Halil Berktay

Acımasız olmasa absürd, korkunç olmasa komik kaçacak

Tabii Türkiye’den değil Çin’den söz ediyorum. Fakat geçenlerde gene Çin’den yola çıkıp Türkiye’nin kültür sahnesine geçerek yazdıklarımın üzerine de cuk oturuyor. Tersten bakarsak, Sezen Aksu’nun şarkılarına asıl ne yapılması gerektiğine beklenmedik bir ışık tutuyor.

Yeni ve benzersiz

Büyük dâvâlar, büyük ideolojiler, büyük anlatılar. Marksizmin serüveni ve İslâmcılığın serüveni. Önce muhalefet. Kendine demokratlık. Sonra iktidar. Kurtuluş ve özgürlük iddiasının zıddına dönüşmesi. Son birkaç yıldır hep bu süreç ve yapıları düşünüyor, evirip çeviriyorum. “Dil koparma”ya ilgim de tamamen bu çerçevede. Günlük, vülger polemiklerde yokum. Komparatif bir tarihçi olarak beni sadece, konuya ilişkin literatüre katkı düzeyi ilgilendiriyor.

Türkiye ve Çin: ezik milliyetçiliklerin, kültürel çoraklaşmaya dönüşmesi

Size bir haber vereyim. Meğer Çinliler (ya da çoğu Çinli), çekik veya “küçük” veya “dar” gözlü değilmiş. Hele Çinli kadınların çekik gözlü fotoğraflarını çekip sosyal medyaya koymak, Batı emperyalizminin estetik hegemonyasına boyun eğmekmiş. Dolayısıyla çekik gözlü ve çekik gözlülüklerini gösteren Çinli kadınlar da ideolojik bakımdan suçluymuş. Çin’in aşağılanmasına hizmet ediyorlarmış. Fakat pek iyi anlayamadım. Yoksa Çin açısından yerli ve millî olan, küçük ve çekik değil büyük ve yuvarlak gözlü (yani beyaz Avrupalı veya Amerikalı gibi) görünmek miymiş?

Pagan değil, çoktanrılı (niçin önemli?)

Ötekileştirici deyimleri, tabii öncelikle kamusal alanda, ama hele bilim dilinde hiç kullanmamak durumundayız. Kasten yapanlar da var, bilinçsizce de. Geçenlerde Alper Görmüş, Ümit Özdağ’ın kerameti kendinden menkul bir saldırganlık örneğinden hareketle, “onlar” ile “bunlar” arasındaki farka dikkat çekti. Yakın zamanda Serbestiyet’te, çok daha yumuşak, ama gene de yanlış bir örneğine rastladım. Çok yaygın; o kadar ki, bir zamanlar İngilizcede insan karşılığı “man,” insanlık karşılığı “mankind” dememizi andırıyor, sözcüklere yüklenmiş toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri hakkında hiç durup düşünmeden.

Doğru yerde, doğru “Hayır”

Ne için? Sırf negativizmden değil. Hayır demiş olmak için değil. İslamofobiden değil. “Tek yol devrim”cilikten de değil. Tersine. İktidardan vazgeçebilmek için. “Ama işte o Hayır / (…) sonraki bütün hayatını aşağı çeker.”

Satraplığa sırtını dönememek

Kavafis’te tarih. Pers İmparatorluğu. İktidar. Muktedirler. Dışında kalan ve kalmayanlar. Kendilerine bahşedilen dünya nimetlerini geri çeviren ve çevirmeyenler. Tırmandıkça hiçleşen, kendilerine yabancılaşan, hayatı anlamsızlaşan, boşluk içine düşenler.

“Küçük Asya’da Bir Kasaba”

İktidar ne tuhaf. Politika ne tuhaf. Bazı örüntüleri hiç değişmiyor iki bin küsur yıldır. Bir gün o kazanıyor, ertesi gün diğeri. Nutuklar buna göre yazılmalı. Test usulü sınavda “boşlukları doldurun” soruları gibi. Yanar döner. Büyükler savaşırken, küçüklerin, bürokratların, apparatçik’lerin, yerel makamların, vali ve kaymakamların her olasılığa hazır olması gerekli.

Anlamıyorum

Hakikaten anlamıyorum artık. Yürürlükteki ekonomi politikasını anlamamayı geçtim. Savunulma biçim ve çabalarını anlamıyorum. Kâh orada, kâh burada söylenenler arasındaki farkı anlamıyorum. Çelişki ve tutarsızlığın bu kadarını anlamıyorum. Sıradan hayatların bu kadar üzerinden uçmayı anlamıyorum.

Hindi üzerinden, AKP’nin ulusalcılaşma öyküsü

İlk öneri komikti. 13 yıl önce zuhur ettiğinde, çok gülmüş ve hayli dalga geçen bir yazı yazmıştım. Bu da 1930’ların Türk Tarih Tezi veya başka amatörce cehalet örnekleri gibi, zamanla unutulur demiştim. Öyle olmadı. Başka devlet dairelerine bakmadım. Ama müthiş ironi şurada ki, en azından, adı gereği kültürlü olmasını bekleyebileceğimiz Kültür Bakanlığı, dönmüş dolaşmış, İngilizce metin ve afişlerinde “Turkey” yerine “Türkiye” formülünü benimsemiş. Niçin? Herhalde onlar da “Turkey” sözcüğünün hindiden türediğine, dolayısıyla bir kuşun adıyla anılmanın ülkemizi küçülttüğüne inanmak noktasına geldikleri için.

De Gaulle ve Massu, kahramanlığın iki yüzü, devletin karanlık işleri

“Fransız ve Türk işkencecileri”ni yazacaktım. Ama evveliyatına daldım, 1950’leri bugünün ışığında düşünürken. Daha önce görmediğim benzerlik veya farkları görmeye başladım. İlginç bir an, imparatorlukların (veya Tek Parti yönetimlerinin, veya ezilen bir milletin yok sayılması üzerine kurulu “tek ulus, tek devlet” düzenlerinin) çözülmeye başlaması. Bir yanda vahşet var, diğer yanda açılım arayışları. Buna karşı ölümüne direnen “die-hardist” iflâh olmazlar. Sömürgeci yerleşimcileri örgütlemeye ve durdurmaya çalışanlar. Darbeciler, darbecileri tasfiye edenler, sonra darbecilere muhtaç olanlar. Övünenler ve pişman olanlar, işkencecilikten.

Anılar

Tarih ve bellek (hafıza). Kısmen örtüşebilir, ama aynı şey değil. Hatırladıklarımız giderek uzaklaşıyor, gerilerde kalıyor. Bir yerden sonra yerini tarihe bırakıyor. Bu, kitaplardan, kaynaklardan çalışılarak öğrenilmesi anlamına geliyor. İşkence de böyle. Soğuk Savaşın her iki tarafında, büyük bir “işkence çağı” yaşandı 1950’lerden 1980’lere. Batıda, Cezayir Savaşı’ndan başlayarak Fransız ordusu tarafından geliştirildi ve oradan, özellikle Latin Amerika’daki askerî diktatörlüklere sıçradı.

Dehşet nasıl gizlenir? Bir işkencecinin yalan ve kaçamakları

Yukarıdaki resme bir bakın. Pontecorvo’nun “Cezayir Savaşı” filminden bir sahne. Bir işkence odası. Yakalayıp getirdikleri FLN zanlısı bileklerinden tavana asılmış. Üstelik, kolları yatay bir iple de birbirinden iyice ayrılmış. Vücudunun bütün ağırlığı bileklerine, dirseklerine ve koltuk altlarına biniyor. Sırf bu kadarının etkisi tasavvur edilir gibi değil. Vahşet. Ortaçağın ve Engizisyonun ip işkencesi. Strappado. Günümüzdeki türevi Filistin askısı.

Solun şiddeti, devletin şiddeti

Solun küçük şiddeti, devletin büyük şiddeti. Solun küçük şiddet fetişizmi; devletin büyük ve gerçek, zalim, ezici ve kahredici şiddeti. Fark ne olursa olsun. Günlerdir düşünüyorum, 12 Mart ve 12 Eylül işkencecilerinin önünü açan, işlerini kolaylaştıran, kendilerini kahraman gibi görmelerini sağlayan hayalleri, ortamı, koşul ve süreçleri.

Türkiye’yi izlerken ateş söndü, mağarayı büsbütün karanlık kapladı

Bize ne oldu böyle? Bazı şeyler yapılamazdı. Yapılamaz kabul edilirdi. Veya, yapılmış da olsa söylenemez, savunulamazdı. İnkârdan gelinirdi. Çıkıp alenen böbürlenmek kimsenin aklından geçmezdi. Şimdi ise hiç bir duygusal ve düşünsel sınır kalmamış gibi. Herkesin ar damarı mı çatladı? Yoksa olaylar o kadar ses duvarını aştı da tepki rezervlerimiz mi kalmadı? O yüzden mi diyecek bir şey bulamıyoruz?

YAE (5) Tarihten bir yaprak: Frankfurt Parlamentosu bugün nasıl yorumlanmalı?

Henüz araya on büyükelçi sorunu girmemiş; ABD ve diğerlerinin ‘biz zaten Viyana Sözleşmesi’nin 41. maddesine uyuyoruz’ yollu açıklaması ‘bak geri çekildiler’ diye Türkiye’nin kendi geri çekilmesine vesile yapılmamıştı. Marksist teoride, hele ilk başlarda ittifaklar sorununa pek yer olmamasına karşın, hem de 1848 yılının çalkantıları içinde Marx’ın ayağının nasıl yere bastığını ve kısmî, aşamalı, reformcu denebilecek adımları içine sindirdiğini yazmıştım.

YAE düşmanlığı (4) Marx’tan demokrasi ve reform dersleri (hem de 1848 yılında)

1848’de monarşi ve aristokrasiyi devirmenin, 2000’li yılların başlarındaki karşılığı askerî-bürokratik vesayet rejiminden kurtulmaktı. Liberal burjuvaziyle koalisyon aramanın karşılığı, AK Parti’nin bütün demokratik adımlarını desteklemek. Almanya’nın Birliği tasavvuruna sırt çevirmemenin karşılığı da 2010’deki anayasa değişikliği önerilerini omuzlamak. O zaman, 19. yüzyıl ortalarının Weitling, Herwegh ve Gottschalk’larının zihniyetini, 2010’da ve bugün, hangi kafa temsil ediyor acaba?

Bu adımın rasyonalitesi, Batıdan tümüyle kopmak mı acaba?

Ülkeler birbirlerinin diplomatlarını, hele büyükelçilerini, kolay kolay sınırdışı etmez. Çok vahim bir işlemdir, büyükelçi sınırdışı etmek. Düşmanlar arasında bile. Daha çok casusluk, sabotaj, suikast gibi nedenlere dayandırılır. Bütün Soğuk Savaş dönemi boyunca, 1952’de George Kennan Sovyetlerin sırf ideolojik gerekçelerle “persona non grata” ilân ve sınırdışı ettiği tek ABD büyükelçisi oldu.

YAE düşmanlığı (3) Bogomillerden Katharlara ve süper-solculara, ermişlik arayışı

Gelelim, politik sektarizm sorununa. Demokrasi niçin ürkütücü? Belki sadece kendi (sosyalist, komünist) partisinin bağımsız adaylarıyla seçimlere katılmak dışında, olağan parlamenter siyasette yer almak neden bu kadar korkutuyor bazı solcuları? Herhangi bir ittifaka girmek; resmen şu veya bu koalisyon içinde yer almasalar bile bazı reformlara dışarıdan destek vermek, neden en büyük günah kabul ediliyor?

YAE düşmanlığı (2) Entellektüel sektarizm ve dejenerasyon

Marksizm (veya solculuk) onlar için sadece insanların kafalarında kırılacak bir sopa. Artık hiçbir tutarlılığı kalmamış, paramparça bir zihinsel çöplükte yaşıyor; çıkışsız, umarsız bir hınca sarınıp, hâlâ en ufak bir umut, bir olumluluk, bir parça enerji taşıyan ne varsa kendileriyle aynı çukura çekmeye çabalıyorlar. (Halil, imdi bu sözü eğri büğrü söyleme. Bütün bunları nereden biliyorsun? Kendimden biliyorum.)

YAE düşmanlığı (1) Kof kibir, marazî şımarıklık

2010 anayasa referandumunda, ilk olarak küçük bir sol partinin önerdiği, giderek yaygınlaşan, demokrat aydınların da önemli ölçüde katıldığı “Yetmez Ama Evet” sloganı ve duruşuna, solun başka bazı kesimlerinin bitmek bilmez öfkesi ve intikam arayışını, somut bir tahlilin, o yılların siyasî konjonktüründe neyin doğru, neyin yanlış olduğunu tekrar tekrar anlatmaya çalışmanın ötesinde, Marksizm ve sosyalizm tarihine ilişkin daha geniş bir çerçeveye oturtmak gerekiyor.

Bu diğer salaklar ise hâlâ “hakikati” arıyor, “yalanı” cezalandırıyor

Hukukmuş! Adaletmiş! Yok canım. ABD elbette özgürlükler bakımından bizden çok ama çok geri. Bir bakıma, bunu söylemeye gerek dahi yok artık. Bunu görmek için, düşünce ve ifade hakkını nasıl sınırladıklarına bakmak yeterli.

Bu İngilizler çıldırmış olmalı

Eyy bir zamanların “Büyük” Britanyası! Dön de bir bak, acınacak haline. Demokrasi, hukuk devleti, kadınların eşitliği, güvenlik örgütünün şeffaflığı gibi sapık fikirler, seni nereden nereye getirdi! Bize de ibret olmalı.

Çatlasınlar kıskançlıktan!

7 milyonu da aştık ve dünyada 6. sıradayız. Dünyanın en güçlü, en kalabalık nüfuslu ülkeleriyle yarışıyoruz. Türke mahsus bir tevazuyla susarken, aslında lider ülke olma yolunda devâsâ başarılara imza atıyoruz. Yeni ve âdil bir dünya düzeninde yerimizi şimdiden, bileğimizin hakkıyla alıyoruz.

Ek notlar (3) Çok-eşlilik doğal ve kaçınılmaz mı?

AY rümuzlu okuyucumun soru veya itirazî yorumlarının şöyle bir meziyeti var: çok cesur. İster kendi tahminlerine, ister doğrudan gözlemlerine dayansın, aşırı genelleme problemleri bir yana, gayet keskin ve köşeli biçimde koyuyor meseleleri. Argümanı limitine kadar götürüyor. Kaçacak yer bırakmıyor.

Ek notlar (2) Anal seks şart mı? “Paiderastia” töresi uydurma mı?

Geçmiş eşcinsellik kültürlerine ilişkin bazı okuyucu sorularına cevap vermeyi sürdürüyorum. Bazıları seksoloji alanına giriyor veya taşıyor. Oralara pek gitmek istemiyorum. Benim birinci kıstasım, tarih, tarih metodolojisi ve “tarihsel düşünme” açısından anlamlı olmaları. İkincisi, tartışmanın böyle “riskli” konuların nasıl bir özgürlük ortamında ve hangi ciddiyet ölçüleri içinde konuşulabileceğine biraz olsun ışık tutması.

Ek notlar (1) Geçmişte “doğru” bir eşcinsellik var mı?

Osmanlı’da, Eski Yunan’da ve geleneksel Japon toplumunda, kadınların kamusal mekândan dışlanmasıyla elele giden erkek eşcinselliği kültürleri hakkında yazdıklarım, çeşitli okuyucu mektuplarını tetikledi. Hepsine ayrı ayrı cevap yazdım. Asıl konu, yani tarih ve metodoloji açısından önemli gördüğüm birkaç tanesini, isimlerini saklı tutmak kaydıyla buraya da alıyorum. Bir hafta boyunca yayınlayacağım.

Bir soruya cevap (4) Japon samurai sınıfında ve Budist manastırlarında oğlancılık

Neredeyim? “Dış” korkusunu yazıyordum, çeşitli açılardan. Önemli, çünkü otoriter rejimler ve eğilimler tarafından çok kullanılıyor. Dünya, insanlık, başka ülkeler, uluslararası kamuoyu… sürekli umacı gösteriliyor, bir tür kültürel ve zihinsel, politik ve psikolojik izolasyon uğruna. Bu da, sürekli ergen, korkulu, güvensiz tutulmak istenen bir toplumun, “iç” uygulamaları sorgulamaksızın kabullenmesinin zemini haline getiriliyor. “Dünyada yerini düşmanlıkla alacaksın!” Öyle mi? Bazen düşünüyorum, bunun zıddında, gerçekten özgüvenli ve dolayısıyla barışçı bir Türkiye’yi görebilecek miyim diye. Artık sanmıyor, ummuyorum.

Bir soruya cevap (3) Eski Yunan’da fahişelik ve oğlancılık

Gene Attika bölgesinden, siyah zemin üzerine kırmızı figürlü bir çömlek dekorasyonu. Solda yetişkin, sakallı bir erkek, bir “erastes” (sevici diyelim). Sağda genç bir oğlan, bir “eromenos” (Osmanlı karşılığı mahbûb olabilirdi). Livata yok; başka her şey var. Resmin sadece üst tarafını verebiliyorum. Daha aşağıda, Eski Yunan’ın “paiderastia” kültürüne özgü, duhulsüz bir eşcinsel ön-sevişme yaşanıyor.

Bir soruya cevap (2) Eski Yunan’da ev kadınları ve profesyonel eğlendirici “hetaerae”

Arkaik Çağda Atina’dan bir gündelik hayat sahnesi. Bir su testisini (hydra) süsleyen, kırmızı zemin üzerine siyah figürlü bir resim. İÖ 530 dolaylarına tarihleniyor. Vücut hatlarını görece gizleyen, ağır, uzun ve bol giysileri içinde kadınlar, çeşmeden evlerine su taşıyor. Bu, ev dışına çıkabildikleri son derece nadir anlardan birini simgeliyor.

Bir soruya cevap: Mekânsal ayrışmanın eşcinselliğe etkisi (1) Dil, yöntem, yaklaşım sorunu

Yaşlanan bir tarihçi, bir öğretim üyesi için en büyük mutluluk ne olabilir? Yazdıkları üzerinden, öğrencilerinden akıllı, titiz, dikkatle düşünülmüş, ölçülüp biçilmiş sorularla karşılaşmak.