Yaşar Sökmensüer
Yine mi güzeliz…
Önce Madam Despina kalktı, o muşamba örtülü masalardan. Meyhanesinin saz heyetinin çaldığı sevdiği şarkılarla toprağa verdiler. Sonra bizi her dinlediğimizde “yine güzel, yine çiçek yapan” şarkının sözlerini yazan Meral Okay gitti. Üç yıl sonra da onlar gibi biraz efevâri, bıçkın duruşu, farklı stiliyle Müzeyyen Senar ayrıldı masadan. Muşamba örtülü masalar efsanelerde kaldı.
Güzellik mi, çirkinlik mi…
Öncelikle düşmanlarımız bizden farklıdır; bize, değerlerimize, adetlerimize, düşüncelerimize “yabancı”dır, “öteki”dir. Bunu en veciz, en kolay ve yaygın biçimiyle “kanıtlamak/anlatmak” gerek. Umberto Eco bunun sık rastlanılan yolunun da bizi doğrudan tehdit eden farklı insanları aramak yerine, farklı olmalarının tehditkâr olduğunu anlatan hikâyeler kurmak olduğunu vurguluyor. Farklıysan düşmansın, bu kadar basit.
Yazık, insanı hafızası ile savaştıran ülkelere
Siyahi bir insan, o dönemlerin genellemesiyle bir “arap” görenler kolunu çimdiklermiş. Ve kulağını çekip tahtaya vururken çıkarılan “muck” türünden bir nidayı üçleyerek “13.5” derlermiş. Yani tahtaya vurarak “belâ”yı başından def etmek, gördüğüne inanamayıp kolunu çimdikleyerek, “Benden uzak olsun” demek gibi herhal… O uğursuz sayının, uğursuzluğun buçuğu da belki.
“Yabancı olduk şimdi, yazık birbirimize…”
Mahkûm edilmiş yalnızlık en zalimi… Onaylanmış, her gün yeniden üretilen “Yüzyıllık Yalnızlık”. Sistemli, endemik bir yalnızlaştırma. En beteri… Bu ülkedeki her türden ötekileştirme çarpanıyla yalnızlık, bazı insanlar için iki kat, üç kat, dört kat çünkü. Milliyetiyle, inancıyla, düşüncesiyle, duruşuyla, varlığıyla, hatta adı-sanı, kafa kâğıdıyla… Yalnızlık.
Ev hayatının değişen vitrinleri
Tarihte balkonlar, şehirlerde kazandığı statüsüyle bir sahne de aynı zamanda. O “sahne”deki farklı “an”ları, dönemleri resmeden ünlü ressamların asırlık tabloları da tarihi belge niteliği kazanıyor. Evin mahremiyetini iç-dış mimariye oturtan “muhafazakâr hayat” da balkonu dışlamıyor, ayar yapıyor sadece. Evlerde mahremiyeti kıran balkon, o örnekte mahremiyeti tamamlayan bir işlev kazanıyor: Seyirlik değil serinlik balkonlar…
Balkonsuz…
Bir zamanlar evlerin balkonları, “hayat”a çıkma teklifi yapardı. “Gel otur, gel bi bak” derdi insana… Cürmüne göre yemek odası olurdu ahalisine, mevsimine göre oturma odası, sıcak yaz gecelerinde bir şilte… Akşamcının rakı sofrasıydı kimi evlerde. Üstünde kravatı-gömleği, altında pijamasıyla Mahir Amca elinde kadeh balkona çıktığında, saatini ayarlardın.
“Derin uyku”dan zaman yolculuğuna
Komadan uyandıktan sonra, haberleri, televizyonlardaki yorumcuları izlediğinde yerli-yersiz durmadan gülüyor. Gerçeği mizah, mizahı gerçek sanıyor. Ailesi kahkaha krizlerden endişelenip doktoruna götürüyor hemen. Ama doktoru, “O sendrom hepimizde oluştu, merak etmeyin” diyor ve her şeye gülen Ankaralı Terry Wallis’e ekran terapisi öneriyor: “TV haberleri yerine “Zaytung”u takip et…”
Filler minnacıktı, parmağım kadardı…
Hayvanat Bahçesi’de çekilen mutlu aile fotoğrafların istisnası, en hüzünlüsü Sevgi Soysal’dan… Soysal kanser olduğunu gecikerek öğrenince mırıldanıyor: “Benim annem 37 yaşında kanserden öldü, ben de 40’ıma gelmeden öleceğim… Çocuklarım küçücük, ne yapmalıyım ki beni hatırlasınlar?” “Çocuklar Hayvanat Bahçesi’ni çok severler” diyerek filin yanında fotoğraf çektiriyor. Çocuklar koskoca bir filin yanında duran annelerini hiç unutmaz değil mi? Arkadaşlarına derler ki, “Filin yanındaki benim annem”.
Fıskiyenin altında izdivaç
Dönem efsanesi Müctebâ Bey’in Gençlik Parkı’ndaki nikâh töreninde yaptığı konuşma, “Evlilik Hitâbesi” kalibresinde geçiyor tarihe. Lâkin evliliğin ataerkil şablonlarını hafifçe yuvarlayan “modernleşme törpüsü” keskin değil. Kadını “evin reisi”nin dizinin dibine, “muavin” taburesine, olmadı “yeminli müşavirliğe” zarifçe oturtan otoritesi, onun “büyüleyici” sesi, teatral diksiyonuyla kulağa hoş geliyor.
Kuğular da ağlar, parklar da ölür
Kuğu yârinin hasretine dayanamıyor, karlı bir kış günü o “S” boynunu iyice ileri uzatarak Meclis’in üstünden Opera Meydanı’na doğru uçuyor… Uçuşan karda zor seçilen beyaz kanatları, bir hasret türküsünün tablosu gibi. Fellini’nin “Amarcord” filminde kasabaya tarihinde ilk kez lapa lapa yağan karın altında havuz başına konan Tavus Kuşu’na nazire, konuyor Gençlik Parkı’na.
Tarzın merkezine seyahat
Müslüm Gürses ev halısı serilen sahneye, ayakkabı-kravat-mendil, hatta yakasındaki karanfili dâhil bembeyaz takımıyla çıkıyor. Bir tek çorabı uçuk pembe... Muhterem Abla beyaz çorabı renklilerle yıkamış anlaşılan. Kıyafeti, nikâhsız-düğünsüz “evliliği”nde giyemediği damatlık belki. Hani her konserini gençliğinde parasızlıktan alamadığı bembeyaz damatlığıyla, yapamadığı vur patlasın-çal oynasın düğüne çeviren Goran Biregovic misali.
“Kadınlar Matinesi”nden “Damsız Girilmez”e
“Aileye Mahsustur” tabelaları, diskoteklerde “Damsız Girilmez”e dönüşüyor. Zira ailenin muhtevasında bir kadının olması şart. Lâkin ailenin inşası/binası öyle bir “dam”la olmuyor. Aile deyince, “dam”ına filan değil önce her kavram gibi neyin üzerinde durduğuna bakmak lâzım. Ki medenî tarihimizin ve onun izdivaçla vücut bulan “medenî hâl” manifestosunun hatırlattığı gibi “Erkek evin, ailenin direği”...
Türkünün PopStar’ından “Bayan Yoh yoh”a
Pop ve Rock’ı saran Anadolu fırtınası, “Konservatuvar ekolü”nün de deneme uçuşu yaptığı bir alan. Ancak korolarla, aryalarla Klasik Batı Müziği formundaki uyarlamaların bazıları, “Yeter gari…” dedirtecek türkü kamuoyuna. O tarza gönülden uzak duranlar, Çetin Alp’in Eurovision’a katıldığı “Opera” şarkısı “0” puanla sonuncu olduğunda, rahat rahat içini dökme fırsatı da bulacak.
“Çıt Çıt Çedene”den “Çıt Çıt Twist”e
“Aman Adanalı aranjmanı”na, “Hey Güllü” yahut nakaratından mülhem “Hele Hele Twist” diyelim mesela. Kalkın deneyin, o her şeye elverişli ritme twist figürleri de aynen uyuyor. Hele hele, zafer işareti yapan parmaklarınızı gözlerinizden yatay geçirme figürünü layıkıyla, işveli işveli, gerdan kırarak yaparsanız, oyun havasının şablonunu değiştirirsiniz “yeminlen”.
Bak bir varmış bir yokmuş eski günlerde
Viyana kapılarından döneli asırlar oldu ama… “Türkleştirme”, olmadı öz be öz bir refleksle “Türkçeleştirme” merakımız bâki. Lâkin tarihimizde “aranjman”ın yeri ayrı. Bir zamanlar aranjman, millîleştirme sevdalı bünyemizin tam da ihtiyaç duyduğu bir ithalat kalemi. Popüler yabancı şarkılar Türkçe sözlerle tedavüle girip, “Susanna” filan “Ah Fatma” aranjesiyle dizimizin dibine oturunca, bünyeye daha iyi geliyor tabii. Duygu tercümeyle olmuyor, iyice evirip çevirince hissediyorsun.
Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına
Hayatı yol(da) olan şoförün “şiir”den, “edebiyat”tan medet uman, “dizelenmiş, kafiyeli, veciz” kendi söylemi, tabiri caizse bir yol felsefesi, kültürü var. Müziği, melodisi, bütün bunlarla kendini “ifade tarzı”, “anlatma ihtiyacı” var aynı zamanda. Hayatını o sözlerle kıymetlendiriyor, kitâbesini öyle yazıyor. Ne diyor kamyonun arkasında, “Bu benim şarkım”.
Onun arabası var…
“Bayan sürücü” olabilemezdi elinin Pertev’iyle… O bir “küçük hanımefendi” idi, otomobili varsa haspanın delikanlı bir şoförü (Küçük Hanımın Şoförü) olmalıydı. Ola ki direksiyona geçerse, kamuoyu nabzını elinde tutan Yeşilçam Nizamnamesi’ne göre, ya “Erkek Fatma”ydı ya da elinde tespihi, kasketi, yeleği, pantolonuyla ondan da delikanlı “Şoför Nebahat”.
Küçük arabada büyük savaş
60’lı yıllarda birçok ailenin hayatına yerleşen “klasik piknik sefası”, arabayla menzil, ayrıcalık kazandı. Ankara’da o yıllarda rahatça bulduğu her ağacın altına çöken, evinin arkasında uzayıp giden çayırlara kilimini seren aileler motorize olunca, “piknik” dereli-göllü, çamlı-ormanlı, kaynaklı-çeşmeli diyarlara açıldı. Piknik kumanyaları türlü levâzımatıyla o sayede “piknik kumpanyası”na dönüştü.
Kadın çorabının esnek tarihi
O yıllarda hepi topu altı (6) sayfa basılan 9 Temmuz 1961 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin manşeti memleketi sarsıyor: “Cüretkâr bir gangster bir bankayı soydu”. Bir süre sonra gazete bürosuna gelen “The Gangbuster of İstanbul” imzalı mektupla, karayağız soyguncunun “cüretkâr olduğu kadar küstah” olduğu da anlaşılacak. Soygunlarını Ankara’dan çaldığı “12 Şevrole”yle yaptığı da…
Bildik emperyalizmin ana vasıtası
Türkiye’ye “tekerlekli itibar” Amerikan arabalarıyla gelmiştir. Bugün de seyreylediğimiz gibi altı kaval üstü şeşhane “itibar”, devletlûnun da, kulunun da nafile ihtirası, cürmünce imparatorluk, “Âlem buysa kral benim” nostaljisidir. Yüzyılları düşe-kalka yaşayan, bazen emekleyen ülkelerde “Ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider çeşmeye” meseli, her çağda muteberdir zira.
Otomobil uçar gider…
Arabaların, minibüslerin, kamyonların arkasında sık gördüğüm “Babam Sağolsun”, bana hâlâ o(nunla) günleri, mutlu ama yokluğunda hüzünlü hatıralarıyla yaşatır. “Babam Sağolsun”un en ilgincine ise geçen gün Etlik’te rastladım. Ankara plakalı bir Volkswagen Caddy’nin arkasında İtalyanca: “Grazie Mio Padre”… Ülkesi yoktu herhalde baba sevgisinin.
Sardunyanın anlattıkları
Giriş katında oturup yalnızlığına, kaderine, sıla hasretine gergef işleyen kadınlar belirdi pencerelerde… O nakışlarda hapsolan ömürler, penceresi hep örtülü hayaller vardı bir de. Bazısının sadece torununa masal gibi anlattığı… Oysa saçlarını pencerenin yanında, güneşte tarayarak kuruturdu eskiden genç kızlar, yoksa ben mi öyle hayal ettim.
Bana pencereni söyle…
Her anlamda ihmal ettik/ediyoruz pencereleri. Hayat sadece uyanınca “ara sıra bazı bazı” bakılan, çeyrek açılan kuşetli pencereleri gibi geçiyor önümüzden. O pencerelere bakıp, dışarıdaki hayata dalmaktan da ürküyoruz bazen. Orada, sadece o kompartımanda seferî, hep turist ihtiyarlamaktan da… Ulaşamıyoruz enerjisine, izafiyet formülüne pencere denkleminin: Bir zaman sonra, insan yaşadıklarından değil yaşayamadıklarından pişmanlık duyar.
Pencereden atla gel…
Kuzguncuk’ta giriş katında pencereleri denize boydan boya sarkan İsmet Baba’nın bulunduğu yalıcığı iyi bilirim. Yalının sahibesi anneannesine yatılı uğrayan has arkadaşım AyşeNur’u, sabahları Şehir Hatları Vapuru’nun kaptanı sarsa sarsa uyandırır. Vapur yalının dibindeki küçük iskeleye yanaştığında, kaptanın Köşkü’nden süzülen gözleriyle, onun üst katta yatağından doğrulan nazarı pencereden mahmur bakışır.
Pencere camın kara…
Pencerenin sözlükteki “açılan bir şey” esasına zımnen dayalı tarifi bile bozuldu. Açılan değil yatayı-dikeyiyle çeyrek, hatta iki parmak aralanan pencereler bir yana… Plaza protipli mekânlarda camları açıl(a)mayan akvaryumların yanaklarına benzedi. Hissettiğim kadarıyla; kavanozu eve benzetirsen de kıymetli, evi kavanoza benzetirsen de övgüye değer galiba küresel ısıtmalı çağdaş mimaride. Hele pencereleri lomboza çevirirsen, itibarda 20 Bin Fersah…
Sizin pencereniz kaç m(m)²
“Sonra pencereler bozuldu” diyorum, yazımın nağmesine, ritmine, nostaljisine güzel uyduğu için. Doğaya, havaya, insana, ‘dışa’ açılırdı pencere bir zamanlar. Eve mevsimi, sokaktaki hayatı önce o taşırdı... Manzarası kıpır kıpır olunca; dışında da, içinde de geniş pervazları olurdu eski pencerelerin. Pencere çiçeklerine, kedilere, dirseği nasırlı pencere insanlarına mahsus seyirlik pervazlar...
HAL 9000, yaz evladım…
Kaptan Nemo’nun romandaki tıpkı karakteriyle bir kıyı kasabasının zeki, bilge balıkçısı “Özgür Kaptan”, o kasabadan feci bunalan Madam Bovary’nin göçmen “Bayan Arya”, Fyodor Karamazov’un sonradan görme Ferdi Ağa, Goethe’nin Mephistopheles’inin ağayla işbirliği yaparak kasabaya gelen devletlû işadamı “Mâlik Bey” olduğu bir roman düşünün.
Başkasının yalancısı
Yalan evcilleşiyor böyle koşullarda, topraklarda. Evcilleştiriliyor… Petyalan oluyor, o “shop”larda envai çeşidini göreceğin… Yalanını beğen, al, sen de “ev”inde besle, büyüt, sonra sokakta dolaştır. İnsanlar hayatı, “gerçek”leri öyle hikâyelerden öğreniyor bazen. “Hikâyeden” öğreniyor. Başkasının yalancısı olmak işten değil, ayıptan da sayılmaz bu “sosyal” ortamda.
Sadece çığlık atacağımı düşünme
Hep aynı kelimelerini, ezberini yineleyenleri, her felaket karşısında sığındığı, üstüne çıktığı “istif”ini bu yangında bile bozmayanları pek göremiyorsun oralarda. Bağrında göremiyorsun. Onlar ekrandan, uzaktan, güvenli mesafeden yayınına, “oturumu”na, terânesine devam ediyor. “İstif”lemiş zira. “Fikri istif”ini de katarak, her anlamıyla…
Yersiz, yurtsuz…
“Gündüzleri ona ülkesinin manzaralarından mutluluk resimleri gibi parçalar gönderen bilinçaltının sinemacısı, geceleri aynı ülkeye tüyler ürpertici dönüşler organize ediyor. Gündüz, terk edilen ülkenin güzelliğiyle aydınlanıyor, geceyse oraya dönüşün dehşetiyle. Gündüz ona kaybettiği cenneti gösteriyor, geceyse kaçtığı cehennemi…”