosyal barışta gazozun yeri

O kadar oyun karakteri bolluğunda, “Mehmetçikçilik” oynanmazdı nedense. Saygımızdan, hâlihazırda zaten Mehmetçik olduğumuzdan mıydı yoksa kimsenin o oyunda “düşman” rolünü kabullenmemesinden miydi bilemiyorum. Belki onu kürsüde büyükler oynadığı içindir.

Hayata kapak olan milatlar

“Gazoz olma efsane ol” reklamı bir yana, gazozun gerçekten “efsane” olduğu dönemdi o yıllar. Batı’ya omuz atmamızın tarihinde, İngiltere Kraliçesine geleneksel çay saatinde fincanda gazoz içirdiğimiz reklamın yeri ayrıdır. O gazlı özgüvendir ki, Formula 1 İstanbul’da geleneksel şampanya yerine gazoz patlattırır.

Madem öyle, “Okay then”

İnsanı “tanrı”ya en çok yaklaştıran sanat dalı sinema. Tamam, roman da karakter “yaratır”. Ama sinema o karakterlere et-kemik-mimik-replik de kazandırıyor. Filmin kötü kahramanlarını canlandıran oyuncuları “canlı canlı” sokakta görenlerin dövmeye, sövmeye yeltenmesi boşuna değil!

Uyanır bakarsınız ki mavi

En iyi uçurtmayı o yapıyormuş mahallede. Belki “uçurtmaların rüzgârın gücüyle değil, rüzgâra karşı koyduğu için uçtuğunu” iyi bildiğinden. Gökyüzüne, Dalgacı Mahmut’un her sabah kalkıp yeniden boyadığı o maviye ulaşmak için çırpınan uçurtmalar…

Şarkılarımız bizden vefalı

On binlerce Şililinin hep birlikte söylediği o senfonik marşı görünce… O yılların, o şarkıların güftesi bana hayli uzak gelse de nağmesinin, tüyleri diken eden melodisinin yakınımda, içimde bir yerlerde olduğunu yine fark ettim. Ya basta yani; yeter gari, yetti artık!

Şarap gibi adam

“Hepsi kül /Bir bir anımsadığım şimdi /Hepsi kül olmuş”… Külleri ne olacak, nereye koyulacak acaba? Nazım Hikmet’in “Ben senden önce ölmek isterim” şiirindeki gibi bir kavanoza, vazoya mı? Eşi ölünce onun da külleri aynı kavanoza mı gelecek; “orada beraber yaşarız, külümün içinde külün”…

Yemin et?

“Yalanım varsa, şu ışığa kör bakayım” derdi, abajuru göstererek. Yahut “O ocak gibi sönüp sönüp yanayım”, “Şu pirinç gibi dert dökeyim”. Elindeki bardağı sallayarak, “Bu çay gibi kanım aksın”... Yeminleri şu ışığa, bu çaya, o pirince değdiği an elle tutulur bir nitelik kazanıyordu sanki.

Aşk tesadüfen…

Aşk dünyasının “adlandırdığı gibi” olmasından haz ediyor. Padişahı, feriştahı gelse, hayâli o. Sultanı desen… Belki yalnız anlarında “Memoşum benim” diye seviyor yüce padişahını. Padişah kapıcıbaşına sesleniyor, hârici seferini sonraki güne erteliyor.

Seni gidi zalim mizah

Poker de, hayat da, ölüm de elleri eşit dağıtmıyor. Üstüne bir de kör talih, zalim felek… Azrail can alırken insanın kulağına bir şeyler fısıldar mı bilemiyorum ama bu filmdeki her hikâyede saklandığı yerden çıkıp “Ce-eee” dediğini söyleyebilirim.

Ateşi seyreden kadın

Bütün istediği “sonsuza dek heykel yapmak...” Ama heykel, hatta resim yapması bile yasak. İnsansız, heykelsiz, 30 yıl... Mektubunda çığlık atıyor çifte yoksunluğu: “Bir insan dokunma duygusunu yitirdiğinde ölüyor biliyor musun? Yerine konulamayacak tek duygu bu: Dokunma…”

Bedzebanın cehennemi

Sözlükte eşkâli belirli: “Pis, ‘kötü’ sözler söyleyen, insanları o pis ağzıyla hicveden, edepsiz, sayıp sövücü, karalayıcı, nefretle, lanetle söylenen, gevşek ağızlı, boşboğaz, ahlaksız, terbiyesiz…” Cehennemin bekçisi zebânînin elindeki listeden okuyorum sanki.

Harikalar Diyarı

Her şey yalan, kurgu olabilir, hatta “hayat” kendini algoritmalar üzerinden var eden sanal bir dünyada geçebilir. Ama tekdüze, bıkkın hayatında o ana kadar geçmeyen zaman, o ekranda kuş olup geçiyor. Hem artık sabırsızlıkla beklediği bir şey de var…

Gözleri Elsa’nın…

Günlüğünde, “Herkes beni sevsin, tüm erkekler bana hayran olsun istiyorum” cümlesi vardı. Beyaz At romanının uçarı kahramanı Michelle’e de özlediği o şarkıyı söyletmişti: “Bir tek sokak vardır bütün şehirde /Bütün şehirde bir tek ev vardır /Ve bir tek kadın bütün Paris’te”...

Yazık kara kuğuya

Gözden saklı, bir zamanların deyişiyle daha “intim” bir parktır. Sözlü tarihe bakıldığında “öğrenci aşklar”ın mekânı… “Hangi aşk öğrenci değildir ki?” derseniz haklısınız. Bir dönem güllerle, sarmaşıklarla örülü “loca”larıyla öğrencilerin yanında, yetişkin gizli buluşmaların da yeridir.