Yaşar Sökmensüer
Çok kültürlülük ve rakı mezeleri
Bu coğrafyada “meze”, kültür zenginliğinin, çok kültürlülüğün en pırıltılı vitrinlerinden birisiydi. Kapanan her meyhaneyle birlikte o lezzetler, o zenginlik de yok oluyor. Beni müşkülpesent sanmayın; çilingir sofrasında can eriğini tuzlayıp çay bardağında rakı keyfini, eski köyüne Mercedes’iyle gelen, İspanyol gitar çalan köylüsünün karşısına gran(d)tuvalet bağdaş kuran “Emmoğlu” klibinden öğrenmedi bizim kuşak.
Maddenin üç hâli: Rakı-su-buz
İlk kez gittiğin hanenin “içki sofrası”yla ilgili meşrebini/mezhebini önce “buz teşkilatı”yla anlarsın. Biracı, şarapçıysa yahut hayatında içki ve ona bağlı olarak buz ayrıntı kalıyorsa risk grubundasın. Buzdolabının dondurucusunu doldurup, buzluğu atılacak ilk eşya gören, masaya az biraz soğumuş su bırakan evlere ilk gidişte keyfin sarsılır. Aklına Bülent Ortaçgil’in şarkısı gelir: “Biralar soğuk mu dedim /Dedi ki normal”…
Öyle bir öğle rakısı
Kitabına göre öğle rakısı, bir, bilemedin iki “tek rakı” olarak racona yerleşir. Seanstır, eskinin “üç film birden”iyle “ikindi rakı”sıyla buluşmaz, akşama bağlanmaz. Lâkin… Rakı keyfi kâhyasıyla geçinemediği için sayısı, teki-dublesi, hatta mesaisi zata mahsustur. Bazısı kitabını değil icabını esas alır. Öyle durma karışmaya, önce menüyü, sonra Edi’yle Büdü’yü tanzim etmeye çalışan masa zaptiyeliğine pek gelmez.
İcraatın İçinden
Sedat Peker mevzunun nedenlerine, o “kafa karıştırıcı” yanına pek girmeden hap gibi vakaları gündeme yerleştiriyor. Lafı dolandırmadan, milleti baymadan, ulusal düzeyde “etkili konuşma sanatı”… Hem de İcraatın İçinden! O programın yıldızı Turgut Özal bile, devlette “İcraatın İçinden”in bu versiyonunu hayal edemezdi herhalde.
“Gündelik” ırkçılık
İnsanlık öldüğünde kaç yaşındaymış… Çocuk yaşında mı ölmüş/öldürülmüş yoksa asırlardır inzivadaki yatalak ömrüyle zaten bunamış mı biraz? Yahut hiç yaşamamış da biz medyadaki birkaç hayırsever hayaletine, yorgun dervişlere, hikâye anlatıcılarına bakıp, “İnsanlık ölmedi” mi demişiz?
“Ada”sız hayal olmaz
“On altıncı yüzyılda, ressamın biri ne zaman bir dünya haritası çizecek olsa, karısı hemen, ‘Sevgilim şuracığa bir ada koyuver, yalnız benim olsun!’ dermiş. Ressam da bu isteği yerine getirirmiş”. Ressamın sevdalısı böyle olmalı… Sevdiceğinin portresine ben kondurmak yetmez, “haritalarına” ada kondurmalı.
Ben bi gideyim
Tam alıp başını gidecekken, yokuştan ağır ağır çıkan, hasır şapkalı, pardesülü adam, elindeki köylü sigarasından kuvvetli bir nefes çekip, soracak sana: “Hemşerim, nereye?” “Bi bilsem, bi bilsem” diyeceksin. Durup… Belki de bir daha hiç geri dönmeyecek, seni bir daha çağıramayacak “son kuşlar”a bakacaksın.
Şiddetin “ev hâli”
Gerçek hayatta tanık olduğumuz, bazen medyadaki kaygan, ataerkil anlatımıyla da mide kaldıran vakaların perde arkalarında inanılmaz süreçler gizli. Çoğunun örtülü kalan hikâyesi korkunç… Sinemada Yunan Yeni Dalgası cesaretle tabuların, mayınlı alanların, ataerkil zihniyetin arsızca güvendiği “kol kırılır yen içinde kalır”ın üzerine dimdik gidiyor.
Sayısal bir mesele olarak “Sayın”
“Haber dili” bellidir, nettir, düzdür. Haberde, köşe yazılarında vs. “Sayın” türünden hitaplar kullanılmaz. Bu hem “haber dili”nin gereğidir, hem de gazeteciye o çok değerli “mesafe” meselesini hatırlatan bir çağrışım barındırır. Ama artık “Sayın”, mürekkebi uçucu politik konuşma kaşesi gibi...
Üç yalancı
Tıpatıp TV kanallarındaki, bazı tipitip konuşmacıları, yorumcuları görünce, aklımda hep o eski, güldürükçü, yarım asırlık yarışma. TRT’deki eğlence amaçlı “Hangisi Doğru” yarışmasındaki gibi eline bir kelime, bir mevzu ver, bilgiye, uzmanlığa ne gerek? Uzmanın taklidini yapsın, bilginin imitasyonunu üretsin, konuşsun dursun…
Karın-kışın mânâ olduğu polisiyeler
İskandinav polisiyeleri, içe bakan doğasıyla “sıkıcılığı” göze olan, ona cesaret eden bir sinema… Ama sıkıcı, ötesi “yavaş” filan da değil. Derinliğine duygu hareketliliği, insan portrelerindeki derin kaymalar, farklı karakterlerin, dünya görüşlerinin dinamiği, meraklısını içerlerden, koşar adım, heyecanla yakalıyor. İçten yanmalı polisiyeler bunlar.
Susan İnsan
Tek başına “İçen İnsan” bile konuşuyor. Duvara konuşanlar da var. Sonra da “Duvara mı konuşuyorum yahu!” diye zigon sehpadan tek tek hesap soran da… Güzel şiir okuyan, şiiri ayaklandıran bir arkadaşım vardı da, “O duvarınız vız gelir bize vız” nakaratında heyheylenir, elverişli duvar arardı.
Ne gibi geliyor, ne gibi…
Hayatın normalleri o kadar “norm”al, o kadar dar, baskıcı, o kadar sıkıcıydı ki, ondan biraz sapmak olağan bir çılgınlıktı… Çılgınlık “yeni normal”di elbette. Normal sayılan da parmakla gösterilecek, nidâ deyişiyle “anormal” olacaktı; yani “Aaa normal!” Normalleşen ve ‘leştirilenlerle bugünlere de uygun bir “mürekkep testi” fikrimce.
Filmin değil “protestonun Oscar’ı”
Adalet Bakanı’nın Özel Danışmanı, seçilmiş “sanık”lara öngördükleri cezayı açıklıyor: “Yasadaki ceza en fazla on yıl. On yılın hepsini yatsınlar”… “Hazır liste”yi de henüz davaya bile atanmayan savcının önüne koyuyor. Listedekiler “Yıldızlar Takımı”. Hükümete muhalif, farklı siyasi gruplardan -seçilmiş- sekiz “sanık”…
Saksıdaki melankolya çiçeği
“Yelekli Tevfik ve arkadaşları, bir ada ararlar. Sıkılmışlardır Rumelihisarı’nın uzun gecelerinden /(…) Yatak odaları sabah güneşi görecek, salon limanı alacak, çalışma masaları da dağ görünümlü. /Ve bir melankolya çiçeği, saksıda; suyu düzenli verilecek, yeri değiştirilmeyecek.”
Göğsüne pencere aç yavrum
Tuzu kuru bir söylemle, “İçimde bir sıkıntı var, kötü bir şey olacak” diyenler de enteresan. Olmuş zaten olanlar, tığ işi sıkıntı ciğerine işlemiş. Demeye dilim varmıyor ama… Kimi kendi sıkıntısını unutmak, üstünden atmak için daha beterini -uzaktan- seyretmeyi diliyor sanki. “Çok şükür” demenin, içindeki velede Suriyeli çocukları göstermenin bencil kökenleri…
Sadâkat evliliğe değil sevgiye
İki insanın iletişimi, dili, söyleme sanatı ile evli ya da “evli gibi” iki insanınki farklı. Sanat değil de zanaat mı acaba? Evlilik kurumsal bir dil kuruyor ama bu o dilin iletişim için uygun olduğunu göstermiyor elbette. Aralarındaki alışkanlık, zihin okuyuculuğuna gidebiliyor. Bu yönüyle geçen yıllar, tahlilleri-teşhisleriyle pozitif olmayan bir tecrübeyi de besliyor.
Mırın Kırın Tarihi ve Sıkılan İnsan
Zaman, insanın beş duyusundan, damağından da geçiyor. Bir bakmışsın, Attila İlhan’dan mülhem laternalar susmuş, sürahiler tenha, tek kibrit çakılmıyor. Gramofondaki incesaz, meyhane musikisi, hatta kadehlerdeki nazlı beyaz rakı, “Vaniköy korusunun teşrinlerdeki sisi”ne karışmış. “Kim kaldı?” da diyorsun içini çekerek, bazen “Ne kaldı?” da… Tehlikeli duygular.
“Arzu sosyolojisi”nde kahve
Erkek tavana kilitli bakışlarını yavaşça kadına indiriyor, “Ne içersiniz?” sorusunu garsondan devralıp yineliyor. İşte tanışmada en kritik an… “Ne içeriz?” yahut “Ne içelim?” derse başka nüans, söze “Ne içsem?” diye başlarsa başka kalınlık. Hiç sormadan, “Burası kahvesiyle meşhur, kahve içeceğiz”i buyuruyorsa, huyu “Ben bilirimci”den despotluğa kadar uzanabilir.
Ölümsüz olsa(mı)ydık
Gençler daha çok dışarıdan gelebilecek ölüme meyyaldir de, çok yaşlanınca ölüm insanın içinde, içerlerinde kıpırdıyor. Oradan sesleniyor, artık dışardaki sesleri ağır işiten, ama içindeki sesleri eksiksiz duyan ihtiyara; “Hişt, beni unutma…” İnsanların ölümü hatırlamasından hoşnut, yerdeki gökteki tüm tanrılar.
İlaç alınır, çay içilir…
Modacı, stil ikonu George Bryan Brummel, Mrs. Darcey’nin “Bir fincan çay alır mısınız?” sorusunu biraz kibirle, sert yanıtlıyor: “Madam, bir ilaç alınır, ama bir çay içilir...” Ki zaten bitki, onun deyişiyle “zerzevat” çayının yeri de mutfak değil ecza dolabı.
Ayrıntı sevgisi
Çayolog Adolf Goetz, “bazı mekânların çay içmek isteyenlerin ihtiyacını karşılamakta gösterdikleri sevgisizlik ve düşüncesizlikten” yakınıyor. Egemen söyleme kapılıp “Beter olsunlar” demeyeceğim ama artık “sevgi ve düşüncelilik” izdivaçta bile şart değil. Gelişmiş insanın sıkıntısı, bunalımı da bir tuhaf oluyor doğrusu. O kalitede bunalmak da zor.
“İt boğuşu”yla erkeklik düellosu
Sosyal medya, hayvanlara yapılan hayal edilemeyecek eziyetleri, işkenceleri, şiddeti de görünür kılıyor. Öyle zalimliklere, rezilliklere “yancı” yorumları, “espri”li mesajları, “ama”lı söylemleri de deşifre ediyor üstelik. Bazen bir suça yapılan yorumlar, o suçu bile solluyor. “Özrü kabahatinden büyük” meselesi fıkra değil artık.
Hayat sağlığa zararlıdır
Her türlü içecek türünü, içme tarzını üzerinde deneyen bir ahbabımız var. Çay bardağında içilen kahveye Ege’de Süvari, Akdeniz’de Tarz-ı Hususi denildiğini öğrenmiş. Bu afili unvanları görünce Facebook’da “Hobiler” kısmını doldurmuş hemen: Hususi tarzlar edinmek, Çay bardağında kahve içmek, Süvarilik…
Çay da alıngandır
Penceresinden attığı mektupta “Okuduktan sonra yırt!” diyor Vacide’ye… Vacide, “Uzun saçlı, kalkık burunlu, hoş bir kız…” O sokaktan gelip geçen 16 yaşındaki Attila İlhan’ın pencere çiçeği. Bir kere onu pencereden “aynada saçlarını tararken” bile görmüş. Öyle yakınlar yani…
Diktatörcülük oynamak
Tarihin en berbat dönemlerinin yüzleri, hatırlatıcıları diktatörler… Ama kimse kendi diktatörünü onlarla eş tutmuyor. Faşizm, diktatörlük birçok insan için geçmişte kalmış, “hayalet bir tehdit”. Ama hayaletler de ürkütür bazen. Hele ete kemiğe bürünürse…
Hanimiş benim paşa çayım
Seksapeli, tarzı tavan reklam dünyasında, sadece “Abi bi çay” gariban… Yapayalnız. Zira “Çaydan sonra seks, seksten sonra çay” paradigmasını ancak Anthony Burgess akıl edebilir. Kimse de nedenini, nasılını, “ne alaka”sını tahayyül edemez. “Çay ve ihtiyaç molaları”yla geçen ömürlerde romantizm de zor.
Kadehimde gül oya (¹)
Big Lebowski misâli, yarım avuç buz, kahve likörü, süt, votkayla White Russianlar ya da süt yararlı olduğu için çıkarılan terkibiyle Black Russianlar, nane likörlü Cin Mentalar, Becherovkalar… Hele Attila İlhan’ın “Kaptan” şiirindeki Fransız portakal likörü… “Hayatın gerçek tadı”nı, Cola’nın sloganı mı sanıyorsunuz hâlâ?
Küfrün küfretmeden tarihi
F... İngilizcede en yaygın, en esnek küfür. Oyun hamuru gibi. İfade ettiği duygu yelpazesi çok geniş… “Kavga yerine küfretmeyi seçen ilk insan, uygarlığın kurucusudur” diyen Freudian Küfürbaz Psikoloji’ye göre, salladıkça ferahlatıyor. “Derin beyin” ürünü, beynin gizli hücresi…
Tadı var, kokusu var, kendisi yok
O vitaminli, meyve özlü, “suda çözülebilen” iksiri, granülü, renklendiricisi, tatlandırıcısı, aromasıyla terkibindeki o izdihamı, tek kelimeye sığdıran ismi bile büyülü. Cola, Nescafe, Sana, Selpak, Orkid gibi onun da markası, aynı zamanda o şeyin ismi oluyor. O tür “şey”lere özünden hareketle koyulacak her isim, terkibini yahut fonksiyonunu deşifre riski taşıyor çünkü.

