Yaşar Sökmensüer

Kusursuz yabancı

“Burası cennet olmalı”ysa filmin adı, cennet de, huri de “zeytinlikteki kadın”da gizli olmalı. Suleiman’ın filminde o kadına rastladığı uzun ama dar patikanın da bir tarafı tümüyle kaktüsler, diğer tarafı boydan boya zeytin ağaçlarıyla örtülü. Hem zeytin ağacının cennetten çıkma olduğuna inanılır, değil mi…

Terleme odası

Karargâhından bakınca, Kenan Evren’in “Napayım ben böyle aydını…” demesi “normal”. O sırada ülke filan hepsi onun. AK Partili vekilin taşınabilir, portatif deyişiyle, hepsinin sahibi o. O aydın da onun için var. Yoksa ne yapsın onu “afêdersiniz”.

“O zamanlı” olmak

Dört mevsimi sadece çocuklar, deli-kanlar, uzun uzadıya, tadıyla, hakkıyla yaşar ya... Hafızasının mevsimleri, ilkbaharı, sonbaharı da, o zamana ayarlı. O nedenle o zamanı korumanın, zamanı yine orada durdurmanın derdinde…

MasterChef: Zamanın Efendisi

Hayatın tıpkısı olması bir yana… Seyredeni de o hayatın, stüdyodaki o habitatın içine alıyor, onu da “dizi”nin kadrosuna katıyor. Her akşam seyrede seyrede kahramanlarına alışmak, onları hayata eklemek bir bakıma kaçınılmaz. Zira alışkanlık, postu en kolay serdiğimiz zaafların başında geliyor.

Eşyası, aletiyle “Suç Müzeleri”

Bizim Adli Emanet’te bir cinayet aleti olarak 925 ayar Sterling Silver buz kıracağına rastlamamız çok zor. Çünkü filmiyle müsemmâ, “Temel İçgüdü”müze ters... Agatha Christie’den mülhem bir şapka iğnesine, iki dirhem arseniğe denk gelmemiz de sürpriz olur.

Sanılgı

Âşık oluyor misal, yine illüzyonisti kendisi. İşin tuhafı (ya da gereği) her yeni aşkı, ilk –gerçek- aşkı gibi geliyor ona. Ve her birini son aşkı sanıyor… Ama olmuyor, olmuyor… Hayat aşktan uzun da ondan. İnsanlar artık fazla yaşıyor.

Eldiven ve striptiz

Sonra… Yavaş yavaş… Müziğin ritmine uyarak… Sağ elindeki abiye, uzun, siyah, ipek eldiveni çıkarıyor. Ama -o devrin erkek mübalağasında- nasıl çıkarmak… O eldivenin çıkması, kadına dair tahayyüllerin ortalama bir roman ebadındaki giriş bölümü.

Dinozora inanmak

Çevresindekilerin kullandığı kelimeler başka dildendi. Anlattıkları hikâyeler başkalarının hatıralarıydı. Anlayamıyor, anlatamıyordu. Bakışındaki o hüzün, yüzündeki o mahcubiyet “çözüldü” sonra. Kendiliğinden kayboldu. Yüzü boş kaldı.

Telefon dinleme demode mi oldu

Millet artık dinlenmeyi değil, dinlemeyi dert ediyor diyeceğim ama sözlük anlamı olarak “dinlemek” de bence pek tabiatımızın tanımlayıcı unsurlarından değil. Hele - ister ülkede, ister evde fark etmez- iktidarsan…

“Bu kadar da İsveçli olmayın!”

Bazen yeni bir şeyi hayata geçirmek uğruna tarihi parçalamak, heykelleri kırmak, bir katedraldeki mozaik, fresk ve tasvirlerin üzerini kapatmak, hatta Hasankeyfi sular altında bırakmak, kaleyi, tarihi eseri, “kale’budur” fayanslarla döşemek gerekebilir!

Kıyâfet ve kifâyet

Lunapark’ta insan boyunda kovboy, Kızılderili resimlerinin boş bırakılan baş kısmına kafasını uzatarak fotoğraf çektirenler aklından geçti… Kiminin kafası küçük, kiminin büyük gelirdi o deliğe. Bazısı öyle gururlanır, öyle dik tutardı ki başını, delikten yüzü yerine gerdanı görünürdü.

Bir bayram yazısı: İşkence çorbası

O günlerde beş yaşındaydı çocuk. O hikâyenin ölçülerinde, daha da küçük, küçücüktü. Bir gün alt katındaki “misafirlik”ten hüzünlü döndü biraz. Yüzünü dökmüştü... “İşkence çorbası içtiler ama bana vermediler...” dedi, usulca. Mahcuptu.

Tek damla gözyaşı

“Teldeki bir kuş gibi /gece yarısı korosundaki sarhoş gibi /özgür olmayı denedim /Bir bebek gibi, ölü doğmuş /boynuzlu bir canavar gibi /bana ulaşan herkesi parçaladım.”

Karanlığın bilmem kaç tonu

“Benim hoşuma giden, hoşlandıklarımıza ve hoşlanmadıklarımıza kendi kendimize karar verebildiğimiz bir ülkede yaşıyor olmak. Ben bu hakkı önemsiyorum, siz de önemsemelisiniz.”

Ölmeye yatmak

“Hukuk olmayan yerde yargı, aşk olmayan yerde çocuk, hayat olmayan yerde de ölüm”. (¹)

Ülkesinde mülteci olan büyükbaba

Tarihin farklı kesitlerinden, mesela İlk Çağ’dan, 11. Ve 19. Yüzyıl’dan atalarımız bugün, bizimle birlikte yaşasa acaba ne olurdu? “Milli-mukaddes bağlar”, insanların sokağını, evini onlarla neşe, huzur içinde paylaşmasına yeter miydi…

James Bond alkolik miydi

Şiirin, sanatın muhabbetle, muhabbetin de alkolle bir ilgisi olmalı. Edip Cansever’in “Bu kaç kapılı bir konyak?” sorusundaki gibi kapı açıyor zira. İnsanın içine açılan kapıların gıcırdamadan aralanmadığı iklimlerde bilhassa…

Otel oteli

Komodinin üstündeki sararmış, kalın camlı sürahinin ağzına içe dönük kapanan Paşabahçe Palaks… Karyolanın başucunda takvimden çerçevelenmiş eski bir manzara, yanındaki çividen sallanan havlu… Titrek iki iskemle, bir de masa.

Ölü rolü mü zor, yaşıyor rolü mü

“Mesela şarap açarken ölmek, iyi bir ölme şeklidir. Elbette şarabın tadına bakamadan ölmek acıklı bir şey ama ölmeden önce aklınızdaki son düşüncenin ‘Birazdan o mantarı çıkarıp şarap içeceğim’ gibi bir şey olmasından daha güzel ne olabilir?”

Yazarken şiirini seyreden şair

“Çabuk-güzel”, ne güzel bir teşbih, hatta tepeden tırnağa kozmetik çağımızda ne asi bir oksimoron değil mi? Tam kapıdan çıkarken saçlarını önüne döküp, sonra arkaya savurarak tarayan, saçları dağıldıkça taranan bir “çabuk-güzel” mi hayal edersiniz…

Her insan en az iki kişidir

Âşık olmuştu adam… “Boyu posu nasıl?” dedi arkadaşı; “İnce, uzun”… “Ya saçları?” diye sordu bu kez; “Saman sarısı”… “Peki ya gözleri, gözleri ne renk?”; Öylece kaldı, âşık adam; “Elâ mı, kahverengi mi, yoksa yeşil miydi hafiften?”… “Nefti” diye mırıldandı arkadaşı, bir daha hiç görüşmediler.

Herr Andersson n’olcak bu İsveç’in hâli?

Yirmi dört uzmanın ve muhtemelen üpüst düzey bir hükümet temsilcisinin katıldığı Ekonomi Fakültesi Uzmanlar Konseyi toplanmıştır. Ülkenin soğuk iklimine rağmen, hemen herkes elindeki mendille terini...

Uyanınca çocuk kalkmak

Bazı şairlerle “kuşak farkı”nı hissetmek zor. Hep birlikte “o kuşaklar” diye anılmak, “o zamanlı olmak” mümkün sanki. Mâkul bir illüzyonla hemen yahut kahve hatırı logaritmasıyla 41 sene sonra, mümkün.

Ben seni gizli sevdim, bilmedim âlem duyar

Bafra sigarası içer; rivayete göre günde dört paket. İçer de kokusuna tahammül edemez o meretin. Ama şiirini “karanfil kokuyor cıgaram” diye yazar. Bahar da, şiir de hayatı başkalaştırır zira.

Sen şarkılarını söyle

Geçenlerde sosyal medyada bir video seyrettim. Başında takkesi, üstünde yeleği, kır sakallarıyla, lakabı medyada yakasına iğnelenen bir “Hacı Amca”, elinde mikrofonu şarkısını söylemeye hazırlanıyor.

Sende leyla, bende mecnun istidadı var

Bazı kadınlar tarzı-tavrı, sanatıyla öncü ve kalabalık da olsa, ölesiye yalnız kalıyor. Bazen zaman mahkûm ediyor onları, bazen yaşadıkları “mekân”... Dışarıda da olsalar, akıl hastanesinde de, onlar için hayat, kapatıldıkları Kadınlar Koğuşu.

Derdin müstehceni

“Bazılarımızın müstehcen diye kabul ettiği şeylerin önüne duvar örersek, bir sabah uyandığımızda hiç ummadığımız, beklemediğimiz şeylerle de aramıza duvarlar örüldüğünü görebiliriz. Bu inanın özgürlük değildir.”

Bana sahneni söyle…

Filmlerden akılda kalan sahneler hayata eklenir. Bazılarını paylaşmak istiyorum. Sereserpe izlemenin tam zamanıdır. Ne de olsa hayatın sahneleri, kalabilenler için “Evde kal” nakaratıyla biçimleniyor.

Sonuçta beklemedeydiler…

Bir savaş patladığında insanlar : “Uzun sürmez bu, çok aptalca!” derler. Ve kuşkusuz bir savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez. Budalalık hep direnir, insan hep kendisini düşünmese bunun farkına varabilirdi.

Varsa da, yoksa da Çalıkuşu

Onun sesi, kendine has vurgusu, şivesiyle tango, fokstrot, rumbalar, radyoyla ve 78 devirli taş plaklarla evlere girer: “Benim ‘göynüm’ sarhoştur, yıldızların altında”… Göynüne kurban senin...