Yaşar Sökmensüer
Küçük arabada büyük savaş
60’lı yıllarda birçok ailenin hayatına yerleşen “klasik piknik sefası”, arabayla menzil, ayrıcalık kazandı. Ankara’da o yıllarda rahatça bulduğu her ağacın altına çöken, evinin arkasında uzayıp giden çayırlara kilimini seren aileler motorize olunca, “piknik” dereli-göllü, çamlı-ormanlı, kaynaklı-çeşmeli diyarlara açıldı. Piknik kumanyaları türlü levâzımatıyla o sayede “piknik kumpanyası”na dönüştü.
Kadın çorabının esnek tarihi
O yıllarda hepi topu altı (6) sayfa basılan 9 Temmuz 1961 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin manşeti memleketi sarsıyor: “Cüretkâr bir gangster bir bankayı soydu”. Bir süre sonra gazete bürosuna gelen “The Gangbuster of İstanbul” imzalı mektupla, karayağız soyguncunun “cüretkâr olduğu kadar küstah” olduğu da anlaşılacak. Soygunlarını Ankara’dan çaldığı “12 Şevrole”yle yaptığı da…
Bildik emperyalizmin ana vasıtası
Türkiye’ye “tekerlekli itibar” Amerikan arabalarıyla gelmiştir. Bugün de seyreylediğimiz gibi altı kaval üstü şeşhane “itibar”, devletlûnun da, kulunun da nafile ihtirası, cürmünce imparatorluk, “Âlem buysa kral benim” nostaljisidir. Yüzyılları düşe-kalka yaşayan, bazen emekleyen ülkelerde “Ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider çeşmeye” meseli, her çağda muteberdir zira.
Otomobil uçar gider…
Arabaların, minibüslerin, kamyonların arkasında sık gördüğüm “Babam Sağolsun”, bana hâlâ o(nunla) günleri, mutlu ama yokluğunda hüzünlü hatıralarıyla yaşatır. “Babam Sağolsun”un en ilgincine ise geçen gün Etlik’te rastladım. Ankara plakalı bir Volkswagen Caddy’nin arkasında İtalyanca: “Grazie Mio Padre”… Ülkesi yoktu herhalde baba sevgisinin.
Sardunyanın anlattıkları
Giriş katında oturup yalnızlığına, kaderine, sıla hasretine gergef işleyen kadınlar belirdi pencerelerde… O nakışlarda hapsolan ömürler, penceresi hep örtülü hayaller vardı bir de. Bazısının sadece torununa masal gibi anlattığı… Oysa saçlarını pencerenin yanında, güneşte tarayarak kuruturdu eskiden genç kızlar, yoksa ben mi öyle hayal ettim.
Bana pencereni söyle…
Her anlamda ihmal ettik/ediyoruz pencereleri. Hayat sadece uyanınca “ara sıra bazı bazı” bakılan, çeyrek açılan kuşetli pencereleri gibi geçiyor önümüzden. O pencerelere bakıp, dışarıdaki hayata dalmaktan da ürküyoruz bazen. Orada, sadece o kompartımanda seferî, hep turist ihtiyarlamaktan da… Ulaşamıyoruz enerjisine, izafiyet formülüne pencere denkleminin: Bir zaman sonra, insan yaşadıklarından değil yaşayamadıklarından pişmanlık duyar.
Pencereden atla gel…
Kuzguncuk’ta giriş katında pencereleri denize boydan boya sarkan İsmet Baba’nın bulunduğu yalıcığı iyi bilirim. Yalının sahibesi anneannesine yatılı uğrayan has arkadaşım AyşeNur’u, sabahları Şehir Hatları Vapuru’nun kaptanı sarsa sarsa uyandırır. Vapur yalının dibindeki küçük iskeleye yanaştığında, kaptanın Köşkü’nden süzülen gözleriyle, onun üst katta yatağından doğrulan nazarı pencereden mahmur bakışır.
Pencere camın kara…
Pencerenin sözlükteki “açılan bir şey” esasına zımnen dayalı tarifi bile bozuldu. Açılan değil yatayı-dikeyiyle çeyrek, hatta iki parmak aralanan pencereler bir yana… Plaza protipli mekânlarda camları açıl(a)mayan akvaryumların yanaklarına benzedi. Hissettiğim kadarıyla; kavanozu eve benzetirsen de kıymetli, evi kavanoza benzetirsen de övgüye değer galiba küresel ısıtmalı çağdaş mimaride. Hele pencereleri lomboza çevirirsen, itibarda 20 Bin Fersah…
Sizin pencereniz kaç m(m)²
“Sonra pencereler bozuldu” diyorum, yazımın nağmesine, ritmine, nostaljisine güzel uyduğu için. Doğaya, havaya, insana, ‘dışa’ açılırdı pencere bir zamanlar. Eve mevsimi, sokaktaki hayatı önce o taşırdı... Manzarası kıpır kıpır olunca; dışında da, içinde de geniş pervazları olurdu eski pencerelerin. Pencere çiçeklerine, kedilere, dirseği nasırlı pencere insanlarına mahsus seyirlik pervazlar...
HAL 9000, yaz evladım…
Kaptan Nemo’nun romandaki tıpkı karakteriyle bir kıyı kasabasının zeki, bilge balıkçısı “Özgür Kaptan”, o kasabadan feci bunalan Madam Bovary’nin göçmen “Bayan Arya”, Fyodor Karamazov’un sonradan görme Ferdi Ağa, Goethe’nin Mephistopheles’inin ağayla işbirliği yaparak kasabaya gelen devletlû işadamı “Mâlik Bey” olduğu bir roman düşünün.
Başkasının yalancısı
Yalan evcilleşiyor böyle koşullarda, topraklarda. Evcilleştiriliyor… Petyalan oluyor, o “shop”larda envai çeşidini göreceğin… Yalanını beğen, al, sen de “ev”inde besle, büyüt, sonra sokakta dolaştır. İnsanlar hayatı, “gerçek”leri öyle hikâyelerden öğreniyor bazen. “Hikâyeden” öğreniyor. Başkasının yalancısı olmak işten değil, ayıptan da sayılmaz bu “sosyal” ortamda.
Sadece çığlık atacağımı düşünme
Hep aynı kelimelerini, ezberini yineleyenleri, her felaket karşısında sığındığı, üstüne çıktığı “istif”ini bu yangında bile bozmayanları pek göremiyorsun oralarda. Bağrında göremiyorsun. Onlar ekrandan, uzaktan, güvenli mesafeden yayınına, “oturumu”na, terânesine devam ediyor. “İstif”lemiş zira. “Fikri istif”ini de katarak, her anlamıyla…
Yersiz, yurtsuz…
“Gündüzleri ona ülkesinin manzaralarından mutluluk resimleri gibi parçalar gönderen bilinçaltının sinemacısı, geceleri aynı ülkeye tüyler ürpertici dönüşler organize ediyor. Gündüz, terk edilen ülkenin güzelliğiyle aydınlanıyor, geceyse oraya dönüşün dehşetiyle. Gündüz ona kaybettiği cenneti gösteriyor, geceyse kaçtığı cehennemi…”
Tokyolu Mireille Mathieu Usta
O dönemler henüz eşofman spor salonundan çıkıp, allanıp-pullanarak sokağa abiyelenmediği için pide kuyruğuna pijama altıyla katılan çocuklar, hatta yetişkinler de karışırdı. Pide 60’da siparişleri, kısacık boyu, siyah saçlarının rengi ve tıpa tıp kesimiyle de Mireille Mathieu’yu -varoşlardan- andıran, genç bir kız alırdı. Bazen çizgili “ağabey pijaması”yla geçiştirdiği pantolon üstü etek giyerdi...
Büyük İskender, küçük İskender
Fastfood’un bir mânâ olarak envâi çeşidiyle dile, hayata yerleşmediği, dünya mutfaklarının pek görülmediği, kebap çeşitlerinin, misal İskender’in bile henüz yaygınlaşmadığı, “evlere servis”in dolaşıma girmediği o ilk dönemde, dışarıda yahut dışarıdan neyi, ne kadar, hatta niye yiyeceksin? Esnaf lokantasında annene nispet “ev yemeği” mi?
Muhabbetin ölümü
Muhabbet Kuşu ticareti yaygın; ucuz da... Satılıyor oyuncak niyetine. Olmadı sal pencereden. Bir dönem seyyarda birkaç kuruşa satılan, mavi, fıstık yeşili, kırmızı, pembeye boyanmış civcivler misali. Bir kısmı fazla yaşamıyor zaten. Çocuklar ölümü o “oyuncak”larla öğreniyor. Küçük kuştan, pembe civcivden, yavru tavşandan…
Heykelde kabak tadı
Heykel, düşmanlığıyla da, “sevgisi”yle de skandal bu ülkede. O eski şarkıdaki gibi, “Varlığı bir dert, yokluğu yara” mı desem. Geleneksel, tarihsel, dinsel olarak “heykel”le kavga eden, ötesi plastik sanatları sahiden plastik (polyester, fiberglass) sanan bir zihniyetle karşı karşıyayız. İktidar heykeli sanatçının değil, kendi “kaide”sinde yükseldiği zaman “hoş görüyor”.
“Yakın ada, uzak ada” (¹)
“Anneannem haç çıkararak namaz kılardı. Ki tehcir görmüştü... Duaları, bizim ‘Hayr Mer’e karıştırarak okurdu. İhlas Süresi’ni kendince, yarım yamalak okurken, ‘Peki sen bu söylediklerini anlıyor musun?’ diye sormuştum. ‘Benim anlamaklığım lüzum değil, Allah anlar. Eğrisi doğrusuna denk gelir, Allah’ın takdiri birdir’ demişti.
Çok kültürlülük ve rakı mezeleri
Bu coğrafyada “meze”, kültür zenginliğinin, çok kültürlülüğün en pırıltılı vitrinlerinden birisiydi. Kapanan her meyhaneyle birlikte o lezzetler, o zenginlik de yok oluyor. Beni müşkülpesent sanmayın; çilingir sofrasında can eriğini tuzlayıp çay bardağında rakı keyfini, eski köyüne Mercedes’iyle gelen, İspanyol gitar çalan köylüsünün karşısına gran(d)tuvalet bağdaş kuran “Emmoğlu” klibinden öğrenmedi bizim kuşak.
Maddenin üç hâli: Rakı-su-buz
İlk kez gittiğin hanenin “içki sofrası”yla ilgili meşrebini/mezhebini önce “buz teşkilatı”yla anlarsın. Biracı, şarapçıysa yahut hayatında içki ve ona bağlı olarak buz ayrıntı kalıyorsa risk grubundasın. Buzdolabının dondurucusunu doldurup, buzluğu atılacak ilk eşya gören, masaya az biraz soğumuş su bırakan evlere ilk gidişte keyfin sarsılır. Aklına Bülent Ortaçgil’in şarkısı gelir: “Biralar soğuk mu dedim /Dedi ki normal”…
Öyle bir öğle rakısı
Kitabına göre öğle rakısı, bir, bilemedin iki “tek rakı” olarak racona yerleşir. Seanstır, eskinin “üç film birden”iyle “ikindi rakı”sıyla buluşmaz, akşama bağlanmaz. Lâkin… Rakı keyfi kâhyasıyla geçinemediği için sayısı, teki-dublesi, hatta mesaisi zata mahsustur. Bazısı kitabını değil icabını esas alır. Öyle durma karışmaya, önce menüyü, sonra Edi’yle Büdü’yü tanzim etmeye çalışan masa zaptiyeliğine pek gelmez.
İcraatın İçinden
Sedat Peker mevzunun nedenlerine, o “kafa karıştırıcı” yanına pek girmeden hap gibi vakaları gündeme yerleştiriyor. Lafı dolandırmadan, milleti baymadan, ulusal düzeyde “etkili konuşma sanatı”… Hem de İcraatın İçinden! O programın yıldızı Turgut Özal bile, devlette “İcraatın İçinden”in bu versiyonunu hayal edemezdi herhalde.
“Gündelik” ırkçılık
İnsanlık öldüğünde kaç yaşındaymış… Çocuk yaşında mı ölmüş/öldürülmüş yoksa asırlardır inzivadaki yatalak ömrüyle zaten bunamış mı biraz? Yahut hiç yaşamamış da biz medyadaki birkaç hayırsever hayaletine, yorgun dervişlere, hikâye anlatıcılarına bakıp, “İnsanlık ölmedi” mi demişiz?
“Ada”sız hayal olmaz
“On altıncı yüzyılda, ressamın biri ne zaman bir dünya haritası çizecek olsa, karısı hemen, ‘Sevgilim şuracığa bir ada koyuver, yalnız benim olsun!’ dermiş. Ressam da bu isteği yerine getirirmiş”. Ressamın sevdalısı böyle olmalı… Sevdiceğinin portresine ben kondurmak yetmez, “haritalarına” ada kondurmalı.
Ben bi gideyim
Tam alıp başını gidecekken, yokuştan ağır ağır çıkan, hasır şapkalı, pardesülü adam, elindeki köylü sigarasından kuvvetli bir nefes çekip, soracak sana: “Hemşerim, nereye?” “Bi bilsem, bi bilsem” diyeceksin. Durup… Belki de bir daha hiç geri dönmeyecek, seni bir daha çağıramayacak “son kuşlar”a bakacaksın.
Şiddetin “ev hâli”
Gerçek hayatta tanık olduğumuz, bazen medyadaki kaygan, ataerkil anlatımıyla da mide kaldıran vakaların perde arkalarında inanılmaz süreçler gizli. Çoğunun örtülü kalan hikâyesi korkunç… Sinemada Yunan Yeni Dalgası cesaretle tabuların, mayınlı alanların, ataerkil zihniyetin arsızca güvendiği “kol kırılır yen içinde kalır”ın üzerine dimdik gidiyor.
Sayısal bir mesele olarak “Sayın”
“Haber dili” bellidir, nettir, düzdür. Haberde, köşe yazılarında vs. “Sayın” türünden hitaplar kullanılmaz. Bu hem “haber dili”nin gereğidir, hem de gazeteciye o çok değerli “mesafe” meselesini hatırlatan bir çağrışım barındırır. Ama artık “Sayın”, mürekkebi uçucu politik konuşma kaşesi gibi...
Üç yalancı
Tıpatıp TV kanallarındaki, bazı tipitip konuşmacıları, yorumcuları görünce, aklımda hep o eski, güldürükçü, yarım asırlık yarışma. TRT’deki eğlence amaçlı “Hangisi Doğru” yarışmasındaki gibi eline bir kelime, bir mevzu ver, bilgiye, uzmanlığa ne gerek? Uzmanın taklidini yapsın, bilginin imitasyonunu üretsin, konuşsun dursun…
Karın-kışın mânâ olduğu polisiyeler
İskandinav polisiyeleri, içe bakan doğasıyla “sıkıcılığı” göze olan, ona cesaret eden bir sinema… Ama sıkıcı, ötesi “yavaş” filan da değil. Derinliğine duygu hareketliliği, insan portrelerindeki derin kaymalar, farklı karakterlerin, dünya görüşlerinin dinamiği, meraklısını içerlerden, koşar adım, heyecanla yakalıyor. İçten yanmalı polisiyeler bunlar.
Susan İnsan
Tek başına “İçen İnsan” bile konuşuyor. Duvara konuşanlar da var. Sonra da “Duvara mı konuşuyorum yahu!” diye zigon sehpadan tek tek hesap soran da… Güzel şiir okuyan, şiiri ayaklandıran bir arkadaşım vardı da, “O duvarınız vız gelir bize vız” nakaratında heyheylenir, elverişli duvar arardı.