Hararetli “gurbetçi” tartışmasının içinden çıkmanın yolu, kaba genellemeler değil soğukkanlı veri ve sahici sosyoloji. Türkiye’nin yaz tatiliyle çakışan “izin mevsimi” her yıl benzer bir döngü üretiyor: Sosyal medyada linç, tatil yörelerinde gerilim, gurbetçilere tek kalemde “Erdoğancı” yaftası. Resmi net görmek için yurt dışında oy verme deneyiminin geçmişini, seçmen davranışındaki eğilimleri, Almanya’daki Türkiye kökenlilerin memleket bağlarını ve kuşaklar arası değişimi birlikte okumak gerekiyor.
Bugünün Türkiye’sinde, özellikle hukuki süreçlerde “itirafçılık”ın delil yerine geçmesi, hem adalet sisteminin meşruiyetini hem de toplumun güven duygusunu sarsıyor. Devletin kendi delil toplama yükümlülüğünü yerine getirmek yerine itirafçı beyanlarına yaslanması, hem bireyler arası güvensizliği artırıyor hem de “hakikati aramak” ile “kurban aramak” arasındaki farkı bulanıklaştırıyor. Bir kişinin başka birini suçlayan beyanı, çoğu zaman tek delil olarak kabul edildi; bu durum, masumiyet karinesini fiilen ortadan kaldırdı.
Annem, gitti. Her tarafı tuhaf bir tek başınalık. O bile değil. Anlatılamıyacak bir eksiklik. Bir olmamışlık. Çürümüşlük hissi. Öyle yetimlikle, öksüzlükle alâkası olmayan bir duygu. Yaşanacak hiçbir şeyin kalmadıklığı. Çocukken annemden utanırdım ben. Bu utanma hissini sanırım okulda edindim ama o okul, annemi oraya getirerek annemle barışmamı, onu kabullenmemi de sağladı bir bakıma. Hayatımdaki tek protesto mitingine (Başörtüsü Yürüşüyüşü) katılmamı da anneme borçluyum. Onun için hissettiklerim zorladı beni o katılmaya.
Toplumsal düzlemde normalleşme, yalnızca siyasi bir gündemin değil, gündelik hayatın da sessiz rızasıyla işler. İnsanlar neyin konuşulabilir, neyin giyilebilir, neyin talep edilebilir olduğunu başkalarının bakışlarından, televizyon ekranlarından, apartman WhatsApp gruplarından öğrenir. Böylece çoğu zaman normal sandığımız şey, aslında içselleştirilmiş bir denetim biçimidir. Bugün siyasette sıkça duyduğumuz normalleşme çağrıları, eğer sadece bir tarafın veya belli tarafların pozisyonunu norm kılmak içinse, bu daha çok bir “yeniden hizaya çekme” girişimidir.
Diyanet’in bu hutbesi Türkiye’deki 89 bin camide okundu. Bu camilerin bazıları kadınlara miras bırakmanın söz konusu bile olmadığı köylerdeydi bazıları ise kadınların ve erkeklerin sabah erkenden işe birlikte gittiği şehirlerde. Eşit miras dini değil, sosyal ve ekonomik bir mesele. Türkiye’nin Medeni Kanunu’nu aldığı İsviçre’ye 1912’de gelebildi. 1400 yıllık İslam tarihinde ve bizde her zaman kitaptaki gibi uygulanmadı. Arazileri erkek evlada veren örfi hukuk sürdü. Yani dinin hükümleri de zamanın şartlarına, güç ilişkilerine göre esnetilebiliyor.