Halil Berktay
YAE düşmanlığı (2) Entellektüel sektarizm ve dejenerasyon
Marksizm (veya solculuk) onlar için sadece insanların kafalarında kırılacak bir sopa. Artık hiçbir tutarlılığı kalmamış, paramparça bir zihinsel çöplükte yaşıyor; çıkışsız, umarsız bir hınca sarınıp, hâlâ en ufak bir umut, bir olumluluk, bir parça enerji taşıyan ne varsa kendileriyle aynı çukura çekmeye çabalıyorlar. (Halil, imdi bu sözü eğri büğrü söyleme. Bütün bunları nereden biliyorsun? Kendimden biliyorum.)
YAE düşmanlığı (1) Kof kibir, marazî şımarıklık
2010 anayasa referandumunda, ilk olarak küçük bir sol partinin önerdiği, giderek yaygınlaşan, demokrat aydınların da önemli ölçüde katıldığı “Yetmez Ama Evet” sloganı ve duruşuna, solun başka bazı kesimlerinin bitmek bilmez öfkesi ve intikam arayışını, somut bir tahlilin, o yılların siyasî konjonktüründe neyin doğru, neyin yanlış olduğunu tekrar tekrar anlatmaya çalışmanın ötesinde, Marksizm ve sosyalizm tarihine ilişkin daha geniş bir çerçeveye oturtmak gerekiyor.
Bu diğer salaklar ise hâlâ “hakikati” arıyor, “yalanı” cezalandırıyor
Hukukmuş! Adaletmiş! Yok canım. ABD elbette özgürlükler bakımından bizden çok ama çok geri. Bir bakıma, bunu söylemeye gerek dahi yok artık. Bunu görmek için, düşünce ve ifade hakkını nasıl sınırladıklarına bakmak yeterli.
Bu İngilizler çıldırmış olmalı
Eyy bir zamanların “Büyük” Britanyası! Dön de bir bak, acınacak haline. Demokrasi, hukuk devleti, kadınların eşitliği, güvenlik örgütünün şeffaflığı gibi sapık fikirler, seni nereden nereye getirdi! Bize de ibret olmalı.
Çatlasınlar kıskançlıktan!
7 milyonu da aştık ve dünyada 6. sıradayız. Dünyanın en güçlü, en kalabalık nüfuslu ülkeleriyle yarışıyoruz. Türke mahsus bir tevazuyla susarken, aslında lider ülke olma yolunda devâsâ başarılara imza atıyoruz. Yeni ve âdil bir dünya düzeninde yerimizi şimdiden, bileğimizin hakkıyla alıyoruz.
Ek notlar (3) Çok-eşlilik doğal ve kaçınılmaz mı?
AY rümuzlu okuyucumun soru veya itirazî yorumlarının şöyle bir meziyeti var: çok cesur. İster kendi tahminlerine, ister doğrudan gözlemlerine dayansın, aşırı genelleme problemleri bir yana, gayet keskin ve köşeli biçimde koyuyor meseleleri. Argümanı limitine kadar götürüyor. Kaçacak yer bırakmıyor.
Ek notlar (2) Anal seks şart mı? “Paiderastia” töresi uydurma mı?
Geçmiş eşcinsellik kültürlerine ilişkin bazı okuyucu sorularına cevap vermeyi sürdürüyorum. Bazıları seksoloji alanına giriyor veya taşıyor. Oralara pek gitmek istemiyorum. Benim birinci kıstasım, tarih, tarih metodolojisi ve “tarihsel düşünme” açısından anlamlı olmaları. İkincisi, tartışmanın böyle “riskli” konuların nasıl bir özgürlük ortamında ve hangi ciddiyet ölçüleri içinde konuşulabileceğine biraz olsun ışık tutması.
Ek notlar (1) Geçmişte “doğru” bir eşcinsellik var mı?
Osmanlı’da, Eski Yunan’da ve geleneksel Japon toplumunda, kadınların kamusal mekândan dışlanmasıyla elele giden erkek eşcinselliği kültürleri hakkında yazdıklarım, çeşitli okuyucu mektuplarını tetikledi. Hepsine ayrı ayrı cevap yazdım. Asıl konu, yani tarih ve metodoloji açısından önemli gördüğüm birkaç tanesini, isimlerini saklı tutmak kaydıyla buraya da alıyorum. Bir hafta boyunca yayınlayacağım.
Bir soruya cevap (4) Japon samurai sınıfında ve Budist manastırlarında oğlancılık
Neredeyim? “Dış” korkusunu yazıyordum, çeşitli açılardan. Önemli, çünkü otoriter rejimler ve eğilimler tarafından çok kullanılıyor. Dünya, insanlık, başka ülkeler, uluslararası kamuoyu… sürekli umacı gösteriliyor, bir tür kültürel ve zihinsel, politik ve psikolojik izolasyon uğruna. Bu da, sürekli ergen, korkulu, güvensiz tutulmak istenen bir toplumun, “iç” uygulamaları sorgulamaksızın kabullenmesinin zemini haline getiriliyor. “Dünyada yerini düşmanlıkla alacaksın!” Öyle mi? Bazen düşünüyorum, bunun zıddında, gerçekten özgüvenli ve dolayısıyla barışçı bir Türkiye’yi görebilecek miyim diye. Artık sanmıyor, ummuyorum.
Bir soruya cevap (3) Eski Yunan’da fahişelik ve oğlancılık
Gene Attika bölgesinden, siyah zemin üzerine kırmızı figürlü bir çömlek dekorasyonu. Solda yetişkin, sakallı bir erkek, bir “erastes” (sevici diyelim). Sağda genç bir oğlan, bir “eromenos” (Osmanlı karşılığı mahbûb olabilirdi). Livata yok; başka her şey var. Resmin sadece üst tarafını verebiliyorum. Daha aşağıda, Eski Yunan’ın “paiderastia” kültürüne özgü, duhulsüz bir eşcinsel ön-sevişme yaşanıyor.
Bir soruya cevap (2) Eski Yunan’da ev kadınları ve profesyonel eğlendirici “hetaerae”
Arkaik Çağda Atina’dan bir gündelik hayat sahnesi. Bir su testisini (hydra) süsleyen, kırmızı zemin üzerine siyah figürlü bir resim. İÖ 530 dolaylarına tarihleniyor. Vücut hatlarını görece gizleyen, ağır, uzun ve bol giysileri içinde kadınlar, çeşmeden evlerine su taşıyor. Bu, ev dışına çıkabildikleri son derece nadir anlardan birini simgeliyor.
Bir soruya cevap: Mekânsal ayrışmanın eşcinselliğe etkisi (1) Dil, yöntem, yaklaşım sorunu
Yaşlanan bir tarihçi, bir öğretim üyesi için en büyük mutluluk ne olabilir? Yazdıkları üzerinden, öğrencilerinden akıllı, titiz, dikkatle düşünülmüş, ölçülüp biçilmiş sorularla karşılaşmak.
“Dış” korkusu (14) Osmanlı’da eşcinsellik yokmuş (Batı’dan mı gelmiş acaba?)
Yukarıdaki resim bir Osmanlı bahnâmesinden (minyatürlü erotik elyazmasından). Alt tarafını RTÜK’e uygun kamu ahlâkı normlarına ters düşmesin diye ben kestim. Konforlu bir iç mekânın kapısı önünde davul zurna çalınıyor. Aşağıda, kırptığım kısımda, aktif roldeki genç bir oğlan ile pasif roldeki yetişkin, herhalde orta yaşlı, sakallı, muhtemelen ev sahibi konumundaki hali vakti yerinde bir efendi arasında eşcinsel bir seks sahnesi yer alıyor. Aynı literatürde şöyle sözlere de rastlamak mümkün: “Gümüşüm ve altınım yok ki o güzel oğlanları avlamak için harcayaydım. Şimdi onlar parası bol olanlara av olmaktadırlar” veya “Bu oğlanlara canını versen bile onu bir pula saymazlar. Bunlar parasızla pazarlık yapmazlar.”
“Dış” korkusu (13) Hem tarihselci, hem peygamber
Solda, Atatürk bir Cumhuriyet Balosu’nda. Batı’yla bazen savaşan, ama çoğu zaman sevişen Türk modernist milliyetçiliğinin alla franca’lığının somut ifadesi. Sağda, kadınlara ilişkin bütün hükümleri dahil, şeriatı (kendi yorumuyla) hayatın her alanına uygulamak iddiasındaki Taliban’ın üçüncü başkomutanı Mevlevi Hibatullah Ahundzâde.
“Dış” korkusu (12) Günah keçisi, suçluluk transferi
En son, neredeyse bir hafta önce yazmışım (Dalkavuklarına ders veren kral, 10-12 Ağustos). Ne oldu, neden geciktim bu kadar? Önemli bir açıklama: beynimde bir ampul yandı. Bundan böyle hayatı daha kolay, daha gamsız yaşamaya karar verdim.
“Dış” korkusu (11) Dalkavuklarına ders veren kral
Alper Görmüş güzel yazdı “Popülist-otoriter liderlerin kurumsal soytarı ihtiyacı”nı (9 Ağustos). Belki biraz daha genişletilebilir, tarihsel çerçeve. Bütün geleneksel tarım toplumları ve hanedan devletlerinde, bir yandan hükümdarı alabildiğine yücelten üsttenci bir ideoloji söz konusu. Ama karşılığında, alttancı bir ideoloji de var, sosyal eşitsizliklerin derinleşmesine karşı çıkarken, aynı hükümdara sınırlarını da hatırlatan.
“Dış” korkusu (10) Bu nasıl bir kibir?
Nasıl bir ruh hali, bir ülkeyi yönetenleri, bütün ülkelerin doğal âfetler karşısındaki en basit, en çıkarsız, en olağan dayanışma koşullarında dahi, aslında pekâlâ yardıma hem de çok ihtiyaç duyduğu halde yardım istemiyormuş gibi yapıp insanlığa sırt çevirmeye, hattâ bunu bir millî gurur meselesi haline getirmeye sevkedebilir?
“Dış” korkusu (9) Milliyetçiliğin demokrasiyle alıp veremediği
Faşizm çağrışımlı, icabında faşizme giden çok tanıdık bir patika: tek ve tartışmasız bir “millî çıkar” varsayımı. Herkesin buna yüzde yüz uyma zarureti. Uymayanın milletten dışlanması, hain ilân edilmesi. Peki ama demokrasi bunun neresinde? Çoğulculuk, görüş çeşitliliği, herkesin millet için neyin iyi olduğunu kendince yorumlayabilme özgürlüğü, bunun neresinde?
“Dış” korkusu (8) Efsane ve kudsiyet
“Clovis’in 496’da vaftiz edilmesiyle doğan Fransız halkıdır, bir halkın ruhu demek olan bu sönmez alevi, neredeyse bin beş yüz yıldır taşıyan.”
“Dış” korkusu (7) Milliyetçilik üzerine notlar
Titanların Düşüşü, Hollandalı ressam Cornelis van Haarlem’in 1588-90 dolaylarında yaptığı bir tablo. Halen Kopenhag’daki Devlet Müzesi’nde. Konumuzla ilgisi? Eski Yunan mitolojisinde olduğu gibi modern milliyetçiliklerde de, önce kötüler, devler, kentaurlar, başka korkunç yaratıklar var. İster Olimpos tanrı ve tanrıçaları, ister sonraki bütün kahramanlar (Harry Potter dahil), yeryüzünü bunlardan temizleyip bizi düşmanlarımızdan kurtarmaya yarıyor.
“Dış” korkusu (6) Soykırım inkârını BM temsilcisiyle yasaklamak
Bu dizi, çeşitli tarihsel ve teorik boyutları kurcalaya kurcalaya tıngır mıngır uzarken, anlatmak istediğim hemen herşeyi kapsayan taptaze bir örnekolay çıkageldi Bosna’dan. Oysa ben daha milliyetçilik sorunları ve varyantlarını yazmamıştım. Ama o kadar çarpıcı ve yakıcı ki. İster istemez bir parantez açıp araya alıyorum.
“Dış” korkusu (5) Marx’ın Marksistliği, Âkif’in Leninistliği
Sürekli işgal ve iğfal endişesi, Batıdan gelen her şeye karşı Reaksiyonist [Tepkici] bir duruş, tamamen uydurma mı? Çarpıtılmış da olsa belirli bir sosyo-kültürel gerçeklik temeli var mı? Otoriter milliyetçilikler sıfırdan mı icat ediyor, “yabancı güçler” hortlağını? İki gün önce (4) Modernite ile karşılaşmalar’da bu zemini kurcalıyordum biraz. Bir yandan da düşünüyordum; ben bunları bir yerde okudum mu? Hem tek tek bazı cümlelerimi, hem ana fikri, işin bütünsel esprisini nereden hatırlıyorum acaba?
“Dış” korkusu (4) Modernite ile karşılaşmalar
Modernite ile emperyalizmi ayırdetmek niçin zorlaşıyor? Özellikle “hiçbir şey almayalım”cı muhafazakârların, kültürel değişimi hemen sırf şiddete ve sömürgeciliğe bağlayarak “dış”tan geleni toptan kötüleyip reddetmesinin zemini nasıl doğuyor?
“Dış” korkusu (3) Öldürücülük halkaları
Vahşi veya yerli dediklerimizin yapabileceği her şey, çok daha yüksek düzeyde örgütlü karakteri ve meşum planları, uzun vâdeli stratejileri, bu uğurda hatırı sayılır kaynaklarını seferber edebilme kapasiteleri ile devletlerin erişebileceği kötülük düzeyinin çok gerisinde kalır. Devlet aklı deyip duruyoruz; çok mu matah sanıyoruz? Biraz da budur, önemli ölçüde budur işte. Limitte soykırım, modern devlete özgü bir marifettir.
“Dış” korkusu (2) Hayvanlardan insanlara
Üçüncü Reich’ın Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’i görüyorsunuz, 1937’de Dejenere Sanat sergisini gezerken. Yüzünde kibirli, müstehzi bir küçümseyiş. 1950’lerde Sovyetlerde Jdanovculuk, ABD’de McCarthycilik, hep aynı anlayışı yansıtıyor.
“Dış” korkusu (1) Kuzey Kore’nin özel halleri
Çağımız hakkında çok şey söyleyen iki resim. Üstte, hayatını ülkesinin rehafı ve halkının mutluluğuna adamış bir devrimci lider. Altta, bir Güney Kore müzik grubu. Ne korkunçlar, değil mi? Üzerlerinden melanet akıyor. Burjuvazinin şekere bulanmış kurşunlarını simgeleyen karşı-devrimciler. Bizim temiz medeniyetimize bulaşmaması gereken mikroplar. Emperyalizmin, kapitalizmin ajanları.
Dmitri Şostakoviç ve Halim Spatar
Aşağıdaki çalışma bundan bir buçuk yıl öncesine ait. Halim Spatar 12 Nisan 2013’te aramızdan ayrılmıştı. Ölümünün sekizinci yıldönümü yaklaşırken, anısına bir kitap çıkarma fikri doğdu. Ona katkım olsun dedim. Sonra o proje akim kaldı. Beklettim, ama kendi başına yayınlamanın anlamlı bir vesilesini de bulamadım. Derken, Eski Tüfekçilerden bir diğerinin ölümü ve “Faika ablanın ardından” diye yazdıklarım, beni tekrar o duygu ve düşünce platformuna götürdü. Zamanı geldi diye düşündüm. Gerçi normal bir Serbestiyet yazısının belki on katı uzunlukta. Ama önce burada çıksın; sonra belki kendine başka bir yer de bulur. 2020 Nisan başlarında “son metin” diye not düşerek yolladığım haliyle sunuyorum.
Faika ablanın ardından
İzmir’de, Cumhuriyet Meydanı’na ve Atatürk heykeline bakan, doğup büyüdüğüm eski Akdeniz Apartımanı’nın terasında, belki tam 1951-52’de çekilmiş bir fotoğraf. Arkaplanda körfez; uzakta Bayraklı. Önde, ortada İlhan amcam, yanında eşi Solmaz ablam, bir de ben (dört beş yaşımda). Arka ortada dedem Halil Namık Berktay; bir yanında (solda), Solmaz ablamın büyüğü Güler abla, diğer yanında (sağda) Faika abla. Solculuğun birleştirdiği üç dört ailenin mensupları. Dedemin sevecenliği, sahiplenmesi hepsini sarıp sarmalıyor. Ama şimdi bir ben kaldım hayatta.