Yaşar Sökmensüer
Kraliçeyle dans eden şövalye
Eros’un ok harcamasına bile gerek kalmaz Slow Dans’ta. Bir de solcuysan Kozmonot Gagarin misali kollarını açar uçarsın valla, o havası uzay kabinde. Mevzu karışınca Titan Kronos’un kanatlarını kestiği garibim Eros da “Beni gençken görecektin” bakışıyla iç çeker -uçarak dans eden- sana.
Leblebili gazozdan Çölde “Çay”a…
Bir de dolma parmaklarıyla ince işlere asla hâkim olamayan, gazozun kapağını bile yumrukusuyla açmak için hatları keskin formika masa arayan cümle hemcinslerim gibi, iki pençesini bitiştirip parmaklarını o kalp emojisine benzetmeye kalkmasın mı!..
Mutluluğun resmini yapmak
Mutluluğu, çevrelerinden hiç ayrılmayan kedileri tamamlıyor. Hattâ bir aslan yavruları bile var. Özlenen bir sevgi, bağlılık seziliyor aralarında. Öyle ki, onlara ithafen bir şarkı bile yapılmış. Bir fısıltı duyuyoruz: “Bu dünyevi hayat oyun ve divanelikten ibarettir.”
Motor beceride kola otomatının yeri
Kolanın geliştirdiği motor beceriler sayesinde, kutu içeceklerin kapağının hassas ama kararlı parmak hareketiyle tek hamlede açılması, en sıradan insana bile “stil” de kazandırıyor. Gelmiş geçmiş en büyük stil üstadı Bukowski’nin “Sardalye konservesi açmak bir sanattır, stildir” demesi boşuna değil.
Marx ve arkadaşları mahallede
“Yerli malı, yurdun malı / Herkes onu kullanmalı” sloganıyla büyüyen, kreasyonlarını Sümerbank’tan yaratan, ilk “Hot Dog”u Et ve Balık Kurumu sosisleriyle deneyen kurumsal bir kuşağın utancıyla aniden öğrendik ki meğer “cola” emperyalizmmiş. Hele o “teneke cola”lar…
Bencillik sanatın başına belâ!
Mektepli yılların her anlamıyla “tek (biricik) ceket”leri, her gün giyile giyile parlamış kumaşı, omzu çökük vatkası, heybe gibi sarkmış cepleriyle, ceketten çok melâmet hırkasını, servetini, asaletini çoktan yitirmiş Hulusi Kentmen robdöşambrını andırırdı.
Sosyal barışta gazozun yeri
O kadar oyun karakteri bolluğunda, “Mehmetçikçilik” oynanmazdı nedense. Saygımızdan, hâlihazırda zaten Mehmetçik olduğumuzdan mıydı yoksa kimsenin o oyunda “düşman” rolünü kabullenmemesinden miydi bilemiyorum. Belki onu kürsüde büyükler oynadığı içindir.
Hayata kapak olan milatlar
“Gazoz olma efsane ol” reklamı bir yana, gazozun gerçekten “efsane” olduğu dönemdi o yıllar. Batı’ya omuz atmamızın tarihinde, İngiltere Kraliçesine geleneksel çay saatinde fincanda gazoz içirdiğimiz reklamın yeri ayrıdır. O gazlı özgüvendir ki, Formula 1 İstanbul’da geleneksel şampanya yerine gazoz patlattırır.
Madem öyle, “Okay then”
İnsanı “tanrı”ya en çok yaklaştıran sanat dalı sinema. Tamam, roman da karakter “yaratır”. Ama sinema o karakterlere et-kemik-mimik-replik de kazandırıyor. Filmin kötü kahramanlarını canlandıran oyuncuları “canlı canlı” sokakta görenlerin dövmeye, sövmeye yeltenmesi boşuna değil!
Uyanır bakarsınız ki mavi
En iyi uçurtmayı o yapıyormuş mahallede. Belki “uçurtmaların rüzgârın gücüyle değil, rüzgâra karşı koyduğu için uçtuğunu” iyi bildiğinden. Gökyüzüne, Dalgacı Mahmut’un her sabah kalkıp yeniden boyadığı o maviye ulaşmak için çırpınan uçurtmalar…
Şarkılarımız bizden vefalı
On binlerce Şililinin hep birlikte söylediği o senfonik marşı görünce… O yılların, o şarkıların güftesi bana hayli uzak gelse de nağmesinin, tüyleri diken eden melodisinin yakınımda, içimde bir yerlerde olduğunu yine fark ettim. Ya basta yani; yeter gari, yetti artık!
Şarap gibi adam
“Hepsi kül /Bir bir anımsadığım şimdi /Hepsi kül olmuş”… Külleri ne olacak, nereye koyulacak acaba? Nazım Hikmet’in “Ben senden önce ölmek isterim” şiirindeki gibi bir kavanoza, vazoya mı? Eşi ölünce onun da külleri aynı kavanoza mı gelecek; “orada beraber yaşarız, külümün içinde külün”…
Yemin et?
“Yalanım varsa, şu ışığa kör bakayım” derdi, abajuru göstererek. Yahut “O ocak gibi sönüp sönüp yanayım”, “Şu pirinç gibi dert dökeyim”. Elindeki bardağı sallayarak, “Bu çay gibi kanım aksın”... Yeminleri şu ışığa, bu çaya, o pirince değdiği an elle tutulur bir nitelik kazanıyordu sanki.
Aşk tesadüfen…
Aşk dünyasının “adlandırdığı gibi” olmasından haz ediyor. Padişahı, feriştahı gelse, hayâli o. Sultanı desen… Belki yalnız anlarında “Memoşum benim” diye seviyor yüce padişahını. Padişah kapıcıbaşına sesleniyor, hârici seferini sonraki güne erteliyor.
Seni gidi zalim mizah
Poker de, hayat da, ölüm de elleri eşit dağıtmıyor. Üstüne bir de kör talih, zalim felek… Azrail can alırken insanın kulağına bir şeyler fısıldar mı bilemiyorum ama bu filmdeki her hikâyede saklandığı yerden çıkıp “Ce-eee” dediğini söyleyebilirim.
Ateşi seyreden kadın
Bütün istediği “sonsuza dek heykel yapmak...” Ama heykel, hatta resim yapması bile yasak. İnsansız, heykelsiz, 30 yıl... Mektubunda çığlık atıyor çifte yoksunluğu: “Bir insan dokunma duygusunu yitirdiğinde ölüyor biliyor musun? Yerine konulamayacak tek duygu bu: Dokunma…”
Bedzebanın cehennemi
Sözlükte eşkâli belirli: “Pis, ‘kötü’ sözler söyleyen, insanları o pis ağzıyla hicveden, edepsiz, sayıp sövücü, karalayıcı, nefretle, lanetle söylenen, gevşek ağızlı, boşboğaz, ahlaksız, terbiyesiz…” Cehennemin bekçisi zebânînin elindeki listeden okuyorum sanki.
Harikalar Diyarı
Her şey yalan, kurgu olabilir, hatta “hayat” kendini algoritmalar üzerinden var eden sanal bir dünyada geçebilir. Ama tekdüze, bıkkın hayatında o ana kadar geçmeyen zaman, o ekranda kuş olup geçiyor. Hem artık sabırsızlıkla beklediği bir şey de var…
Gözleri Elsa’nın…
Günlüğünde, “Herkes beni sevsin, tüm erkekler bana hayran olsun istiyorum” cümlesi vardı. Beyaz At romanının uçarı kahramanı Michelle’e de özlediği o şarkıyı söyletmişti: “Bir tek sokak vardır bütün şehirde /Bütün şehirde bir tek ev vardır /Ve bir tek kadın bütün Paris’te”...
Yazık kara kuğuya
Gözden saklı, bir zamanların deyişiyle daha “intim” bir parktır. Sözlü tarihe bakıldığında “öğrenci aşklar”ın mekânı… “Hangi aşk öğrenci değildir ki?” derseniz haklısınız. Bir dönem güllerle, sarmaşıklarla örülü “loca”larıyla öğrencilerin yanında, yetişkin gizli buluşmaların da yeridir.
Kusursuz yabancı
“Burası cennet olmalı”ysa filmin adı, cennet de, huri de “zeytinlikteki kadın”da gizli olmalı. Suleiman’ın filminde o kadına rastladığı uzun ama dar patikanın da bir tarafı tümüyle kaktüsler, diğer tarafı boydan boya zeytin ağaçlarıyla örtülü. Hem zeytin ağacının cennetten çıkma olduğuna inanılır, değil mi…
Terleme odası
Karargâhından bakınca, Kenan Evren’in “Napayım ben böyle aydını…” demesi “normal”. O sırada ülke filan hepsi onun. AK Partili vekilin taşınabilir, portatif deyişiyle, hepsinin sahibi o. O aydın da onun için var. Yoksa ne yapsın onu “afêdersiniz”.
“O zamanlı” olmak
Dört mevsimi sadece çocuklar, deli-kanlar, uzun uzadıya, tadıyla, hakkıyla yaşar ya... Hafızasının mevsimleri, ilkbaharı, sonbaharı da, o zamana ayarlı. O nedenle o zamanı korumanın, zamanı yine orada durdurmanın derdinde…
MasterChef: Zamanın Efendisi
Hayatın tıpkısı olması bir yana… Seyredeni de o hayatın, stüdyodaki o habitatın içine alıyor, onu da “dizi”nin kadrosuna katıyor. Her akşam seyrede seyrede kahramanlarına alışmak, onları hayata eklemek bir bakıma kaçınılmaz. Zira alışkanlık, postu en kolay serdiğimiz zaafların başında geliyor.
Eşyası, aletiyle “Suç Müzeleri”
Bizim Adli Emanet’te bir cinayet aleti olarak 925 ayar Sterling Silver buz kıracağına rastlamamız çok zor. Çünkü filmiyle müsemmâ, “Temel İçgüdü”müze ters... Agatha Christie’den mülhem bir şapka iğnesine, iki dirhem arseniğe denk gelmemiz de sürpriz olur.
Sanılgı
Âşık oluyor misal, yine illüzyonisti kendisi. İşin tuhafı (ya da gereği) her yeni aşkı, ilk –gerçek- aşkı gibi geliyor ona. Ve her birini son aşkı sanıyor… Ama olmuyor, olmuyor… Hayat aşktan uzun da ondan. İnsanlar artık fazla yaşıyor.
Eldiven ve striptiz
Sonra… Yavaş yavaş… Müziğin ritmine uyarak… Sağ elindeki abiye, uzun, siyah, ipek eldiveni çıkarıyor. Ama -o devrin erkek mübalağasında- nasıl çıkarmak… O eldivenin çıkması, kadına dair tahayyüllerin ortalama bir roman ebadındaki giriş bölümü.
Dinozora inanmak
Çevresindekilerin kullandığı kelimeler başka dildendi. Anlattıkları hikâyeler başkalarının hatıralarıydı. Anlayamıyor, anlatamıyordu. Bakışındaki o hüzün, yüzündeki o mahcubiyet “çözüldü” sonra. Kendiliğinden kayboldu. Yüzü boş kaldı.
Telefon dinleme demode mi oldu
Millet artık dinlenmeyi değil, dinlemeyi dert ediyor diyeceğim ama sözlük anlamı olarak “dinlemek” de bence pek tabiatımızın tanımlayıcı unsurlarından değil. Hele - ister ülkede, ister evde fark etmez- iktidarsan…
“Bu kadar da İsveçli olmayın!”
Bazen yeni bir şeyi hayata geçirmek uğruna tarihi parçalamak, heykelleri kırmak, bir katedraldeki mozaik, fresk ve tasvirlerin üzerini kapatmak, hatta Hasankeyfi sular altında bırakmak, kaleyi, tarihi eseri, “kale’budur” fayanslarla döşemek gerekebilir!